Marmara Gölü’nde ekolojik kırım ve tarih

Tarih, Marmara Gölü ve havzasının tarıma açılmasının bir ekolojik kırımla sonuçlanacağını ve hepimizin buna karşı çıkması gerektiğini, aksi taktirde gölle geleceğimizin de yok olacağını gösteriyor.

Abone ol

Semih Çelik*

“Hocam kurtarın şu gölü; yoksa hepimizi yiyip bitirecek” diye feryat etmişti köylülerden biri. Kuruyan gölün arazisinden yer kapmak isteyen köylüler arasında birkaç hafta önce silahlı kavga çıkmış, üç kişi ölmüştü Mehmet Abi’nin anlattığına göre. 2022 Ağustosu’nda, her yıl tüm medya kanallarında kuruduğu haberleri servis edilen Marmara Gölü’nün havzasına bakan bir tepedeydik. Bir zamanlar gölün olduğu yerde şimdi tarlalar uzanıyordu. Bir tarihçi olarak gölü nasıl kurtarabilirdim ki? Göz göre göre gelen bu ekolojik kırıma karşı ben ne yapabilirdim? Doğanın talanı karşısında “hoca” olarak sorumluluğumu nasıl yerine getirebilirdim?

2019’dan beri Manisa’nın Gölmarmara ile Salihli ilçeleri arasındaki sınırda yer alan ve görece küçük bir alanı kaplayan Marmara Gölü üzerine Osmanlı arşivlerinde araştırma yapıyorum. Mart 2020’de ilk kez ziyaret edene dek bu gölün önemini kavrayamamıştım. Sulak alanlarının oluşturduğu bereketli topraklarla sadece bugün içinde, üzerinde ve etrafında yaşayanları değil, koca bir tarihi de besliyordu Marmara Gölü. Ne zaman doğduğunu kesin olarak bilmesek de (en azından 8 bin yaşında var) Marmara Gölü’nün uzunca bir süredir yalnız olmadığını biliyoruz. Günümüzden 4 bin yıl önce, orta-geç bronz çağında kurulan ve bugün Kaymakçı olarak adlandırılan yerleşim gölün Batı sınırlarındaki yamaçta, benim Mehmet abiyle konuştuğum tepede kurulmuştu. Göl ve sulak alanları buradaki hayatın tam kalbinde yer alıyordu. Bu yerleşimde yapılan kazılarda gölün ekonomik, sembolik ve dinsel önemine işaret eden pek çok kalıntıya rastlanmış durumda. Dahası, gölün güneyinde, Gediz nehrinin suladığı geniş arazinin bitiminde Lidya uygarlığının başkenti Sart ve etrafında yüze yakın kral mezarı (Tümülüs) yer alıyor. Lidyalılar Marmara Gölü’ne Lidya kralı Gyges’in adını vermişlerdi: Gygaia Limne. Tarihçi Heredot’a göre Lidyalılar Gygaia gölünün kuru(tul)ması imkânsız bir göl olduğuna inanıyorlardı [1]. Göl hem kutsaldı hem de gölü besleyen o kadar çok kaynak vardı ki, göl kurusa da mutlaka geri gelirdi. Öyle de olmuştu; ta ki (MS.) 2022 yılına kadar!

2021 yazında, önceki birkaç yılda kurak geçen bahar ve kış ayları gölün tamamen kurumasıyla sonuçlanmıştı. 2022 itibariyle kuruyan, Devlet Su İşleri’ne (DSİ) ait koruma altındaki sulak alanları oluşturan göl tabanı civar köylerden gelen birkaç çiftçinin işgaliyle tarıma açılmış ve 2022’nin ortalarında bütün göl tabanı traktörlerle sürülmüş ve ekinlerle kaplanmıştı. DSİ’nin gözleri önünde gerçekleşen bu talan 2023 Martı’nda Manisa Valiliği’nin koruma altındaki sulak alan ve göl arazisini Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü’ne (TİGEM) devretme planıyla meşrulaştırılmış ve böylelikle Marmara Gölü’nün binlerce yıllık direngenliğine yönelik ekolojik kırımın fermanı verilmiş oldu. Bu plan yalnızca bir gölün ve sulak alanlarının yok oluşunu değil, bir ekosistemin binlerce yıldır ev sahipliği yaptığı biyolojik çeşitliliğin ve kültürel ve doğal mirasın da sonuna işaret ediyor. Türkiye’nin ilk iklim davasıyla sonuçlanan bu gelişmeler, bir tarihçi olarak Marmara Gölü’nün biraz da istisnai tarihine ışık tutmayı daha da gerekli kılıyor. Gölü kurtarmak için en azından onun hikayesini anlatmayı deneyebilirim...

Bir Osmanlı tarihçisi olarak bu gölle ilgili araştırma yapmaya başladığımda arşivlerde bu kadar küçük bir gölle ilgili pek bir şey bulamayacağımı sanmıştım. Ama aksine, yüzyıllar boyunca iklim değişiklikleri, siyasal, toplumsal ve ekonomik dönüşümler karşısında varlığını sürdürebilmiş direngen bir ekosistem ve bu sistemi bilinçli politikalar ışığında sürdürmeye çalışan, çatışmalı da olsa tutarlı bir idari sistem çıkmıştı karşıma. Lidyalılar haklıydı. 1500'lerin ortalarından itibaren mevcut kayıtlar bize gölün dönemin “Küçük Buz Çağı” olarak adlandırılan aşırı soğuk ve kurak iklimi karşısında kimi zaman donduğu, kimi zaman da kuruduğunu, ancak her durumda bir şekilde geri geldiğini gösteriyor.

HALİME HATUN VAKFI VE MARMARA GÖLÜ SULAK ALANI

1570’lerin kurak ve soğuk iklim koşullarından sağ çıkan Marmara Gölü’nün tarihinde 1603 yılında önemli bir kırılma gerçekleşiyor. Sultan III. Mehmed’in süt annesi Halime Hatun’a verilen ve Marmara Gölü’nün kuzey sınırına dayanan araziler Halime Hatun’un Gölmarmara kasabasında yaptırdığı ve bugün de sapasağlam ayakta duran cami, medrese, imarethane ve hamamdan oluşan külliye için vakfediliyor. Halime Hatun vakfı, Marmara Gölü’nün sadece bir göl yatağından ibaret olmadığı, etrafındaki sazlıklar ve dinamik sulak alanlarla bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiği fikri üzerine idari uygulamalar geliştirmişti. Bu uygulamalar 17’nci yüzyıl Osmanlı toprak (ve su) hukukuna dair düzenlemelerde de yansımasını buluyordu. 1630 tarihli Sofyalı Ali Çavuş kanunnamesi bir gölü etrafındaki sazlık ve çayırlıkla birlikte bütüncül bir ekosistem olarak tanımlamaktaydı. 1680’lerde vakfın idarecilerinden Fatma Hatun İstanbul’a gönderdiği bir dilekçede bu döneme kadar bölgede sükûnetin hâkim olduğuna ve bu ekosistemde kayda değer değişimlerin yaşanmadığına işaret ediyordu. Ancak 18’inci yüzyıl başlarında keskinleşen iklimsel anomaliler idari tepkilerde de yansımasını bulacaktı. İklimsel anomaliler ve insan ihtiyaçlarının farklılaşması hukuki normların da yeniden değerlendirilmesini gerektiriyordu.

Örneğin 1703 yılında meydana gelen bir kuraklık, suların çekilmesi ve acılaşmasına, balıkların ölmesine yol açmıştı. Göl kuruduğundan etraftaki sulak alanlarda (bugünkü Sazköy civarında) ava çıkan balıkçılardan vergi toplamaya çalışan vergi memurlarına balıkçıların yanıtı “biz gölde balık avlamıyoruz” (biz gölde saydeylemeziz) olmuştu. Zira balıkçıların nezdinde gölden arta kalan sulak alanlar artık başkalaşmış ve yeni, henüz vergi kaydı bulunmayan bir ekosistem haline dönüşmüştü. Balıkçılar, gölün ortadan kaybolmasını vergi sisteminde bir boşluk olarak kullanırken Osmanlı idaresi ve vakıf yöneticileri Marmara Gölü’nün sadece göl yatağında biriken sudan ibaret olmadığını, balıkçıların “gölün ayağında” (gölü besleyen su kanalları) ve “gölün kulağında” (göl yatağının devamı olan sulak alanlar) balık avladıklarını, dolayısıyla ekolojik (ve böylece ekonomik) olarak süreklilik ve bütünlük arz eden bir sistem dahilinde faaliyet gösterdiklerini ifade ediyorlardı. Göl er ya da geç geri gelecekti. Göl kurumuşsa da onu oluşturan ekosistem bütünlüğünü koruyordu. Ve görünen o ki Osmanlı hukuki-idari dağarcığında bu ekolojik bütünlüğün kavramsal karşılıkları (gölün kulağı, ayağı…) mevcuttu.

TEK GÖL MÜ İKİ GÖL MÜ?

1750’lerde başlayan ve yaklaşık 20 yıla yayılan görece kurak bir dönem, Marmara Gölü ve çevresinde daha büyük ve karmaşık sonuçların ortaya çıktığı süreçleri tetiklemişti. Yaklaşık 20 yıl sürecek bir dava süreci, gölün ve sulak alanın ekolojik dinamizmini ve Osmanlı aktörlerinin yerel ekosistemlere dair yaklaşımını gözler önüne seriyor. 1764’te Halime Hatun Vakfı mütevellisi El-Hac Ahmed, Manisa kadısına verdiği dilekçesinde gölün güney kıyılarında yer alan Uzgur mukataasına sahip olan Ahmed el-Hac’ın göldeki balık vergisi üzerinde hak iddia ettiğini ve bunun vakfın kadim haklarına bir tecavüz olduğunu iddia ediyordu. Karşılıklı suçlamaların akabinde Manisa’da başlayan ve İstanbul’a kadar uzanan davanın bu kadar uzun sürmesinin sebebi ise resmi kayıtlara göre hem Halime Hatun Vakfı’nın hem de Uzgur mukataasının Marmara Gölü’nde balık avı vergisi üzerinde meşru haklarının oluşuydu. Hem vakıf idarecilerinin hem mukataa sahibinin hem de yerel ve merkezi Osmanlı bürokrasisinin kafasını karıştıran süreç her ne kadar kayıt tutma pratikleriyle ilgili teknik bir sorundan kaynaklanıyor gibi gözükse de işin temelinde göl ve sulak alanın iklimsel anomaliler karşısında geçirdiği dönüşüm yatmaktaydı. 1750’lerin ikinci yarısından itibaren bahar yağışlarında meydana gelen azalma top yekûn bir kuraklığa yol açmamış, ancak uzun süreli yağış azlığı gölün orta bölgesindeki boğazın genişlemesi ve gölün ikiye ayrılmasıyla sonuçlanmıştı. 1750’de Sart harabelerine gelen Giovanni Battista Borra bize gölün o dönemde nasıl ortadan ikiye ayrılmış olabileceğini gösteren bir çizim bırakmıştır. Gölün iklimsel değişiklikler karşısında aldığı bu hal, vakıf yetkililerine ve yerel aktörlere kıyasla Osmanlı merkezi bürokrasisinin yabancı olduğu bir konuydu. Yine de kayıtlar itibariyle her iki tarafın da balık avı vergisini toplama hakkı olduğunu gösteren ve hukuken içinden çıkılmaz bir hal alan dava süreci, ekolojik dönüşüme dair ipuçlarının değerlendirilmesini gerektiriyordu.

Davanın bir aşamasında İstanbul’daki imparatorluk bürokratları Marmara Gölü etrafındaki muammayı çözmeye çalışırken, imparatorluğun mali işlerinden sorumlu başbakikulu gölün ekosisteminin değişkenliğini ve Borra’nın çiziminde ifadesini bulan jeomorfolojik koşulları sorgulamıştır: “Tarafeynin hududları dahilinde bulunan göl tek göl müdür yoksa başka başka mıdır?” Teknik bir ifade gibi duran bu soru davanın seyrini değiştirmiş ve Marmara Gölü’nün tek bir gölden ziyade iklimsel koşullara göre şekil değiştirebilen ve ikiye (ve belki daha fazla parçaya) ayrılabilen bir sulak alan olduğunun ön kabulünü oluşturmuştu. Bu çerçevede, 1782’de Halime Hatun vakfının değişken bir sulak alan ekosistemine dayalı göl ekonomisi üzerinde kadimden hakkı olduğu ve Uzgur mukataasının ancak gölün jeomorfolojisindeki değişimden sonra bu hakkı elde ettiğine karar verilmişti. Halime Hatun Vakfı göl ve sulak alanlar üzerindeki yetkilerini pekiştirmişti.

Şekil 1 - Borra’nın 1750 civarında çizdiği orta Gediz vadisi haritası. Kuzey aşağıdadır. Marmara Gölü ortadaki boğazla ikiye bölünmüş olarak gösterilmiştir.

ON DOKUZUNCU YÜZYIL – MARMARA GÖLÜ DİĞER GÖLLERDEN DEĞİL…

1820’lerden itibaren merkezileşmeyi temel alan Osmanlı siyasi-idari yapılanması ve özel mülkiyeti daha çok merkezine almaya başlayan hukuki ve ekonomik sistem, Marmara Gölü ve sulak alanlarının idaresinde de önemli kırılmalara yol açtı. 1826’da kurulan Evkaf-ı Hümayun Nezareti, hanedan üyelerinin kurduğu vakıfların gelirlerinin idaresini merkezi bir sisteme bağlamış, dolayısıyla Halime Hatun Vakfı gibi yerel doğal kaynakların fiili idaresini elinde bulunduran kurumlar göreli otonomilerini yitirmeye başlamışlardı. 1858 arazi kanunnamesinin 123’üncü maddesi, göllerin ve nehirlerin kuruyan kısımlarına devletin el koyabilmesini ve bu toprakların iltizam sistemi dahilinde belirli sürelerle özelleştirilmesinin önünün açıyordu. Yüzyılın ortalarında Marmara Gölü’nden avlanan balıkların vergisi de artık Halime Hatun vakfı tarafından değil, mültezimler tarafından toplanıyordu. Saruhan sancağında siyasi güç ve ekonomik sermaye sahibi olan ve göl etrafında da konuşlanmış olan Karaosmanoğlu gibi ayan aileleri için Marmara Gölü’nün bereketli suları ve sulak alanları kârlı yatırım alanları olarak görülmekteydi. Ancak yine de yüzyılın ortasından itibaren meydana gelen kuraklık ve kıtlıklar gölden avlanan balık miktarlarını büyük ölçüde düşürmüş ve söz verdikleri miktarda vergiyi toplayamayan mültezimler devlete gitgide daha fazla borçlanmaya başlamışlardı. Göl ve sulak alanlarının yoğun balık avı ve tarımsal üretime yönelik faaliyetlerle birlikte iklimsel anomaliler sonucu sağlıksızlaşması, örneğin 1886-1888 dönemi için balık avı vergisine kimsenin yatırım yapmak istememesiyle sonuçlanmıştı. Göl ekonomisi, ekolojiyle doğrudan ilişkiliydi. Önceki yüzyılda köylüler, balıkçılar, vakıf idaresi ve Osmanlı yerel idaresi arasında yerelde gerçekleştirilen müzakerelere dayalı göl idaresi artık yerel ve merkez arasında farklı katmanlarda konumlanmış aktörlerin çatışma ve müzakere alanı haline gelmişti.

Şekil 2 – 1890’lardan orta Gediz vadisi ile Marmara Gölü havzasını gösteren Osmanlı haritası.

Bu çatışma ve müzakere alanı, 1881’de Osmanlı dış borçlarının idaresi için kurulan ve bünyesinde Osmanlı ve Avrupa’dan pek çok aktörü barındıran Osmanlı Düyun-u Umumiye İdaresi’nin vergi üzerindeki kontrolünün 1888’de balık avı vergisini de kapsayacak şekilde genişletilmesiyle daha da karmaşık bir hal aldı. Bu durum, Marmara Gölü dahil pek çok göl ve sulak alan ekosistemini Düyun-u Umumiye İdaresi’nin aktörlerine devrediyordu. 1893’te tüm imparatorluk coğrafyasında hissedilen ağır kuraklık dönemi, gölün önemli bir kısmının kurumasına ve Marmara Gölü tabanından 7000 dönümden fazla bir arazinin ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Defter-i Hakani İdaresi’nin İzmir şubesi bu araziyi 1858 Arazi Kanunnamesi’nin 123’üncü maddesi çerçevesinde kayıt altına alarak iltizama vermek üzere ihaleye çıkarmıştı. Buna karşılık Düyun-u Umumiye İdaresi, gölün ve sulak alanların tarihi ve güncel antropojenik ve iklimsel koşullar karşısındaki durumunu göz önünde bulundurarak Marmara Gölü’nün bataklık, sazlık ve çayırlık alanlarla bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiğini, bu gölün aynı dönemde kuruyan başka göllere benzemediği ve suyunun bir noktada geri geleceğini ifade ederek Osmanlı merkezi idaresinin eylemine karşı bir dava süreci başlatmıştı.

Bu dava kısa sürmüş, Osmanlı idaresi Düyun-u Umumiye’nin iddiasına karşı koymamış ve 123’üncü maddenin Marmara Gölü’ne uygulanamayacağını kabul etmek zorunda kalmıştı. Gölü ve sulak alanlarını devletin ve mültezimlerin kârlı yatırım hedefleri olmaktan kurtaran Düyun-u Umumiye, bu ekosistemin nasıl daha sağlıklı bir hale getirilebileceği üzerine çeşitli maddeler de ortaya koymuştu. Buna göre 19’uncu yüzyılın ortalarında yasaklı av aletleri kullanılmaya başlandığı ve balık popülasyonunun yok olmaya yüz tuttuğu ifade edilmiş ve balık nüfusunun yeniden artması için yasaklı aletlerin kontrolünün sıkılaştırılması, göle balık yumurtası bırakılması ve belli büyüklüğün altındaki balıkların avlansalar dahi göle bırakılması gibi önlemler önermişlerdi. Yine gölü besleyen su kanallarının tıkanmasından dolayı göl ve sulak alanda suların sirkülasyonunun engellendiği ve su kirliliğinin ortaya çıktığı vurgulanmış ve bu kanalların temizlenmesi önerilmişti. Bununla birlikte idare, iklimsel olarak yaz sıcaklıklarının artmasının insan eliyle meydana gelen olumsuzlukları daha da beter hale getirdiğini ifade etmişti. Gölün kuruduğu durumlarda bölge halkının göl tabanında tarımsal üretim yapmasının ise kesinlikle engellenmesi gerekiyordu. Her şeyden önemlisi, göle mücavir olan sulak alanlar ve sazlıkların gölün ekosisteminin bir parçası olduğu (gölün tetimmat ve müştemilatından olduğu) vurgulanarak bütüncül bir koruma sistemi geliştirilmesinin öneminin altı çizilmişti.

Yirminci yüzyılın ortalarından itibaren göle ve sulak alanlarına yönelik politikalar önemli ölçüde değişmişse de Marmara Gölü ve sulak alanları, barındırdığı biyolojik çeşitlilikle birlikte varlığını sürdürmüştü. Göl kurusa da her zaman geri gelmişti.

TARİH BİZE DOĞAYLA İLGİLİ NE ÖĞRETİR?

Halime Hatun Vakfı ile Düyun-u Umumiye idaresindeki Marmara Gölü havzasında, mevsimsel ve dönemsel olarak büyüklüğü değişse de bazen ortadan ikiye bile ayrılmış olsa, tek bir sulak alan ekosistemi üzerine bütünlüklü bir çerçeveden politikalar üretilmiştir. Nitekim gölü ve sulak alanlarını dönemin büyüyen sermaye sahiplerinden koruyan da bu yaklaşım olmuştu. Gölün ve sulak alanlarının tarihine dair bilgi, bu yaklaşımların temelini oluşturmuştu. Bugün gölün olağandan daha fazla çekilmesi, tarihsel bilginin sağladığı izleğe ters düşecek şekilde zengin biyolojik çeşitliliğe sahip sazlıklar ve sulak alanların devlet tarafından tarıma açılması için bir bahane haline gelmiş durumda.

Marmara Gölü bugün sadece sınırları belirli, statik bir göl olarak değil daha geniş ve değişken bir sulak alan ekosisteminin parçası olarak ekonomik, ekolojik ve kültürel önem taşıyor. Sulak alan ekosistemleri dünyadaki toplam orman alanlarından yaklaşık 2 kat fazla karbon emilimi sağlar ve en az ormanlar kadar biyolojik çeşitlilik alanı sağlarlar. Bu yüzden 2 Şubat 2023 Uluslararası Sulak Alan Gününün teması olan “sulak alanların restorasyonu” meselesi Marmara Gölü ve sulak alanları çerçevesinde de gördüğümüz gibi daha da önem kazanıyor. Marmara Gölü ve sulak alanlarının, iklim değişikliği ve insan müdahalelerinden mustarip diğer sulak alanlar gibi hem ekolojik hem de tarihsel bütünlüğü içerisinden değerlendirilmesi ve koruma süreçlerine yönelik politikaların bu çerçeveden üretilmesi gerekiyor. Tarih, Marmara Gölü ve sulak alan havzasının tarıma açılması ve TİGEM’e devrinin bir ekolojik kırımla sonuçlanacağını ve hepimizin buna karşı çıkması gerektiğini, aksi taktirde Mehmet Abi’nin işaret ettiği gibi gölle birlikte geleceğimizin de yok olacağını gösteriyor.

Şekil 3 – 30 Kasım 2022 tarihli Manisa Valiliği emri ekinde yer alan TİGEM’e kiralanacak arazi ile bir set inşasıyla sınırlanacak Marmara Gölü havzası

*Bu yazı Koç Üniversitesi’nden Christina Luke ve Christopher H. Roosevelt ile birlikte yaptığımız araştırmalar ve sonucunda yayımladığımız “Ottoman Lakes and Fluid Landscapes: Environing, Wetlands and Conservation in the Marmara Lake Basin, Circa 1550–1900” Environment and History doi: 10.3197/096734022X16470180631460 künyeli makaleden esinlenmiştir. Christina ve Chris’e teşekkürü borç bilirim. 

[1] Lidya ve Kaymakçı’daki arkeolojik çalışmalar ile gölün merkeziliği üzerine Christopher H. Roosevelt ve Christina Luke’un çalışmalarına bakınız. Örneğin Luke ve Roosevelt, “Cup-Marks and Citadels: Evidence for Libation in 2nd-Millennium B.C.E. Western Anatolia” Bulletin of the American Schools of Oriental Research (2017): 1-23; Roosevelt ve Luke, “The Story of a Forgotten Kingdom? Survey Archaeology and the Historical Geography of Central Western Anatolia in the Second Millennium BC” European Journal of Archaeology 20 (2017): 120–147.

* Yard. Doç. Dr., Exeter Üniversitesi, Arkeoloji ve Tarih Bölümü