Marksizm ve siyaset üzerine-2

Marx, politika alanına temel teşkil edecek öncülleri bıraktı ardında, fakat gelişkin bir politika teorisi inşa etmedi ya da edecek zamanı bulamadı. II. Enternasyonal liderleri ise devrimci özü boşaltılmış dogmatik Marksizmden türetilen "otomatik pilota bağlanmış" ve aslında politikasızlığa tekabül eden bir "politika" inşa ettiler; en politik olduğu hallerde dahi işçi sınıfını burjuvazinin kapısına bağlayan reformist bir politikadır bu.

Abone ol

Nabi Kımran*

Marksizm sahasında olan bitenleri, tarihsel sürekliliği de gözeterek "sekt" kavramı üzerinden okumayı öneriyorum, tabii kavramın sınırlarını epeyce genişleterek. Can Soyer'in "radikal pasifizm", "duyarlılık aktivizmi", "stratejisizlik" ve "müfreze tarzı" kavramlarının da 'sekt'ler bağlamında değerlendirilebileceğini düşünüyorum.

Marksist hareketin tarihi, bir bakıma kurulup-yıkılan, yeniden kurulan sektlerin de tarihidir.

II. Enternasyonal tarihteki büyük sektlerden biridir ("Büyük sekt"i oksimoron bir kavram olmaktan kurtarmaya çalışacağım bu yazıda). Teorik formasyonu (burjuva) ilerlemeci, kaba determinist, işçici/uryerist, ekonomist/üretici güçlerci ve üstyapılar körü olmakla maluldür; II. Enternasyonal Marksizmi böyle bir şeydir.

"Altyapı üstyapıyı otomatikman belirler, sosyalizme kapitalizmin geliştiği yerlerden geçilir, dünyanın geri kalanı sosyalizme müsait değildir, önce bir sanayileri, işçi sınıfları gelişsin sonra bakarız, işçi sınıfı iktidara gelip üretim araçlarını toplumsallaştırınca, temeldeki/altyapıdaki bu değişim üstyapıyı nasılsa değiştirecektir, o yüzden üstyapılar gibi tali sorunlarla uğraşmak gereksiz, hatta saptırıcıdır, hem zaten tarihin tekerleği sosyalizme doğru dönüyor, zorlamaya ne hacet"; bu formülleri ezberlerseniz iyi bir II. Enternasyonal Marksisti olursunuz. Bu "Marksizmde" ne kadar derinleşirseniz derinleşin, varacağınız yer yukarıdaki şekerleme tadındaki tekerlemelerdir.

Politik planda beyaz, erkek, Avrupalı işçinin temsilcisidir. Tarihsel ilerlemenin ve üretici güçlerdeki gelişmenin neredeyse kendiliğinden sosyalizme götüreceğine inanır. Kendiliğindenciliğe tapınan bu reformizmin sonuçları en iyi halde, Avrupa işçi sınıflarının devrimden uzaklaştırılması mukabilinde alınan "ücret" olan reforme edilmiş kapitalizm oldu. Kötü halde ise, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nda Avrupa işçi sınıflarının ulusal burjuvazilerin savaş arabalarına koşulması, 1919 Spartaküst ayaklanmasının bastırılmasında aktif rol alma, Roza ve Liebknecht'in katli, bölünen ve mücadele azmi kırılan işçi sınıflarının faşizmin iktidara tırmanışını engelleyememesine sebep olma -ki bu konuda hatalı politikalar izleyen komünistler de sorumluluktan azade değildir- gibi düpedüz karşıdevrimci rollerle temayüz eder II. Enternasyonal.

Milyonlarca işçiyi peşinden sürükleyen zamanın Avrupa'sının en büyük partileri nasıl "sekt" olabilir? Şöyle olur: Eğer beyaz, erkek, Avrupalı işçilere hitap etmek dışında, kelimenin geniş anlamıyla "dünya" hakkında diyecek bir şeyiniz yoksa ("tarihsel ilerleme" adına sömürgeciliği onaylayan "sözleriniz" bir yana), siz, iri kıyım da olsa bir sekte hapsolmuşsunuz demektir. Teoriniz "dünyayı" değil, en fazlasından Avrupa'yı kucaklar. Politikanız milyonlarca Avrupalı işçiyi bir sekte hapsetme ve geri kalan dünyayı dışlama gibi çifte surla korunan bir "sekt kalesi" inşa edebilir en fazlasından.

Can Soyer'in "radikal pasifizm" kavramı tam da böylesi bir paradigmada yaşam bulur. "İşçi sınıfı" ve "sosyalizm" kavramlarını merkeze alan teorik-politik doğruculuk, sınıflar mücadelesinin canlı karmaşası içinde inşa edilmesi gereken politika ve stratejinin iptalidir aynı zamanda; maymuncuk misali her kilidi açan "doğrularınız" politikaya ikame edilmişse, otomatik pilota bağlanmış bu lafzî radikalizmin politikaya-stratejiye ihtiyacı kalır mı? Ve bu teorik doğrucu lafzî radikalizm, pasifist/reformist bir pratik/eylem dışında ne üretebilir? C. Soyer'in "radikal pasifizm" kavramıyla ifade ettiği paradigma/davranış çizgisi ne yenidir ne de Türkiye'ye özgü; bilakis hangi dünya-tarihsel (teorik-politik) uğraklardan geçerek Türkiye'ye özgü renkler kazandığının izini sürmek, bizdeki durumun da daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

Öte yandan "duyarlılık aktivizmi", aynı tarihsel süreklilik içinde "radikal pasifizmin" kefaretidir. Öyle ya, siz işçi sınıfı, Avrupa, üretici güçler vs. dışında bir şey görmüyorsunuz diye, diğer sorunlar yok olacak ya da sizin "yüce öncülüğünüze" ilahi bir huşu içinde tabi olacak değiller herhalde! Onlar da kendi yakıcı özgül taleplerinden hareketle feminizm, ekoloji hareketi, ulusal kurtuluş mücadeleleri, LGBT+ hareketi, dinsel-kültürel azınlıkların hak mücadeleleri, hayvan hakları sahalarını vd. inşa ettiler.

Yanlış anlaşılmasın, "biz bu alanlarda etkili olabilseydik bu hareketler olmazdı" ya da "biz varken onlara gerek yok" türünden bir şey söylemiyorum; "Marksist hareketlerimiz bu alanları kucaklayabilen teorik-politik-örgütsel müktesebata sahip olsalardı daha etkili, canlı ve dinamik yapılara dönüşebilirlerdi" diyorum. Şu veya bu şekilde bu hareketler var olacaklardır; bugün de yarının sosyalist toplumunda da. Mesele yoldaşça ve yapıcı bir etkileşim zemini inşa etmekte, karşılıklı geçişkenliğe açık olmaktadır, böylesi bir zemin her iki tarafı da besleyecektir. Kaldı ki bugün ortaklaştığımız bir dizi politik tavırla -nesnel olarak- hep birlikte kapitalist barbarlığın karşısında durmaya çalışıyoruz; kimsenin "gümbür gümbür gelen Marksist işçi hareketini" devrim yolundan saptırdığı falan yok.

Şimdi dönüp bu alanlara, "siz parçalara hapsoluyor, sistemi görmüyorsunuz, alanınızla ilgili duyarlılık aktivizminin ötesine geçemiyorsunuz" demek yerine; "biz tüm bu alanları kucaklayabilen teorik-politik bir müktesebata neden sahip olamadık" ya da "duyarlılık aktivizmlerinin" temsil ettiği sahalar neden bizim sektlerimiz içinde nefes alamaz hale geldiler" demiyoruz? Ondan sonra gelsin "radikal pasifizm", gitsin "müfreze tarzı" solculuk. Farklılıklar doğaldır, eleştirel bir birliktelik geliştiricidir; fakat radikal pasifistler, yani dogmatik reformistler kibirli bir zaviyeden yargılamaktadır "duyarlılık aktivistlerini"; tam da bu sekter tutum yıkıcıdır, yoksa kimse "hepimiz kardeşiz" türküsünü çığırarak dolaşalım demiyor.

C. Soyer'in radikal pasifizm dediği dogmatik/reformist Marksizmin tarihi, enternasyonal planda çok eskidir ve sanıldığından daha etkilidir. Büyük partilerde -hatta ülkelerde- de ifadesini bulsa kendini sektlere hapsetmekle kalmaz; bu oportünist günahın kefareti sadece "duyarlılık aktivizmiyle" değil, "öncü müfrezelerin" kahramanca ama kısır eylemleriyle de ödenir. Dahası "müfrezeler" sadece sol sapmanın tezahürü değildir artık; kısırlaşan dogmatik Marksizm alanının "reformist/pasifist müfrezelere" daraldığı da aşikardır. Reformist/pasifist günahlarıyla ve büyük oranda bu günahlara tepkiden neşet eden radikal müfrezeleriyle sol evrenin, örneğin 1985-2001 Türkiye'sinde inşasına katkı sağladığı imkanları/mücadele dinamiklerini heder etmesi ne kadar normal ise; envai çeşit "duyarlılık aktivizmlerinin" şenlikli geçidi görünümüne bürünen Gezi'de maya tutturamaması da o kadar normaldir. Gezi Türkiye'nin sol birikiminden neşet etmiştir; fakat dogmatik Marksistiyle (radikal pasifistler), öncü müfrezeleriyle Türkiye sol örgütleri camiası, Cebelitarık Boğazı'nda Akdeniz'le okyanusun sularının birbirine karışmaması misali yan yana iç içe oldukları Gezi'nin -bildiklerinden farklı- sularına ka-rı-şa-ma-mış-lar-dır!

"Sekt"ler analizinin bilançosu ve Türkiye'deki özgül tezahürleri bağlamında sonda söylenebilecek olan yukarıdaki önermeleri biraz erkene çekmiş olduk. Şimdi bu ara-bilanço parantezini kapatıp biraz daha duralım sektleşme üzerinde.

Marx, politika alanına temel teşkil edecek öncülleri bıraktı ardında, fakat gelişkin bir politika teorisi inşa etmedi ya da edecek zamanı bulamadı. II. Enternasyonal liderleri ise devrimci özü boşaltılmış dogmatik Marksizmden türetilen "otomatik pilota bağlanmış" ve aslında politikasızlığa tekabül eden bir "politika" inşa ettiler; en politik olduğu hallerde dahi işçi sınıfını burjuvazinin kapısına bağlayan reformist bir politikadır bu.

"Marx bize, Kapital'de açıkladığı kapitalist üretim tarzının tutarlı, gelişmiş bir ekonomi teorisini bıraktı; ama ekonomi teorisiyle yan yana konabilecek, burjuva devlet yapısını açıklayan bir siyaset teorisi, ya da işçi sınıfının bu devleti yıkmak için vereceği devrimci sosyalist mücadelenin stratejisi ile taktiklerini bırakmadı." (Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler – Perry Anderson / Birikim yay. 5. Baskı. s. 25)

Anderson'un sözleri tartışmalı bulunabilir, yine de defansif bir refleksle karşılamak yerine, "Marksizmin politika alanındaki asıl atılımının Lenin ile başladığı" şeklinde yorumlamayı öneriyorum bu değerlendirmeyi.

Lenin'in teorik-politik katkısı, Marksizmi Avrupa'ya hapseden II. Enternasyonalin inşa ettiği sekt duvarlarını yıkarak, Marksizmi bir dünya hareketi olarak yeniden-inşa etmeye dönük devasa bir hamledir. Avrupa-merkezci reformist sektin duvarlarında Lenin'in açtığı devasa gedikten Marksizm, Rusya gibi geri bir ülkede devrim ve sosyalist inşa alanına açıldı. (Ekim Devrimi karşısında Plehanovların, Kautskylerin şaşkınlığına Gramsci'nin verdiği yanıtı tekrar etmeye gerek görmüyorum.) Sömürgeler, tarım ve köylülük sorunları, ulusal sorunlar, kısmen de kadın sorunu hakkında ya hiçbir şey söylemeyen ya da düpedüz karşıdevrimci "sözler" söyleyen II. Enternasyonalcilere karşı Lenin'in "yeni sözleri" Marksizmi önce teorik, sonra pratik-politik olarak tüm bu sahalara açtı; Marksizm sahasındaki ilk büyük sektin (II. Enternasyonal'in) duvarları böyle yıkıldı.

Lenin'in ilk adımlarını attığı "dünyaya açılan Marksizmin" yolu, ne yazık ki bir süre sonra yeni bir sektle kesildi: İşçi-emekçilerin inisiyatifine dayanan, dolayısıyla kitleler özneleştiği oranda sönümlenme yoluna giren "aygıtlar" yerine; devlet/aygıt odaklı milli sosyalizm paradigması yeni devasa "milli sektimiz" olarak zuhur etti. (Merak edilebilir söyleyeyim: Tek ülkede sosyalist inşa mümkün, nihaî zafer mümkün değildir. İnşa sürecinin şu veya bu aşamasında bulunan sosyalist ülke(leri)miz, dünya devriminin bir imkânı olarak işlevlenir; dünya devrimine ikame edilemez.) Tek tek olayları saymayayım, III. Enternasyonal, ömrü süresince ortaya çıkan hiçbir soruna; faşist karşıdevrimin saldırılarına ya da devrim imkanlarına başarılı çözümler üretemedi. Bu başarısızlığı nispeten telafi eden şey SSCB'nin varlığıdır; tüm sorunlara, sosyalist inşanın sakatlanmasına rağmen sosyalizmin kazanımları maddi ve moral bir güç olarak ezilenler katında sosyalizmin hegemonik etkisini ayakta tuttu, Hitler faşizminin yenilgiye uğratılması onuru da eleştirdiğimiz SSCB'nin tarihsel kazanımları hanesindedir.

SSCB'nin güvenliği gereklerine indirgenen "Enternasyonalizm", önüne çıkan hiçbir imkân ve krizi devrime ilerletemedi ya da dünya devrimi perspektifini SSCB'nin güvenliği lehine fiilen terketti. Enternasyonalizmi değil, milli-devletçi sosyalizmin hegemonyasını tesise yönelen bu yeni sekt, kaçınılmaz olarak kendisine tepkiden doğan diğer sektlerin de yolunu açtı. Ondan sonra gelsin SSCB-Çin kavgası, gitsin Yugoslavya revizyonizmi, sürülsün tanklar Prag, Budapeşte, Doğu Berlin sokaklarına. Dünya devrimcilerinin yüreği hâlâ Vietnam direnişinin küllenmemiş közleri içinde atarken, 1979 gibi bir tarihte başlasın Çin-Vietnam savaşı, Kamboçya işgali... Kruşçevci tezlere ayak diredikleri için fakir Arnavutluk ve sanayisiz Çin'in "ekonomik yardımları keserek" terbiyesiyle şaha kalkan "Enternasyonalizme" bin selam! İnsanın dili varmıyor ama, son tahlilde hiçbir sekti dışta bırakmadan, 1915'te işçi sınıflarını milli burjuvazilerin savaş arabasına bağlayan II. Enternsyonalcilerin tutumundan ne farkı var yukarıdaki tablonun? Ki zaten tüm bu süreç boyunca, Lenin'in dünyayı-evrenseli kucaklamaya yönelen Marksizm çizgisini geliştirmek yerine, ince ince II. Enternasyonal çizgisine ricatın izleri de her yerde sürülebilir. Eh, böyle (milli/devletçi) sosyalizme, böyle (II. Enternasyonalci) Marksizm; daha ne olsun!

Sonuçta içinde kaynaşıp duran imkanları, dinamikleri, farklılıklarıyla "dünyayı kucaklayamayıp" sektlere daralan, üstelik bir de "sektler savaşına" tutuşan 20. yüzyıl sosyalizmleri hep birlikte çöktü; emperyalist işgalle değil, kendi halklarından başlamak üzere emekçi milyonların sahip çıkmamasından, hapsoldukları sektlerin içine çekilip "dünyaya değemediklerinden" çöktü-ler...

Sektler tarihinin dışında tek bir örnek kaldı: Küba. Karayiplerin "yeşil timsahı" hiçbir zaman sekt olmadı. Dünyayla, dünyanın meseleleriyle diğer "büyük sektlerin" olamadığı kadar kapsayıcı/açık ilişkiler içinde oldular. Devrim stratejileri salt gerillacılığa indirgeniyor, yanlış; onların gerillacılığı gelişkin ve esnek bir politik liderliğin merkezî önemde bir unsuru olarak önemlidir, tersi değil. Daha baştan bir sekt refleksi geliştirerek dışlarındaki gruplarla dışlayıcı-rekabetçi ilişkilere girmediler. Bilakis, radikal öğrenci gruplarıyla, Havana ve diğer büyük şehirlerdeki işçi hareketleriyle (Frank Pais hatırlansın), Komünist Parti ile, Batista karşıtı liberallerle (ilk devlet başkanları Castro değil, bir liberaldir) rekabetçi olmayan, devrim/iktidar stratejisini besleyen esnek ittifaklar geliştirdiler. Örneğin, "gerillamız var, ötesine ne hacet" demek yerine, dağlardan radyo yayını yapmayı ihmal etmediler. Onların "müfrezeleri" sektleşmedi, kelimenin gerçek anlamıyla emekçi milyonlarla hemhal oldu; 1 Ocak 1959'da şehirlere giren gerillayı ayaklanma halindeki yüzbinler karşıladı. ABD'ye karşı bile, ilk elden meydan okuyarak bu emperyalist devin hışmını üzerlerine çekmeden, mevzilerini güçlendirdikçe renklerini daha net açık eden bir tutum aldılar. İktidara geldik diye KP'yi yasaklamadılar, yanlış hatırlamıyorsam 1965'te onlarla birleştiler. Sonuçta bugün devasa sektler yıkılırken Küba'nın ayakta kalması hiç de tesadüf değildir. İdeal bir sosyalizm mi Küba'daki? Değil elbette, şimdilik sosyalizmde ısrar eden bir sosyalizm; atom silahları olmayan ama "insanı yaşatan" tıp alanında dünyanın en iyileri arasında olan bir sosyalizm. Küba'nın zengin pratik tecrübesi içinde gömülü duran, soyutlanıp açığa çıkarılmayı bekleyen bir "teori" var hiç kuşkusuz. Che'nin tamamlanmaktan uzak çabaları dışında önderleri bu işe soyunmadılar. Belki de iyi yaptılar; çünkü teorileştirilen bütün tecrübeler bir süre sonra vulgarizasyonu ve donup kalmayı da beraberinde getirdi, kireçlendi, hayatiyetini yitirdi; Marksizmi "teorileştiren" Kautsky'nin ve devrimci bir zeminde durmasına rağmen Lenin'i "teorileştiren" Stalin'in yaptığı budur. Akıbeti böyle olacaksa bırakalım Küba da "teorisiz" kalsın; bu haliyle hayata daha açık ve çok daha canlı. Küba'nın ayakta kalması gibi, Latin Amerika kıtasının devrimci canlılığını koruması da tesadüf değildir: Çünkü bu kıta "Avrupa için üretilmiş Marksizme" ve dünyada hüküm sürüp tükenen ülke-sektlere çok uzak; kendi tarihsel devrimci geleneklerine, Che'ye, Castro ve Küba'ya ise çok yakındır.

DEVAM EDECEK