Marksizmin hatası: Hep onlar diye başlamak

John Holloway’in 'Kapitalizmin İçinde, Kapitalizme Karşı ve Kapitalizmin Ötesinde ‘San Francisco Dersleri' adlı kitabı İletişim Yayınları'ndan çıktı. Yazar devrim anlayışını, klasik anlamının dışına çıkarıyor.

Abone ol

DUVAR - İçinde bulunduğumuz dünyaya dair olumlu düşünmek gittikçe zorlaşsa da umudu diri tutan, bize aslında ne olduğumuzu gösteren, belki de kendimize inanmamızı sağlayan düşünürler var neyse ki. Dünyada sanırım şu an en kolay olan şey kötümserlik içeren tahayyüller ortaya koymak; krizlerden, olumsuzluktan kapitalizmden yola çıkarak dünyanın sonuna dair teoriler geliştirmek. Evet, körü körüne umut insanı at gözlüğü takıp asıl olanlardan uzaklaşmaya sürükleyebilir, geleceğe yönelik belirsiz sloganlara sığınıp, gerçeklikten uzaklaşmamıza da sebep olabilir. Ancak bir şekilde direnme gücünü sürdürmek gerekiyor.

Sanırım bir şekilde bize kendimizi bu anlamda hatırlatan aslında bizim değil kapitalizmin kriz içerisinde olduğunu gösteren, devrimi kocaman ideal bir hayal olmaktan çıkaran, peşin hükümlerle, verili teorik reçetelerle hareket etmek yerine sorgulayarak ilerlenecek bir yol çizen, John Holloway gibi düşünürleri daha sık uğrak noktası yapmamız gerekiyor. Holloway’in Kapitalizmin İçinde, Kapitalizme Karşı ve Kapitalizmin Ötesinde ‘San Francisco Dersleri adlı kitabı da bu bağlamda önemli bir yerde duruyor. Kitap, Utku Özmakas çevirisi ile İletişim Yayınları tarafından basıldı. Ayrıca, girişte Holloway’in felsefesine dair yazılanlar, düşünüre ilk kez temas edecek okur için de onu tanıma fırsatı sunuyor diyebiliriz.

John Holloway

BİZ KİMİZ?

Holloway yola bu soru ile başlıyor. Ona göre, Marksist gelenek hep "onlar" diye başlayarak büyük bir hata yapmıştır. Çünkü bu kendimizden söz etmekten çok kapitalist tahakküm üzerine, kapitalist tahakkümün değişen biçimleri üzerine konuşarak işe başlamaktır ve bu kendimizi bir şekilde kapitalist tahakküm ilişkileri içerisine hapsedilmiş olarak bulmamızı sağlar.

Tahakkümden yola çıkmak, kendimizi bir tahakküm kuramının içerisine hapsetmek anlamına gelir. Bu nedenle Holloway, bizi bir tahakküm kuramına esir edecek teorilerden değil öncelikle bizden söz ederek başlıyor tartışmasına. Bunun da şöyle bir gerekçesi var aslında: Mesela işçi sınıfından tartışmaya başlarsak konuşmamız “onlar” şeklinde devam eder, yani bir anlamda onları nesnemiz yaparız, kendimizi böyle konumlamamız onlara dair üst bir bakışı, yol göstericiliği ifade eder. İşçi sınıfının kendi özneliğinin reddidir bu, ki klasik Marksizm’in en önemli hatalarından biridir.

'BİZ' HAYSİYETTİR

"Biz” sorusuna gelirsek, “biz” haysiyettir Hollaway’e göre. Çünkü haysiyetimiz ayaklar altına alındığında ayaklanır isyan ederiz. Bu düşünürün Zapatista'lardan devşirdiği bir özellik anladığım kadarıyla -ki kitap boyunca yazarın onların direnişinden oldukça etkilendiğine, teorik açılımlarını onlardan yola çıkarak kurduğuna tanıklık ediyoruz- ilk Zapatista mektuplarından birinde geçen ve kitapta da yer eden cümlenin şu kısmı; “Kardeşlerim elimizdekinin haysiyet olduğu gördük ve ona sahip olduğumuzu unutmanın utancını gördük.Haysiyetin insanı yeniden insan yapan o iyi şey olduğunu gördük ve haysiyet kalplerimizdeki yerine geri döndü…”

Yani Holloway antikapitalist “biz” olmanın haysiyetli olmak, onurumuzun ayaklar altına alınmasına isyan etmek olduğunu söylerken şuna da dikkat çekiyor: Kapitalizmin berbat bir şey olması hakkında konuşurken aslında kendimizden de söz ediyoruz. Ayrıca haysiyet hakkında düşünmek, "biz buradayız" demek, özneler olarak buradayız siz bizi görünmez kılmaya çalışsanız da haysiyetimizle görünür olmasını biliriz, Zapatistaların kar maskelerinin onları görünür kılmasını sağlayan şeydir bu, haysiyetli biz olma durumu.

HAYSİYETLİ OLMAK BİZLERİ MAĞDUR VE KURBAN OLMAKTAN ÇIKARIR

Haysiyetli olmak bizleri mağdur ve kurban olmaktan çıkarır aynı zamanda. Eğer bizden değil de mağdur edilmişliği kabul eden bir tahakkümle yola çıkarsak, kendimizi bu ilişkilerin taşıyıcısı olarak görürüz diyor Holloway ve böyle düşünen sol geleneği eleştiriyor. Çünkü ona göre bizler yoksul, zavallı, kurban olduğumuz için değil, tam tersine, zengin olduğumuz için isyan ederiz. Kendimizden, kendi zenginliğimizden yola çıkmak sanırım buradaki “biz” olmanın kilit noktası.

Ki Hollloway Marx’ın şu cümlesini hatırlatarak onun da yoksulluktan değil zenginlikten yola çıktığını düşünüyor: “Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği, ‘muazzam bir meta yığını’ olarak görünür.” Düşünüre göre klasik okumalar bu cümleyi okumaya metalardan başlıyorlar ve bu bir yanılgı, Holloway bu cümlede Marx’ın zenginlikten yola çıktığını düşünüyor, bizim yoksulluğumuzdan, yenilgimizden, çöküşümüzden değil. Ve sanırım haklı da. Metalar üzerinden konuşmaya başlamak bizi yine bir teori ya da tahakküm üzerine konuşmaya itiyor. Oysa düşünürün ifadesiyle okumak konuyu bizden yani kendimizden başlayarak tartışmaya açıyor.

Kapitalizmin İçinde, Kapitalizme Karşı ve Kapitalizmin Ötesinde - San Francisco Dersleri, John Holloway, çev.Utku Özmakas, 125 syf, İletişim Yayınları, 2017.

BİZLER SIRADANIZ 

Biz’in önemli özelliklerinden birisi de sıradan olmak, kendimizi özel bir yere konumlamamak, özel olduğumuzu düşünüp başkası hakkında konuşmayı bırakmak. Burada yine Zapatista geleneğine gönderme yapıyor. Bir de asıl bahsedilmesi gerekenlerden birisi Holloway’in altını çizdiği “biz”in bir kimliğe gönderme yapmadığı tam tersine bu “biz” kimliklere sığmamayı, ondan taşmayı, verili kimlik sınırlarını aşmayı gerektiriyor.

"Kadın mısın? Evet daha fazlası olabilirsin. Gay misin? Evet daha fazlası olabilirsin" gibi bir anlamdan bahsediyor Holloway, yani kim olduğuna dair verili kararın sınırlarından çıkmak bu bir anlamda. Hollowayci anlamda biz olmak ayrıca kendi kendimizle çelişmeyi, toplum içinde topluma karşı olmayı, uyumsuzluğu, çelişkiyi, biz varız demeyi, kurum karşıtı olmayı, çalışmaya karşı eylemeyi gerektiriyor.

Böyle bir “biz” olmak üzerine düşünmek ilk önce konuşmaya kendimizden başlamak açısından önemli görünüyor ayrıca kimlik siyasetini parçalamak onun ötesine geçmek de dikkate değer çünkü bunun anlamı kitabın en başında yazarın ifade ettiği gibi “sınırlara” karşı dans etmek demek.

DEVRİM HAKKINDA DÜŞÜNMEK

Holloway’in üzerinde durduğu ve bence önemli olan konulardan birisi de devrim hakkında düşünmek. Yazar bu konuda düşünmeyi klasik anlamının dışına çıkarıyor. Ona göre bir iktidarı alıp yerine başkasını koymak, "gel bizi sen yönet" demek hiç de doğru bir şey değil. Devrim hakkında son yıllardaki bireysel hareketler de önemli; ancak yapılması gereken devamlı çatlaklar yaratmak. Sermayede, devlette ve kapitalizmde yaratacağımız çatlakların derinleşmesi sanırım onun bahsettiği devrim bu. Akıntıya karşı sürekli kürek çeken “bizler” olarak var olmak yani. Zapatistalar gibi, Oakland’ı işgal et hareketi gibi, 2000 yılında Cochabam’da insanların suyun satılmasına karşı ayaklanması gibi…

Devrim dediğimiz şey Holloway’in deyimiyle şöyle: “Evet, devrim sorununu yeniden ele aldığımızda, onu devlet iktidarını nasıl ele geçireceğimiz bakımından düşünmemeliyiz, çünkü bu işe yaramıyor. Devrimi yaratıcılık, genişleme, çoğalma ve bu çatlakların birleşmesi açısından düşünmek mecburiyetindeyiz.” Yani devrim dediğimiz şey dünyayı birden bire tamamen değiştirmek anlamından çıkıyor böylece, küçük küçük çatlaklar açmak ve olabildiğince çatlakları derinleştirmek, düşünürün benzetmesiyle, sermayeye iğnesini batıran arılar olmak.

DEVLETE HAYIR DEMELİYİZ 

Devrim üzerine düşünürken, dikkat etmemiz gereken bir diğer şey ise devrimi devlet üzerinden düşünmemek. Holloway “devlete hayır demeliyiz, temelimiz kesinlikle bu olmalı” diyor. Çünkü devrimi devlet üzerinden düşünmek bizi onu gelecekte tahayyül etmeye götürür. Oysa devrim bir çatlak uzağımızda, yani zamanın şimdisinde her an gerçekleştirebileceğimiz şu anda, tam karşımızda duruyor.

Ayrıca devrimi devlet üzerinden düşünmenin bir diğer yanı yine yazara göre, “Görkemli bir günü, bir partiyi, bir örgütü, hatta belki de bir orduyu inşa etmek, yalnızca iktidarı ele geçirdiğimizde değişikliklerin gerçekleşeceği bir geleceği inşa ediyoruz demektir.” Gerçekten de böyle değil midir? Bu bana göre tekrar yönetilmeye gönüllü olmaktır ve zaten dünya bunlar üzerine yeterince düşünüp zaman kaybetmedi mi gibi sorular geliyor akla ve zaten bunu deneyimlemedik mi?

BİZ SERMAYENİN KRİZİYİZ VE BUNDAN GURUR DUYUYORUZ

Kitaba dair son olarak bahsetmek istediğim konu aslında tüm bakış açımızı ters yüz edecek kadar önemli. Dünyadaki herhangi bir krizde genelde devleti, kapitalizmi, sistemi, bankayı falan sorumlu tutarız değil mi? Biz suçlu değilizdir yani; onların sorumsuzlukları, iyi yönetememeleri yüzünden bu felaketi yaşıyoruzdur. Holloway bu düşünceyi tersine çeviriyor. Ona göre tam tersi krizlerin sorumlusu bizleriz, yani bankaya, finans kapitale, devlete, "daha hızlı, daha çok çalış" diyen şirketlere itaat edenler.

Klasik sol anlayışlar bu durumun değişmesi için, kriz içerisinde bulunan yukarıda bahsettiğimiz kurumlardan, politikalarını değiştirmeleri için devamlı talepte bulunurlar. Oysa Holloway’ci bir perspektifle bakarsak şöyle demeliyiz, bu krize biz sebep olduk yani haysiyetli olanlar, sizin otoritenizi kabul etmeyenler, çalışan ama çalışmaya karşı olanlar, itaat etmeyenler… Krizin sebebi biziz ezilenler çünkü size yeterince itaat etmedik, çatlaklar açtık ve bu nedenle özne biziz. Bu müthiş tersine çevirme ile ilgili heyecanıma sayfalar yetmez açıkçası. Böylece Holloway, devamlı olarak bizi kaybeden olarak gösteren dünyaya, sol ideolojilere, kendi yarığını açıp bırakmış oluyor. Bize kendimizi, haysiyetimizi, itaatsizliğimizi hatırlatıyor.

Ne dersiniz, hep kaybeden olmaktan, kimliklerin çizdiği sınırlarda hareket etmekten, devletten, partilerden, ideolojilerden devamlı bir şey talep edip, kendiliğimizi, haysiyetimizi kaybetmekten yorulmadık mı? Ben yoruldum.