İnsan bir yakınını kaybettiğinde üstüne hemen bir şey diyemiyor. Onun hakkında söylenen şeyler, bir hastanın ölümüne ilişkin yazılmış bir doktor raporu kadar gerçek ama onun kadar manasız kalıyor. Bu yüzden, cenaze töreni sırasında yapacağım bu konuşma, Marmara’nın neden öldüğüne ve hepimizin iyi bildiği katillerine ilişkin değil, daha çok kendisini anlatmaya yönelik. Yani ölenin kimin olduğuna dair, neyi kaybettiğimize dair kişisel bir şey bu.
-Cinayeti kör bir kayıkçı gördü / Ben gördüm kulaklarım gördü –
İstanbul’un Marmara’ya yakın banliyösünde geçti çocukluğumuz. Sabah çıkıp, tren yolunun üstünden yürüyerek gidiyorduk ona. Traversleri sayıyorduk yolu ölçmek için. Üstlerine yanmış yağ damlamış oluyordu traverslerin, oturursan lekeleri çıkmazdı. Tren geldiğinde hemen yanı başına inip, yola devam ediyorduk. Birbirimize o hafta tren yolunda ezilenlerin hikayelerini anlatıyorduk. Daha çok panik yapıyorlardı ölenler. Yoldan kaçacaklarına, aynı istikamete koşuyorlardı trenle birlikte ve tren yakalıyordu.
Bir kaza gördüğümüzde biraz uzaklarından dolanıyorduk. İnsanın ölümle karşılaşma merakı pek yok. Sanki hiç yokmuş gibi hareket ediyor ve bu yüzden de işlenebildi cinayet zaten. Sanki yer çekimi yokmuş gibi düşünüyorduk hepimiz, onlar Marmara’yı taammütten öldürürken…
Kayalıklardan denize giriyorduk. Dalgaları tren yolunun altını oymasın diye tren yolu işçileri yuvarlamıştı onları denizin kenarına. O zamanlar çok büyük kepçeleri yoktu beton medeniyetinin ve meğer ki çok büyükse kaya, bir dinamit çubuğunun insaflı patlayışıyla parçalanıyordu. Bunlardan biraz düzgün olan bir tanesinin üstüne havlu seriyorduk. Mutlaka ki yamuktu ama üstünden düşecek bir şeyimiz de yoktu zaten ama yine de denizde biz yüzerken, görülebilecek bir şekilde koyuyorduk. Bir havlu, kısa pantolon ve bir tişört seneye de giyebilmemiz için bol.
Ve sonra yüzüyorduk…
Öğlene doğru, biraz öteden dalıp, midye çıkartıyorduk. Bazen elimizi parçaladığımız oluyordu kabuklarının kayadan sökerken, bir tarafına yosun tutunmuş oluyordu bazen ya da deniz kestanesi aynı kayanın üstünde ikamet eden ve dikenlerinden kurtulamıyorduk bazen.
Yaraları deniz suyuyla sarıyorduk yine nasıl ki çocukluğumuzu denizle sarmışız gibi…
Ateş yakıp eskimiş travers parçalarından, midyeleri hiç temizlemeden, bir teneke parçasının üstünde pişiriyorduk. Isındıkça kabuğunu açıyordu. Deniz suyu sızıyordu, çok ateşten delinmiş teneke parçasına, cızırdıyordu.
Ve sonra yine uzun uzun yüzüyorduk.
Canımız ekmek çekerse, en yakın plaja yüzüyor, boş meyve suyu şişlerini çalıp, depozitosuyla ekmek alıyorduk.
O kadar çok şey yapıyorduk ki birlikte ve sonra yüzüyorduk….
Biz onun, Marmara’nın kenarında yaşıyorduk ve nasıl bilirdiniz rahmetliyi diye sorarsanız eğer, iyi bilirdik diye bağırırız tabii ki hepimiz ve nezaketten değil bu. Çünkü biz bu ölü denizin ve ölü kentin çocukları iyi biliyoruz sizi baylar, sizi yani katilleri…