Dünyanın nereye doğru evrildiğine kafa yoran gazetecilerden Serdar Kuzuloğlu, Twitter’da bir OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü) raporundan bazı tesbitler paylaştı. “Genç Becerileri Anketi” (The Survey of Adult Skills) başlığını taşıyan çalışma bu yılın olgularına dayanıyor ve Kuzuloğlu’nun özetlediğine göre, raporun “amacı, dijitalleşen dünyanın ihtiyaç duyduğu temel yetenekler ekseninde ülkelerin ayakta kalabilme kapasitelerini tesbit etmek”. (Raporun “Türkiye özeti”ne şu linkten ulaşılabiliyor. Burada konu etmeyeceğim, kadın-erkek eşitsizliğine dair son kısma göz atmanızı şiddetle tavsiye ederim.)
Faşisti, ırkçısı, milliyetçisi başta, Türk-İslâmcısı arkada, günün muktedir siyasîlerinin ve silahşörlerinin ve mevcut iktidardan nemâlandığı için sesi çok çıkan çanak yalayıcıların başımıza indirdiği sopa veya önümüze diktiği duvar mahiyetinde olan sahtesinden değil, hakiki bekâ meselesinden bahsediliyor. Konumuz “ülkelerin ayakta kalabilme kapasiteleri”!
Ve tabiî yerli-millî kültürümüz bakımından aksi düşünülemez, düşünülmesi teklif dahi edilemez o mâhut şart icabı, bu mevzunun yalnız ikinci partisi de elhamdülillah teslim edilmekte olan S-400’lerle, bendeniz bu yazıyı kaleme alırken Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Moskova’da dakikalar boyu izahat alarak uzun uzun incelediği Su-57’lerle bağlantısı makbûl, aşağıda değineceğimiz konularla bağlantısı ise yok hükmünde.
Kuzuloğlu, söz konusu raporda gençlerin hangi özelliklerinin değerlendirildiğini şöyle aktardı: “Temel yetenekler: okuduğunu anlama, matematik kavramları kullanabilme ve dijital araçlarla malumat (information) toplayarak problem çözebilme.”
Açıkçası, daha ilkini görür görmez yüksek sesle “eyvah!” çektim. Çünkü bu “okuduğunu anlama” konusunda yapılmış bazı araştırmaların sonuçlarını daha önce de görmüştük. Durum tam anlamıyla feciydi. Daha önce ortaya çıkmış bir feci durumun üzerine şimdi benzer olguyla yeniden karşılaştığımız için sanırım bu seferkini iki kat feci olarak niteleyebiliriz. Çünkü feci durum tesbit edilmiş ve giderilmesi için hiçbir şey yapılmamış oluşu da fecaate ekleniyor haliyle. Kuzuloğlu’nun aktardığı sonuç şu: “Türkiye (kendi dilinde) okuduğunu anlama ve cevap vermede uluslararası ortalamanın 40 puan altında.” Bu duruma yol açan olgular arasında başta gelen bazılarını da aktarıyor Kuzuloğlu: 25-24 yaş arası nüfusun yarısından fazlası en fazla ortaokul eğitimi almış. “Okur-yazarlıkta en düşük seviyede” olanlar, gençlerin yarısına yakın: yaklaşık % 46. Hemen hemen on gençten dördü “bilgisayar kullanım becerisi”ne sahip değil.
Şu ilk basit toplu sonuç: “Türkiye’de (dijital çağın ihtiyaç duyduğu seviyede) sayısal becerilere sahip olanlar”, nüfusun yalnız yüzde bir buçuğu (% 1,5).
Kuzuloğlu’nun Tweet’lerinde aktardığı grafiklerden biri ise, vahameti biraz daha ayrıntılı tarifle anlamaya imkân sağlıyor: “Dijital ortamlardan edinilen malumatı (information) işleyip, analiz edip, çözüm geliştirme konusundaki beceri sıralamamızı” gösteriyor bu grafik. Ben söylemeyeyim, siz tıklayıp görün, sürpriz olsun :)
Yaşadığımız zillet döneminin birçok kötü sonucu olacak. Çünkü insan hayatını değerli ve kaliteli kılacak her şeyi ayaklarımızın altına alıp çiğnediğimiz, hemen yakın geleceğin esas yakıt ve silahları sayılacak her şeye boşverdiğimiz bir ortam kurduk, içinde debeleniyoruz. Dünyanın daha yavaş dönüştüğü ve yeniliklerin birden bodoslama hücum edip eskiden tamamen kopmaya yol açmadığı bir dönemde, bu kötü sonuçlar belki orta vadede giderilebilir, uzun vadede izleri silinebilirdi. Dünya böyle bir dönemde değil. Şaşırtıcı görünecek ama biz de değiliz! Ya, biz de dünyada yaşayanlar arasındayız.
Fakat önemli kısmından farkımız, kendimizi olmadığımız bir şey sanmamız. Onyılların yalanla örülü duvarları yeni diye pazarlanan pek eski başka yalanlarla bezendi, berkitildi, boşluklara yeni duvarlar örüldü. Ve biz, aslında birbirini besleyen, fakat insan içinde dövüşür pozu takınan, hem sevişir hem dövüşürken, sadece kendileri çift kişilikli olmakla kalmayan, illâ ki biri veya öbürü gücü eline geçirdiğinden, başımıza iş gelmemesi için bizi de riyakârlık düsturuna göre yaşamaya zorlayan yalancıların elinde oyuncağız. Bazen oynuyor, bazen atıp kırıyorlar. Gerçi oyunları da kırma dökmeden ibaret, bu yüzden yalnızca kırılıyoruz.
Fakat okuduğunu anlayamayan, dijital çağın ihtiyaç duyduğu becerilere sahip olmada gelişmiş ülkeler kategorisinin çook uzağında boş gezen gençlerimizin kırılışı bizimki gibi olmayacak. Kırılanların tamiri, şununla tuttur, bununla yapıştır, mümkün olmayacak.
Öyle süfli baskılar altında, öyle süfli komplekslerin eseri öyle kahredici zulümler görüyoruz ki, dünyanın nereye gittiğini konuşacak halimiz yok. Halbuki kapıda bekleyen çok ciddî tehlikeler var.
Ekonomik gelişkinlik artık doğrudan doğruya teknolojik kapasiteye bağlı. Hayvanım var, buğdayım var, bunlar ne yazık ki bitti. Petrolüm var, madenim var, henüz bitmedi, o da yakında bitecek; ayrıca bunlardan kimin yararlanacağını yine teknolojik rekabet belirleyecek. Buraya varan süreç tanıdık; yepyeni bir durum değil.
Değil, ama biz oralı olmuyoruz. Onyıllardır devletin bu topluma yaptığı en muazzam kötülük olan Türk Millî Eğitimi’nden vazgeçmiyoruz. Çocuklarımızı, “bazı konular”a asla ilgi duymayacak, resmî yalana gönülden katılacak şekilde eğitmek isterken, kaç yaşına gelirse gelsin dünyaya aklı ermeyen, kendisine, asla sahip olmadığı muhteşem süleymanlıklar atfeden, içindeki boşluğu kaçınılmaz olarak fark ettiği nadir zamanlarda, hınca dönüşen yoksunluk öfkesini başkalarına saldırarak boşaltmayı hak gören bir insan tipini vücuda getiriyoruz; özel olarak uğraşarak. En basiti, çocuklar okumasın istiyoruz. Kitap okumasınlar. Üniversite kuralım, ama özgür düşünce-ifade olmasın, istiyoruz. Ve bizi yönetenlerin aymazlığıyla acımasızlığı bir araya gelip herkesi özgür düşüncenin salt siyasî mesele olduğuna inandırıyor. Bizde üniversite yoktur, bu mânâda. Yukarıda aktardım, “şu kadarı lise okumamış” diye sonuç var. Oraya kadar ne okudular acaba? “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik” mi? “Türk dünyaya bedeldir” mi? El kadar çocuğun yüreğine cehennem korkusunun nasıl salınacağını mı tecrübe ettiler? Boşversenize… Okumuyor çocuklarımız, çünkü okutmuyoruz.
Okumayınca okuduklarını anlama kapasiteleri nasıl gelişecek? Matematiğin ne işe yaradığını bilen kaç insan var Türkiye’de? Kendi dilinde doğru dürüst üç-beş cümle yazabilen kaç kişi var?
Uzatmayayım. Dünyada mühim yerimiz olsun istiyoruz. Değil mi, toplumca büyük arzumuz bu. “Medeniyetimiz, fetih medeniyeti”! Cumhurbaşkanı söyledi bunu. Umuma açık yerde, alenî olarak.
Eğer diyorsak ki, bizim eğitimle, teknolojiyle işimiz olmaz. Veya olduğu kadar işte. Biz başka yollardan ilerler, açığı kapatırız. Nedir başka yollar? Almanya’ya kapağı atıp, “bu Batı bitmiş” edebiyatı yaparak Türkiye’de zilletin sürmesini istemek midir? Hak edilmemiş, emekle elde edilmemiş ve aslında olmayan parayla, istersem şu füzeyi alırım, şundan almam, falan diye tafra yapmak mıdır? S-400 aldık, dünyanın hakimi olduk sanmak mıdır?
Herkesin bildiği şeyleri tekrarlayıp duruyoruz işte. Çünkü aynaya bakınca görünen korkunç, fakat aynaya bakıp da mutsuz olan yok! Kısa yoldan şöyle ifade edeyim: Son yıllarda, yukarıda azıcık aktardığım türden bütün araştırmalar, gençlerimizin okuduğunu anlayamama, olguları birleştirememe, “yorum” ve çıkarsama yapamama, matematiğe aklı ermeme, dolayısıyla teknolojinin geldiği aşamada işe yarayacak zihinsel donanıma sahip olmama zaafiyetini tesbit ediyor. Ve bu durum her geçen gün kötüye gidiyor.
Biz buna karşılık ne yapıyoruz? 2,5 milyar dolara S-400 alıyoruz, Su-57 bakıyoruz. Niye? Çünkü bizim medeniyetimiz eğitim değil fetih medeniyeti, ondan mı? Başkası üretir, biz alırız?? Gerçi parayla alıyoruz, ama… Şunu kavrayamıyor bizi yönetenler: Günün teknolojisiyle, o silahlar artık, üreten istediğinde satın alanın elinde patlar hale gelecek.
Bir de şu soru var, sanırım: Nereleri fethetmeyi ve buraları nasıl idare etmeyi düşünüyoruz? Bilgisayar, yapay zekâ ve robotları yasaklayarak mı? Türkiye’den elektrik çekip postane binası açarak mı? Dünya bir Cerablus mudur? Kaymakam mı gönderilecek kayyım sıfatıyla? Yoksa matematiği mi haritadan sileceğiz, ne yapacağız?
Şu fetih işlerini, eğer çok isteniyorsa, geçmişten kalma tatlı anı sayıp kenara koysak da sahiden “ayakta kalma kapasitemiz” için hayatî konularla ilgilensek?
Samimiyetle soruyorum: Bizim “ayakta kalma kapasitemiz”de eğitimin yeri yoksa nelerin yeri var?