Yeni bir yerde göreve başladığınızda, orada yerleşik yurttaşlarınızdan kimileri iyi niyetle, işgüzârlıktan veya fırsatçılıktan size yanaşır. Irak Kürdistan Bölgesi’nde Türkmenler, Kürtler, Asuri/Keldaniler var. Dahası Ezidi, Şabak, Gergeri, Mendai daha küçük kadim gruplar var. Türkmenlerin Ankara’ya, Erbil’e, Bağdat’a yakın olanı, Şiisi/Sünnisi, Erbillisi Kerküklüsü var. Türkiye’den çalışmaya veya ticarete gelmiş Kürtler var. Erbil’in banliyösünde bir kasaba görünümündeki Mahmur Kampı’nda köy yakmalardan göçmüş Kürt yurttaşlarımız var. Fethullahçılar da 1994’den itibaren gelip okul, hastane açmışlar. Aynı tarihlerden beri mevcut TSK’nın irtibat timleri var. Müteahhitler var. 2003’ten bu yana petrol çıkarmaya gelmiş iki şirketimiz var. Üzerine hem KDP hem KYB’nin Ankara’da keza 1990 ortalarından bu yana temsilcilikleri var.
Bunların her birinin Ankara’da belirli lobileri ve bağlantı ağları da var. Hepsinin üzerine gökten zembille bir Başkonsolos indiriyor Ankara 2010 Mart ayında. O inen aciz bendeniz oluyorum. Benim görevim Türkiye’nin ve IKB’deki Türkiye vatandaşlarının çıkarlarını korumak. Kimseye yaranmak veya hesap görmek değil. Belki oradaki yukarıda sözünü ettiğim ayrıntıları bilmek de görevimin bir parçası ama siyaseti bunların üzerine kurmaya kalkışmak esnaf kurnazlığı, zeka değil. Çarıklı erkan-ı harpliğe kalkışmanın alemi yok. Somut, sonuç alınabilecek dosyalara odaklanmaya çaba gösteriyorum. Bir yıl geçerli çok girişli vize uygulamasını yaygınlaştırmak. Bankaların şube açması. THY seferlerinin başlaması. Karşılıklı üst düzey ziyaretlerin artıp, sıradanlaşması. Müteahhitlerimizin büyük ihaleleri almalarına destek. Yeni sınır kapıları. Habur’un islahı. Kalkınma Bakanlığı’mızca IKB kurumlarına destek programı başlatılması vb. Ama olaylar şöyle gelişiyor.
Ankara’da bazı kerameti kendinden menkul zevat, Müslüman Kardeşler’in (MK) IKB uzantısının hem Erbil/Dohuk tarafında KDP’den sonra, hem Süleymaniye tarafında KYB’den sonra ikinci parti konumunda olmasına bel bağlıyor. Böylece mevcut yapıya kendince AKP dostu bir seçenek yaratabileceğini sanıyor. Oysa MK-Kürt üç partiye bölük: Kürdistan İslami -Birliği/Hareketi/Cemaati. Başkası kafayı hafızaya ve rabıtalara takmış. Efendim, Osmanlı devrinden kalma bazı aileler, ortak hafıza, rabıtalar vs. canlandırılacakmış. Anlatamıyorsunuz IKB’nin bugünkü yapısında bölgesel meclis, başkan, başbakan, hükümet, valiler, partiler var diye. Külliyen reddediyor, bana taş koymaya kalkma seni ezdiririm yollu sizi tehdit ediyor. Türkmenlerin bir kısmı kendilerini 1964-74 arası Kıbrıs Türkleri havasına sokmuş, barış harekatı bekliyor, başka bir kısmı Saddam 2.0 sürümü çıksın Bağdat’ta o zaman görüşürüz havasında, geri kalanı ticaretime bakarım diyor.
Ama hepsi size kuşkuyla yaklaşıyor. Hepsinin Ankara’da bağlantıları güçlü. Hepsi filin bir tarafından tutmuş iktidara fili öyle tarif ediyor. İktidar da zaten monşere mi inansın, tabii sahadan dosdoğru bilgi getiren bu her biri yek diğerinden civanmert arkakanal çakma Lawrence’larına inanacak. Monşerin ise alnı secde görmemiş. Her gördüğü sakallıyı babası sanıyor. Ne bilsin İslamcının kendi iç çekişmelerini? Fethullah okullarına sahip çık denilmiş, o da buna kılıf uydurmuş: Türkçe öğretiyorlar, sağlık hizmeti veriyorlar, en zor zamanlarda buralara gelmişler, Türkiye-IKB ilişkilerine insancıl katkı yapıyorlar diye anlatıyor.
Fakat bunlar yeterli olmuyor. Onlar da diğerleri gibi, kendilerini IKB’de bir iktidar ortağı olarak görüyor. Üstelik onlar da IKB’ni kurumsal olarak “tanımıyor”. Kendi kurdukları kişisel ilişkiler üzerinden işlerini yürütüyor ve sizin bunlara “karışmanıza” kıskanç biçimde karşı. Neredeyse sizin onlara tabi olmanızı talep ediyor. Sizi Ankara’ya “Başkonsolos bizi sevmiyor” veya “Başkonsolos bize karşı IKB’nin yanında” veya düpedüz “Başkonsolos İslam düşmanı” ya da en azından “Başkonsolos İslam dairesinin dışında” diye jurnalliyor. Zira Başkonsolos camide hiç bir Cuma boy göstermiyor, şarabı sevdiği de biliniyor.
Fethullahçıların o dönemde AKP ile de ilişkileri malum güçlü. Somutlaştıralım. Her bakan ziyaretinde, ki bunlar artık pek sık gerçekleşiyor, sizden önce onlar devrede. Programı hazırlamaya, programın büyük bölümünü de kendi okullarının, hastanelerinin ziyaretine, oralarda verilecek saatlerce süren brifinglere, yemeklere ayırmaya kalkıyorlar. Siz Erbil’deki Bilkent Okulu’nu ziyareti de programa dahil etmeye uğraşıyorsunuz her seferinde. Ayrıca resmi temaslar zaten sizin sorumluluğunuzda. Zaman kısıtlı. Etkin kullanmak gerek. Ama bu çabanız bir sabotaj, pişmiş aşa su katmak olarak görülüyor. İşin tuhafı Ankara’dan gelecek üst düzey konuklar da “Bilkent de nereden çıktı şimdi” havasında oluyor. Dahası, Bilkent’i idare eden Türkmenler de sizi Kürtçü, Barzanici veya düpedüz Kürt bellediğinden, onlara da yaranamıyorsunuz. Ne yapsanız, gelen üst düzey konuktan ya basbayağı azar işitiyorsunuz, ya serzenişte bulunuyorlar bu Fethullahçı kuruluşların Türkiye için dış siyasette ne denli önemli olduğuna dair. Bunalıyorsunuz.
Zaman içinde belirli bir uzlaşı, “modus vivendi” oluşuyor. Ama siz neticede işte alnı secde görmemiş bir monşersiniz. Fethullah’ın artık Ankara’da perde gerisinde gözden düşmüş olduğundan da bihabersiniz. Bu defa “Fethullahçılara çok yakın, galiba Fetocu” diye jurnalleniyorsunuz. Gayet iyi ilişkiler kurduğunuz IKB Başbakanı Neçirvan Barzani baş başa bir görüşmenizde samimiyetinize güvenip size “Fethullahçı dostlarına söyle, radyo kurmak gibi boylarından büyük siyasi faaliyetlere kalkışmasınlar, etkinliklerini eğitim ve sağlık hizmetiyle sınırlı tutsunlar; burada İslamcılık yapmaya kalkışan Suudi okulunu en yokluk çektiğimiz zamanımızda kapatmıştım, bu defa da çekinmem, gereken önlemleri alırım” deyiverince örneğin, paçalarınız tutuşuyor. Konu Ankara’ya resmi kanaldan yazılacak gibi değil. Uygun biçimde aldığınız ültimatomu paylaştığınız üstlerinizden “karışma” yanıtı alınca daha da şaşıyorsunuz.
Bu arada açıkça sizi bulunduğunuz yerden indirmeye yönelik biçimde kendi küçük “kaset” skandalınız patlıyor. Bu belden aşağı vurma yöntemine kimin meraklı olduğu o zaman değilse bile şimdi ayan beyan belli. 2004 sonbaharında Bağdat Büyükelçiliği ikametgahında çekilmiş on dakikadan kısa bir içkili veda gecesi CD’si, yemeğin onuruna düzenlendiği Büyükelçi’nin ofisinden ne zamansa çalınmış, sekiz sene sonra dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na 2012 Aralık ayında İstanbul’da servis ediliyor. Ortalık karışıyor. Esasen bu kaset işinden önce de bir yandan sırtınız başarınızdan ötürü sıvazlanırken, öte yandan Büyükelçi atanmanıza birileri hep taş koyuyor.
Nihayet, suratınıza tükürülür gibi mevsimlik standart “merkeze dönme” talimatını alıyorsunuz. Ağırınıza gidiyor, yirmi yıllık Bakanlık hizmetinizden istifa etmeye karar veriyorsunuz. Ama istifa kararınızın belki küçük de olsa bir siyasi yansıması olmasının önünü almak için bu defa 2013 Aralık ayı ortasında bakana seyrettirilen CD işi, 28 Mayıs 2014’te size gazete haberi olarak hem de Radikal’de tam sayfa manşetten geri dönüyor ve istifanız bununla ilişkilendiriliyor. Oysa merkeze alınma talimatı Mayıs ortasında. Bakanın o dönemki Basın Danışmanı Osman Sert elinde söz konusu CD’yle kimi gazetecileri gezip, “bakın bunun için ayrılmak zorunda kaldı” diye tezvirata devam ediyor. Yani size başın dik ön kapıdan değil, ancak kafan önünde arka kapıdan çıkarsın demeye getiriliyor.
O zamanki Bakan Özel Müşaviri Büyükelçi Gürcan Balık şimdi hapiste, Özel Kalem Müdürü Büyükelçi Ahmet Tuta meslekten ihraç edildi. Osman Sert nerede bilmiyorum, merak da etmiyorum. Bizim küçük kaset skandalımız aydınlatılmadı. Monşer hizmetkarınızın turşusu akrep kuyusunda böyle kurulmuş oldu. Hikayenin adı ise “karanlıkta beni kim dövdü bilemedim” olarak kaldı. Ya da dilerseniz “tak etti canıma bu maskeli balo ve onun sahte yüzleri” diyelim daha dramatik olsun.
HAYIR’lı Pazarlar.