36'ncı İstanbul Film Festivali’nde gösterimler ‘resmi’ olarak 5 Nisan Çarşamba günü başladı. Ama festival yönetimi sürenin kısalmasını dikkate aldıklarından olsa gerek basın gösterimlerini 3 Nisan’da başlattı. Böylece bazı filmleri festival başlamadan önce izleme şansı bulabildik. Bu filmler arasında en çok merak edilenlerden birisi hiç kuşku yok ki, ilk gösterimi bu yıl Berlin Film Festivali’nde gerçekleştirilen “Genç Karl Marx”tı.
Bu yıl festivalde iki filmiyle yer alıyor yönetmen Raoul Peck. Haiti doğumlu Peck’in bir diğer filmi Oscar’da belgesel dalında aday olan “Ben Senin Zencin Değilim” de merakla beklenen yapıtlar arasında. İlerleyen günlerde bu filme dair de birkaç satır kalem oynatırız muhtemelen. “Genç Karl Marx”, dünyayı değiştiren bu büyük devrimci/filozofun 20’li yaşlarının ilk yarısına götürüyor seyirciyi. Bu dönemin tercih edilmesinin nedeni Marx’la değil, dönemle ilgili belli ki. 1840’lı yıllarda kapitalist sömürünün dizginlerinden boşaldığı bir dönem yaşanmaktadır ve işçiler her gün ayaklanmaya başlamıştır.
Bir yanda Hegelci düşünürler, diğer yanda Proudhon ve Bakunin gibi anarşistler hem yaşanan çağı hem de toplumsal gelişmeleri anlamaya çalışıyor. Bu karmaşa içerisinde Jenny ile yeni evlenen Marx, Hegelci düşüncelerini sorgulamaya başlarken anarşistlerde de mesafesinin giderek açıldığını fark ediyor. Engels’le tanışması ve birlikte çalışmaya başlamaları ile diğerlerinden radikal bir kopuşun kapıları da aralanıyor.
MARX'IN KAFASI KARIŞIK
“Genç Karl Marx” tıpkı anlattığı karakterin durumu gibi kafası karışık başlıyor. Marx’ın havada uçuşan ‘komünizm’ sloganlarının, işçilerin birliği ve mücadelesi temalarının nasıl bir ideolojik hatta oturtulacağına dair savrulan düşünceleri; değişimin öznesinin kim olacağı, devrimin nasıl gerçekleşeceğine dair belirsizliklerle mücadelesi aynı zamanda filmin de bir tür karmaşa hali yaşamasına neden oluyor. Ama karakterle uyumlu bu kafa karışıklığının bir süre sonra Marx’ın billurlaşan düşünceleriyle birlikte filmi de tutarlı hale getirdiğini belirtelim. Marx ve Engels’in ‘kardeşlik’ yerine ‘sınıf’ kavramını keşfedişlerinin, işçi sınıfının neden devrimin öznesi olduğuna dair teorilerinin ilk nüvelerini vermeye başladığı anların filmi bir bakıma “Genç Karl Marx”.
Komünist Manifesto’nun kaleme alınışına kadar olan süreci anlatan film sinema tarihinde büyük bir yer tutmayacak hiç kuşku yok ki ama Karl Marx ve Engels’in devrimci dönüşümünün ve daha da önemlisi eşleri Jenny ve Mary’nin bu süreçteki eşsiz katkılarının hakkını vermeyi başarıyor. Nihayetinde Marx’ın materyalizmi tarihsel materyalizme taşımaya başladığı, mevzunun dünyayı yorumlamak değil, değiştirmek olduğunu kavradığı ve işçi sınıfının devrimci gücünün kaynaklarını keşfetmeye başladığı “Marxizmden önceki Marx” dönemi hikayesi.
Bir not filmin çevirisi hakkında düşmek gerek. Filmde bazı tanımlar ve adlar çevrilirken Türkiye’deki karşılıklarına fazla dikkat edilmemiş görünüyor. Örneğin Proudhon’un kitabı “Fakirliğin Felsefesi” olarak çevrilmiş. Marx’ın ona cevabı da “Felsefenin Fakirliği”. Çeviri olarak bir hata yok hiç kuşku yok ki. Ama çeviriyi yapan arkadaşlar bu kitapların Türkçede “Sefaletin Felsefesi” ve “Felsefenin Sefaleti” olarak basıldığını ve tartışıldığını bir Google aramasıyla bulabilirdi. Aynı şekilde “Komünist Manifesto”nun giriş bölümü için usta ellerden çıkmış çeviriler mevcut her yerde.
GÖZLEMDEN EYLEME
Belki tek başlarına izlendiklerinde etkisi bu kadar güçlü olmayabilir ancak Ulrich Seidl’in “Safari” ve Agnieszka Holland’ın “İz”ini peş peşe izleyince hem insan soyunun havyanlar üzerindeki vahşi uygulamalarını çarpıcı bir şekilde görme fırsatı buluyor hem de sanki birbirinin devamı iki film izliyormuş hissine kapılıyorsunuz. “Safari”, avlanmak için Afrika’ya giden Avrupalı turistleri takip ediyor. Zaman zaman onlarla yapılan görüşmelerden bölümlerin de yer aldığı yapımda ağırlıklı olarak bu zengin Avrupalıların son model silahlarıyla ve pusular kurarak hayvanları nasıl katlettiğini izliyoruz.
Saidl’in kamerası gelişmelere müdahale etmiyor ancak avdan çok avcılara yakın durarak öldürme eyleminin verdiği hazzı, bu hazın belgelenme süreçlerini ve bunu kendilerinde nasıl meşrulaştırdıklarını görmemizi sağlıyor. Film boyunca Afrikalı çalışanların nasıl da bu acımasız zevkin bir parçası ve aslında kurbanı olmak zorunda bırakıldığına dair imajlarla güçlenen yapımın seyrinin zor olduğunu hatırlatalım.
Agnieszka Holland’ın “İz”i ise kurmaca bir evrene davet ediyor seyirciyi. Bu kez emekli olduktan sonra doğa içinde bir eve yerleşen, kasabada İngilizce dersleri veren Janina Duszejko’nun dünyasına konuk oluyoruz. Polonya’nın Çek Cumhuriyeti sınırındaki bu küçük yerleşim yerinde erkeklerden kurulu bir sermaye/bürokrat sınıfı hem kaçak avlanarak hem de ‘yasal’ olduğu zamanlarda bile kurallara uymayarak hayvanlara eziyet etmektedir. Bu duruma her defasında isyan eden Duszejko, bürokrasinin katı duvarına çarpıyor ve giderek meczup muamelesi görmeye başlıyor. Film sermaye, devlet erki ve erkeklikle hemhal olmuş bu vahşi takımının yalnızca hayvanlara değil, etraflarındaki insanlara da benzer eziyetler yapmakta nasıl da maharetli olduklarını göstermesi bakımından da etkileyici.