Marksizm ve Siyaset: 'Radikal pasifizm' ve 'duyarlılık aktivizmi'

Can Soyer'in kaleme aldığı 'Marksizm ve Siyaset', Yordam Kitap tarafından yayımlandı. Sosyalizm üzerine entelektüel bir katkı olan çalışmada Soyer, 'radikal pasifizm' ve 'duyarlılık aktivizmi' kavramlarını tartışıyor.

Abone ol

DUVAR - 1980 yılında Almanya'da doğan Can Soyer’in, üniversiteye kadar tüm eğitim hayatı İstanbul’da geçer. Üniversite ile birlikte Ankara'ya yerleşen Soyer, takip eden 18 yıl boyunca Ankara’da yaşar. Ankara Üniversitesi'nde Sosyal Antropoloji bölümünde lisans eğitimini tamamlar. Şu günlerde İstanbul’da yaşayan Soyer, “15-16 yaşlarımdan bu yana, yani neredeyse 25 yıldır sosyalist harekette örgütlü biçimde mücadele etmeye çalışıyorum” sözleriyle politik geçmişini anlatıyor. Soyer ile Yordam Kitap’tan çıkan Marksizm ve Siyaset kitabını konuştuk.

Marksizm ve Siyaset, Can Soyer, Yordam Kitap, 2020.

Siyaseten yaşadığınız dönüşümün tarihsel göstergesi olarak Gezi eylemlerini işaret ediyorsunuz. Pek çok kişi, benzeri bir tanımlamada bulunabilir. Bunun sebebi ne sizce? “Fazla kitlesel” olması mı?

Gezi Direnişi, o denli görkemli ve heyecan uyandırıcıydı ki, onun öneminin saptanmasında herkes ortaklaşsa da neden önemli olduğu konusu biraz gölgede kalıyor. Gezi’deki kitlesellik göz ardı edilemeyecek bir önemdeydi, kuşkusuz. Ancak bununla sınırlı tutulması, hem Gezi’nin temsil ettiği dinamizmin tanımlanmasını hem de onun Türkiye siyasetinde yarattığı etkilerin saptanmasını zorlaştırıyor.

İlk olarak şunu söylemem gerek: Gezi ile birlikte Türkiye’de 12 Eylül’le başlayan bir süreç kapandı. Bu sürecin temel özelliğinin halkın siyaset yapma hakkının gasp edilmesi olduğunu düşünüyorum. Kendi örgütlü gücüyle, bağımsız eylemliliğiyle siyaset yapmak yerine halka bırakılan tek mecra seçimlerde oy kullanmaktı. Halkın çıkarlarını temsil eden partilerin siyaset alanında yer tutmasına da çeşitli yollarla izin verilmediğini hesap edersek, siyaset denen uğraş hepsi giderek birbirine benzeyen düzen partilerinin seçimlerde tahterevalli gibi inip çıktığı bir oyuna dönüşmüştü. Bu kurgunun içinde halk unsurundan söz etmek mümkün değil.

İşte Gezi öncelikle bunu kırdı ve halkın bir siyasal özne olarak ülkeye damgasını vurabileceğini gösterdi. Dahası, bir kere sahneye çıkan bu halk dinamizmi, geri çekilse ya da zaman zaman hiç eylemlilik sergilemese bile ortadan kaldırılamadı; Türkiye’de gerçek muhalefet hala güçlü bir halk dinamizminin omuzlarında yükseliyor. Buradaki başlıca sorun, böylesi bir dinamizmi temsil edecek siyasal aygıt ve söylemin inşa edilememiş olması. Zaten benim “dönüşüm” diyerek saptamaya çalıştığım konu da buydu.

Maalesef, Türkiye sosyalist hareketinin bazı kesimlerinde Gezi, yukarıda özetlemeye çalıştığım perspektif açısından değerlendirilmek yerine süreksiz bir patlama olarak düşünüldü ve devamının gelmeyeceği, bu patlamanın ileriye bir şey bırakmayacağı yönünde değerlendirildi. Böyle değerlendirdiğinizde, yıllardır ne yapıyorduysanız (ki, bu yapılanların somut bir başarı yaratmadığı da ortadayken) aynısını yapmaya devam edebilirsiniz; Gezi’nin sizin siyasal ve örgütsel varoluş tarzınızda değişiklikler yapmasına gerek duymazsınız. Bunun yerine, arkadaşlarımla birlikte bizim altını çizmeye çalıştığımız şey, Gezi’nin Türkiye’de sosyalizm düşüncesinin kitlesel bir güce dönüşmesi, yani eşik atlaması için yeni bir toplumsal ve siyasal zemin oluşturduğu; dolayısıyla, Gezi’yle birlikte ve sonrasında sosyalist hareketin temel gündeminin bu kitleselleşmeyi yaratacak siyasal aygıt ve söylemin inşa edilmesi gerektiği oldu.

Belki benzetme yoluyla anlatmak daha kolay olabilir. 12 Eylül’den sonraki uzun yıllarda, hepimizin aklı şu biçimde çalışıyordu: Bizim büyüme stratejimiz doğru, ancak nesnellik buna uygun değil. Gezi ise, nesnelliğin en uygun olduğu anda bile bizim stratejimizin işe yaramadığını gösterdi. Bakın, Türkiye’de Gezi Direnişi ile birlikte ve ondan sonra büyüme sürecine girmiş, geniş bir toplumsal zemine yerleşmiş tek bir sosyalist örgüt yok. Bu gerçeğe gözlerimizi kapatmamız mümkün mü? Ve bu gerçek ortada dururken, nesnellik kartını masaya sürüp yıllardır kullanageldiğimiz büyüme stratejisinin hala doğru olduğundan söz edilebilir mi? Bunlar artık imkansız ve Gezi öncelikle bu imkansızlığı teyit ettiği için tarihsel bir dönüşüm sıfatını hak ediyor. Gezi, deyim yerindeyse, yıllardır zonklayan bu yarayı tüm çıplaklığıyla açığa vurdu; onun tarihsel görevi buydu. Bundan sonrası sosyalist kadroların yaratıcılığına, emeğine ve özverisine kalıyor, elbette.

'SOSYALİST HAREKETİN MARKSİZM ÜZERİNE KURAMSAL OLARAK EMEK HARCAMADIĞINA YAKINABİLİRİZ'

Kitabınız Marksizm üzerine yazılan bir kuram çalışması… Lenin, “Devrimci teori olmadan, devrimci pratik olmaz” diyor. Sizce Türkiye’de Marksist siyaset üreten yapılar, geçmişten bugüne, Marksist teoriye ne derece katkıda bulundu?

Türkiye sosyalist hareketi, Marksizmin ülkemizdeki sahibidir. Bunu kayıt altına alarak başlamamız gerekir. Bu, sosyalist hareketimizin Marksizmin gelişimine ne kadar katkı koyduğundan da bağımsız bir sahipliktir. Ancak, bunu bir kere söyledikten sonra, sosyalist hareketimizin Marksizmin bir kuram olarak geliştirilmesine fazlaca emek ve zaman harcamadığından yakınabiliriz. Çünkü, tersinden söylesek, eğer sosyalist hareketimiz Marksizmin ülkemizdeki sahibiyse, o zaman onun esas görevi bu kuramsal katkıyı artırmak olmalıydı. Tarihten bugüne bu yönde yapılmış katkılar var elbette, ancak sosyalist hareketimizin birikimi ve deneyim zenginliği ile kıyaslandığında kuramsal katkının biraz az kaldığını söylemek haksızlık sayılmaz sanırım.

Sosyalist hareketimizin Marksizmin kuramsal gelişimiyle ilgisinde göze çarpan bir ilginçlik de Marksizmi kullanmamak. Bu sözü özellikle tercih ediyorum; Marksizmi bilmemek ya da benimsememek değil, basbayağı kullanmamaktan söz ediyorum. Sanki Marksizm genel geçer saptamaları ve çağrıları ile yeterliymiş, ama gündelik siyaset arenasında Marksizmden faydalanmak, onu kullanmak gerekmezmiş gibi bir algı bu. Oysa Marksizm, en gündelik olanından en tarihsel olanına, en tikelinden en evreseline, en somutundan en soyutuna kadar siyaset uğraşının tümünü kat edebilecek, bütün bu katmanlarda kullanıma sokulabilecek bir sistem.

Örneğin, bir seçimde sosyalist partiler arasındaki tutum farklılıklarını birçok şeyle açıklamak düşünülüyor, ama kimse bu tutum farklılıklarının Marksizme yaklaşım konusundaki farklılıklardan kaynaklanabileceğini düşünmüyor. Bu örneğin tersini düşündüğümüzde de garip bir tablo çıkıyor karşımıza; yani Marksizm konusunda aynı şeyleri düşünen partilerin seçim konusunda neden farklı tutumlar aldığını açıklamak zor olsa gerek. Demek ki, aslında bu tür farklılıkların arkasında Marksizmin nasıl kavrandığıyla ilgili farklılıklar da yatıyor. Marksizm, sadece dünya ve ülke çözümlemelerinde genel sonuçlar çıkarmak için başvurulan bir bilim yöntemi değil, aynı zamanda devrimci eyleme kılavuzluk eden bir sınıf mücadelesi kuramıdır. Ve Marksizmi böyle kullanmadığımızda, sadece onun zenginliğinden yeteri kadar yararlanmamış olmayız; aynı zamanda, Lenin’in herkesin ezberindeki bu cümlesine, yani “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” cümlesine de hakkını vermemiş oluruz.

Tüm bunları bir yana koyarsak, sosyalist hareketimizin Marksist düşünceye önemli katkılar sunduğunu söylemeden geçemem. Benim özellikle önemsediklerim başta Behice Boran, Metin Çulhaoğlu ve bu isimlerle özdeşleşmiş siyasal çizginin bugüne değin süren üretkenliği olur doğal olarak. Behice Boran’ın Türkiye’de Marksizmi bir kuram olarak gerçekten özgün bir biçimde ele aldığını ve bunun genç kuşakların mutlaka ilgi göstermesi gereken bir zenginlik olduğunu düşünüyorum. Bu isimleri siyasal bir örgütlülük içerisinden Marksizme katkı koymak açısından söylüyorum elbette. Yoksa Türkiye’de, hele hele bizim kuşağımızda Korkut Boratav, Cem Eroğul, Tülin Öngen, Taner Timur gibi hocalarımızı okumadan Marksist olmuş olan yoktur.

12 EYLÜL'DEN SONRA ORTAYA ÇIKAN KUŞAK... 

Diyorsunuz ki “…sosyalist hareket, en azından Türkiye’de, hep bir kuşak karakteri göstermiştir” Dünyada da öyle değil mi? Türkiye’nin ne farkı var?

Zaten alıntıladığınız cümlede “en azından Türkiye’de” diyerek dünyanın farklı bölgelerinde de böyle olabileceğini, ama bu konuda fazla bilgi sahibi olmadığımı ima etmeye çalışmıştım. Dolayısıyla, bunun Türkiye’ye has bir özellik olduğunu iddia edecek değilim; sanırım dünya sosyalist hareketinde de böyle bir özellik saptanabilir, ama ben bunu çözümleyebilecek bilgiye sahip değilim maalesef.

Türkiye’ye gelirsek; kuşak dendiğinde 47’liler ya da 68’liler ve 78’liler sık sık atıfta bulunulan kuşaklar. Ben bunlara ek olarak, 75 ile 85 yılları arasında doğan, özellikle de 78-82 yılları arasına birikmiş bir başka kuşağın olduğunu sanıyorum. Bu doğum tarihlerini herhangi bir bilimsel incelemeden hareketle değil, tamamen kişisel gözlemlerimden hareketle verdiğimi söylememe gerek yok sanırım. İşte bu kuşak, ki benim de dahil olduğum kuşaktır bu, esasında şu anda Türkiye sosyalist hareketini hem yönetici düzeyde sorumluluklar üstlenerek hem de onun adına konuşup yazarak sırtlanmış olan kuşak.

Bu kuşak temel karakterini, 12 Eylül’den çıkış sancıları içerisinde kazandı. Bir yandan 12 Eylül cuntasının şiddetini ve zorbalığını birebir deneyimlememiş bir kuşak bu, ama öte yandan sosyalist harekette ağırlıklı bir 12 Eylül etkisinin görüldüğü yıllarda yetişti. Daha açık bir ifadeyle, bu kuşak sosyalist hareketin kitle bağlarının koptuğu, daha fazla içe dönük bir devrimcilik yaşantısının öne çıktığı, bir önceki dönemin kadro birikiminin büyük ölçüde ortadan kalktığı ve bu anlamda kuşaklar arası geçişin çok zayıfladığı, haliyle kadrolaşma gereksiniminin özel bir ivedilik kazandığı bir dönemde yetişti. Bu tablonun en önemli sonucu şu oldu: Sosyalist harekette o yıllarda kadrolaşan kuşak, sosyalist mücadelenin normalinin bu olduğuna ikna edildi büyük ölçüde. Yani, kitlesiz, yaygın örgütlülüklere sahip olmayan, ülke ölçeğinde etki yaratmak yerine kendi örgütsel çapı içerisinde derinleşen, işçi sınıfına daha çok ideolojik temalar aracılığıyla seslenen, özetle bir tür “müfreze” tipi varoluşu sürdürmeye duyarlı (ya da ayarlı) bir siyasal tarzdan söz edebilirim. Bizim kuşağımızın bunu başarılı bir biçimde yerine getirdiğini de düşünüyorum açıkçası. Ama gerekçesi ne olursa olsun ve bu uğraşta ne kadar başarı sağlanırsa sağlansın bu çemberin kırılması gerekiyordu.

Bu kuşak, açıkçası, bu çemberi kırabilecek tek kuşaktı da. Çünkü, her şeyden önce, 12 Eylül ona öğretilmiş, aktarılmış bir deneyimdi, kendisinin bizzat yaşadığı bir deneyim değildi. Dolayısıyla kendi maddi varoluşuyla düşünsel koşullanması arasında bir çelişki vardı ve Marksizme göre son tahlilde maddi varoluşun kendini olurlaması gerekecekti. Nihayetinde bu çemberin kırılmasının, diğer bir deyişle bu kuşağın maddi varoluşunun kendini olurlamasının koşulları 2000’lerin ilk on yılının sonlarına geldiğimizde, kesin olarak ise 2013 Gezi Direnişi ile birlikte oluştu. Ve o tarihle birlikte sosyalist harekette kuşak konusu yeni bir boyuta sıçradı bence. Türkiye sosyalist hareketinde fiilen ya da tek tek örgütler ölçeğinde saptanıp saptanmamasından bağımsız olarak, 12 Eylül’den çıkış sancılarının biçimlendirdiği “müfreze” tipi varoluş biçimi kendi sonuna erişti. Şimdi sosyalist hareketin önündeki eşik, kitleselleşmiş, toplumsal çapta örgütlülüklerle zenginleşmiş, emekçilerin tarihsel olarak temsil edilmesi yerine onları güncel olarak özne haline getirmiş, kısacası siyaset alanında ülke ölçeğinde bir güce dönüşmüş mücadele kulvarının yaratılması olarak tanımlanabilir. Bizim kuşağımız, tam da bu yeni eşiği bir görev olarak ortaya koyabildiği için tarihsel görevini yerine getirmiş sayılmalı. Artık geriye güncel görevlerin yerine getirilmesi kalıyor, ki bu defa yalnız da değiliz. Sosyalist hareketin yeni bir kuşağının biçimlendiğine ve yakın vadede bu kuşağın hem görünürlüğünün hem de ağırlığının artacağına inanıyorum.

Çalışmanızın ismini destekler biçimde, “Bir ülkede Marksizmin yaşayacağı gelişim süreçleri de en sonunda siyasal mücadelelerin genel seyrine bağlıdır” diyor ve siyasetin bu bağlamdaki belirleyici yönünün altını çiziyorsunuz. Peki, bu ilişkide kültürü, sanatı, ekonomiyi, kadını, çevreyi vb. nereye koyuyorsunuz?

Aslında siyaseti bunları ikame eden ya da bunları siyaseti ikame edebilecek bir şey olarak görmüyorum. Siyaset, tüm bu alanların içine gömülü oldukları zemindir zaten. Yani bir yerde siyaset yapılırken, başka bir yerde kültür, sanat, çevre vb. etkinlikleri yürütülmüyor. Kültür, sanat, ekonomi, kadın ve çevre mücadeleleri, bunların hepsi içsel yapısı gereği siyaset belirlenimliler. Dolayısıyla, “siyaset mi, kültür mü” gibi sorular doğruluk taşımıyor.

Doğal olarak, bir yerde kültür ve sanat, başka bir yerde kadın ve çevre, diğer bir yerde hayvan hakları vb. için mücadele edilmesinde de bir gariplik görmüyorum. Sadece, bu alanlarda yürütülen tüm mücadelelerin ister istemez, örtük ya da açık biçimde siyasal mücadeleler olduğunu ileri sürüyorum. Nitekim, sözü geçen alanlarda yürütülen bir mücadele bir miktar mesafe kat ettiği anda kendisinin özünde siyasal bir zeminde yükseldiğini bizzat deneyimleyerek görüyor.

Dolayısıyla, ben siyaseti kültürden, sanattan, kadın ve çevre mücadelesinden ayrı bir alan ve uğraş olarak görmek yerine, tüm bu alanlardaki pratiği koşullayan, koşullaması gereken bir yatak gibi düşünüyorum ve aynı biçimde tüm bu alanların da siyasalın biçimini alması gerektiğine inanıyorum. Günümüzde hem dünyada hem de Türkiye’de sözünü ettiğimiz alan ve mücadele başlıklarının da yoğun biçimde siyasallaştığını söyleyebilirim. Kuşkusuz, bu siyasallaşma sadece bizlerin siyaset kavrayışındaki derinleşmeden kaynaklanmıyor; neoliberal paradigma da en basit çevre hakkı taleplerinin bile mevcut sermaye egemenliğiyle sert bir kavga verilmeden kazanılamayacağı bir evren kurdu. Hal böyleyken, o ya da bu mücadeleyi özel olarak siyasallaştıralım mı siyasallaştırmayalım mı gibi bir tartışmanın da gereksiz olduğunu sanıyorum zaten.

'RADİKAL PASİFİZM' VE 'DUYARLILIK AKTİVİZMİ'

Çalışmanızda sık sık “sınıfsız bir mücadele siyaseti” ile “mücadelesiz bir sınıf siyaseti” paradoksu arasında karşılaştırma yapıyorsunuz. Bir ikilemi açıp Türkiye’de özelinde örneklendirir misiniz? Marksistler için neden bu karşılaştırma önemli?

Bu tanımlamalar aslında İsveçli Marksist Göran Therborn’a ait. Ben Türkiye’de yerleşik hale gelmiş bir sorunu tarif etmek için çok kullanışlı olduğunu düşündüm ve kitapta da sık sık değindim. Bu karşılaştırmayı sosyalist hareketimizde son 40 yılda yaygınlık kazanan iki eğilimi işaret etmek için yaptım.

İlk eğilim, benim “radikal pasifizm” dediğim bir yaklaşım. Bu yaklaşım, özünde siyasalın biçimlerine aşırı derecede kayıtsızlık anlamına geliyor. Örneğin, nasıl olsa her ikisi de burjuva nitelikli olduğuna göre faşizm ile parlamenter rejim arasında bir fark bulunmadığını savlamak. Ya da sosyalistlerin hedefi devrim olduğuna göre hiçbir demokratik hak ve özgürlük için mücadele etmeye gerek olmadığını ileri sürmek. Söylemeye gerek yok ki, bu aşırı keskin görünen yaklaşım, savunucularının ortodoksisini parlatarak onların şık görünmesini sağlamakla birlikte faşizm ve otoriterleşme tehlikesiyle karşı karşıya kalan emekçileri telafisi zor, büyük felaketlere doğru iter. Bu yaklaşımın söz dağarcığı ve akıl yürütme biçimi, eğer kuramı salt şematik olarak ele alırsanız, oldukça “ortodoks” ve “devrimci” görünür. Sınıf derseniz, bu yaklaşımın tüm üslubu sınıf devrimciliği üzerine temellenir. Ama, söylemdeki tüm bu radikalizm, esasında bir pasifizmin cilalanmasından ibarettir. Bu, Therborn’un sözleriyle “mücadelesiz sınıf siyaseti” kutbunu oluşturuyor.

İkinci eğilim ise, yine benim “duyarlılık aktivizmi” dediğim bir yaklaşım. Bu yaklaşım da farklı toplumsal sorunlar hakkındaki duyarlılıkların salt kendi tekilliği içinde kalarak korunması ve egemen siyasal yapı yerine “duyarsız öznelerle” mücadeleye indirgenmesi anlamına geliyor. “Politik doğruculuk”tan büyük ölçüde beslenen bu yaklaşım, mağdurların mağduriyetlerini üst üste dizen ve bunlar arasında hiçbir öncelik, nedensellik veya hiyerarşi kurmayan, bunun kurulmasını ağır bir siyasal suç olarak damgalayan bir yaklaşım. Oysa, örneğin sömürü salt bir mağduriyet değildir; sömürü, içinde yaşadığımız ve günümüzde birçok mağduriyetin de kaynağı olan kapitalizmin olmazsa olmaz niteliğidir. Mesela, kuramsal bir olasılık olarak hayvan haklarının eksiksiz biçimde tanındığı ve korunduğu bir kapitalizm düşünülebilir; buna karşın kapitalizmde sömürünün ortadan kaldırılması olasılık dışıdır. Dolayısıyla, sınıf mücadelesi birçok duyarlılıktan biri olarak değerlendirilemez ve diğer duyarlılıklarla eş bir statüye oturtulamaz. Dahası, duyarlılıkların kendi tikelliğinin sınırları boyunca radikalleşmesi ve deyim yerindeyse dokunulmaz tımar sahalarına dönüşmesi, toplumsal hareketlerin en başat özelliklerinden biri olması gereken kolektif eylem ve dayanışma ilkesinin de altının oyulması anlamına gelir. Burada, haliyle, baş döndürecek çeşitlilikte bir mücadele kurgusu vardır var olmasına, ama tüm bunları siyasallaştıracak bir sınıf ekseninden veya merkezinden söz etmek imkansız olur. Therborn’un sözleriyle, “sınıfsız bir mücadele siyaseti” de bu biçimde kurulur.

Türkiye’de hem gereksinim duyulan hem de Marksizmin siyaset kavrayışıyla uyumlu olan mücadele tarzının bu iki yaklaşımdan da ayrı olması gerektiğini düşünüyorum. Kitap boyunca böylesi bir Marksist siyasetin yol haritasına dair öneriler sunmaya çalıştım, ancak bunların hepsi sonuçta birer öneridir sadece. Asıl önemli olan, bu ikilemi saptamak ve yeni bir yolu bu tür ikilemlerin dışında açmaya çalışmak.

'COVID-19'U SINIF HASTALIĞINA DÖNÜŞTÜRDÜLER'

Salgınla birlikte işçilerin üzerindeki yük daha da arttı. Küresel ekonomik çıkışsızlıkla birlikte, pandemi bir sınıf hastalığına da dönüştü. Pandemi, emek ve Marksist siyaset arasındaki ilişkiyi nasıl yorumluyorsunuz?

Öncelikle şunu saptayarak başlamamız gerekir sanırım: Pandemiyle, dünya genelinde de gözlenen, ama Türkiye için hem yıkıcı hem de saklanamaz ölçüde yaygın bir ekonomik kriz ortamında karşı karşıya geldik. Bu tablo karşısında Türkiye kapitalizminin önündeki seçenek gayet açıktı: Kriz koşullarının zorladığı sermaye, pandemi sürecinde daha fazla kayıp olasılığını kabul etmeyeceğine göre, virüsün yarattığı tahribatın da pandeminin ülke ekonomisi ve toplumsal yapısına vereceği zararın da işçi ve emekçilere ödetilmesi gerektiğini tartışmasız biçimde ortaya koydu. Virüs, sınıf ayırmıyordu; ama sermaye ayırdı ve işçileri virüsün önüne yem olarak atarak COVID-19’u tek bir hamleyle bir sınıf hastalığına dönüştürdü.

İktidarın bunu önlemesi ya da dengelemesi zaten söz konusu bile olamazdı. Aksine, tüm bekasını sermayenin koşulsuz egemenliğini sağlamaya bağlamış, hatta zaman zaman sermaye çevrelerinde rahatsızlık yaratan tercihlerini bile bu sınıfa sunduğu yağma ve talan olanaklarını göstererek gidermiş bir iktidardan söz ediyoruz. Böyle olduğu için, zaten süregiden işsizliğe, hayat pahalılığına bir de yeni bir işsizlik dalgasının eklenmesi, kısa çalışma ödeneği biçiminde kölelik ücretlerinin norm haline getirilmesi, esnek çalışmanın tüm bireysel yaşamı emecek ölçüde yaygınlaştırılması, özel izinle açık tutulan fabrikalarda “lebalep” çalışma zorunluluğunun dayatılması, hatta Nazi Almanya’sına özenerek “çalışma kamplarının” önerilmesi gibi uygulamalar kaçınılmaz oldu.

Bu vahşi saldırı karşısında yapılabilecekler, yürütülecek mücadelenin gündemleri ve acil talepler konusuna girmeyeceğim. Emek örgütleri, sosyalist partiler, uzmanlar bu konularda hayli üretimde bulundular. Ama Türkiye’de giderek belirginleşen bir mücadele tarzının pandemi süreciyle birlikte tartışma götürmez bir gerçeklik kazandığını düşünüyorum. Geçim ve rejim kavgasının birliğidir bu gerçeklik de. Türkiye emek sorunlarıyla özgürlük sorunlarının bağımsız biçimde düşünülebileceği, bunlara dair mücadelelerin farklı kanallardan yürütülebileceği eşiği çoktan geride bıraktı. Pandemi sürecinde bunun altının da kalınca çizilmiş olduğunu sanıyorum.

Boğaziçi eylemlerini sınıf eksenli düşündüğünüzde nasıl yorumluyorsunuz? Sizce bu sürecin sonu nereye uzanacak?

Boğaziçi eylemlerini sınıf eksenli düşünmek deyince protesto konusu olan atamanın ya da öğrencilerin taleplerinin “emek” sorunları arasında yer alıp almadığına bakılıyor genelde. Oysa bir sorunu sınıf eksenli düşünmek demek, o sorunun içinde ortaya çıktığı koşulların sınıfsallığını saptamak demek öncelikle. Bu anlamda, Boğaziçi eylemlerine sınıfsal karakterini veren okul içindeki direniş değil, sermaye egemenliğinin Türkiye’de hakim olan biçimi ve mantığı olabilir.

Türkiye, uzunca bir süredir söylenegeldiği gibi, dünya çapındaki hakim kapitalist paradigma olan neoliberal modelin en dizginsiz örneklerinden birini yaşıyor. Bu modelin temelinde, sermaye sınıfının kar ve birikim gayesinin önündeki her türlü toplumsal, siyasal, hukuksal, hatta kültürel engelin yıkılması yatıyor. Başka bir alandan örnek vermek gerekirse, örneğin sadece özelleştirmelerin yapılması yetmiyor; aynı zamanda bu özelleştirmelerin uzun yasama süreçlerine takılmamasını, emekçiler tarafından yargıya taşınarak hukuki mücadelelerle durdurulamamasını, toplum içinde kamuculuğa dair değer ve beklentilerin de ortadan kaldırılmış olmasını gerektiriyor. Adı ve türü ister başkanlık olsun ister başka bir şey, yürütmenin yasama ve yargı karşısında neredeyse bağımsızlaşması ve aşırı derecede hızlanması sözünü ettiğimiz neoliberal paradigmanın amentüsü niteliğinde. Türkiye’nin 12 Eylül’den sonraki kırık yılda, ama özellikle de AKP iktidarları döneminde içine girdiği süreç genel anlamda bu.

Sermaye egemenliğinin mantığı ve beklentisi bu olduğu müddetçe, iktidarın tek elde toplanması kaçınılmazdır; bu tek elin islamcı bir diktatörlüğü mü yoksa merkez sağ bir otoriterliği mi ya da piyasacı bir sosyal demokrasiyi mi temsil ettiği biraz da ülkelerin kendi özgül sosyo-politik süreçlerinin tayin edeceği bir konu oluyor. İşte, şimdi Boğaziçi direnişi örneğinde tanık olduğumuz siyasal saldırının böyle bir temeli, içinde vücut bulduğu böyle bir çerçevesi var ve bunun görülmesi konunun sınıf ekseninde ele alınması anlamına geliyor. Başka bir deyişle, hangi demokratik hak ve özgürlük için yola çıkılmış olursa olsun, mevcut iktidar politikalarına karşı mücadele eden her dinamik ister istemez sermaye egemenliğinin tüm bunları mümkün kılan mantığıyla karşı karşıya gelmek durumunda. Bu, çözümlemenin evrenini çizen bir ufuk çizgisidir ve bunun saptanması, elbette, Boğaziçili öğrencilerin ellerine “emek” sorunlarını ifade eden pankartlar alıp yürümesini önermek anlamına gelmez.

Boğaziçi direnişi, her direniş gibi, dalgalı bir seyir izliyor. Bu dalgalanmanın içinde sabit bir direniş eğiliminin canlı olduğu açık. Dolayısıyla, kişisel olarak, Boğaziçi direnişinin son yıllarda gözlenen en etkili öğrenci dinamizmi olmanın ötesinde, üniversitelerde ve gençlik içinde kararlılığın yükselmesine neden olduğunu sanıyorum. Sürecin nereye uzanacağını tahmin etmem, hele de öğrenci olmayan biri olarak tahminde bulunmam pek doğru olmaz; ama sonuç ne olursa olsun Boğaziçi direnişinin bir kazanım olarak toplumsal muhalefetin hanesine ekleneceğini sanıyorum.

'LENİNİZM ÜZERİNE BİR ÇALIŞMA HAZIRLIYORUM'

Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Ben geçimini de metin yazarlığı yaparak kazanan biri olduğum için günümün büyük bir kısmı çalışarak geçiyor. Ayrıca Türkiye İşçi Partisi’nde üstlendiğim görevleri yerine getirmeye de uğraşıyorum. Siyasal ve kuramsal başlıklarda yazı ve makaleler yazmak, çeşitli seminer ve panellere, eğitim ve sohbet atölyelerine katılmak ise artık neredeyse süreklileşmiş bir faaliyete dönüşmüş durumda. Biraz kalabalık görünen bu günlük yaşam içinde yeni bir çalışmayı da tasarlıyorum tabi. Kitabın önsözünde de belirttiğim gibi, bu kitapta Marx ve Marksizm hakkında yapmaya çalıştığım şeyi, bir de Lenin ve Leninizm hakkında yapmayı düşünüyorum. Bunu da 2022 yılında tamamlamış olmayı umuyorum.