Diyor ki halka hitaben, “patron sizsiniz.” Yani, bütün bu anlattıklarım size, sizin adınıza, sizin onayınızla yapılıyor. Kestirmeden söyleyeyim: Bu sizin eseriniz, ben sizin eserinizim! Bilmediğimiz, çeşitli devlet belgelerinde şöyle bir geçmemiş pek az şey söylüyor. O şeyler de yenilerde olanlarla ilgili. Mesele şu: Bildiklerimizin hesabını da soramadık. O yüzden fatura karşımıza her çıktığında şaşırıyor, müşterek bir şok daha yaşıyoruz. Nasıl patronluksa bizimkisi, elimizden gelmedi. İşlerimizi yapmaya memur ettiğimiz insanların yapımızı tıpkı sıçanlar gibi alttan alta oyduklarını bildik de bir türlü patronluğun “gereğini” yapamadık. Şimdi “bağrımız”dan çıkmış bir Tepegöz, obamızı neyin üzerine kurduğumuzu birer birer anlatıyor. Önce kendini, sonra obayı sakınıyor. Neyden sakınıyor?
“Devlet nedir biliyor musunuz?” diyor, “ruhtur.” Tabii ya, başka ne olacağıdı: “Ruh”tur devlet. İsmi var, cismi yok garip bir kuştur. Küllerinden doğan Zümrüd-ü Anka. Hüma kuşu. Devlet-i Hümayun (1). Tanrı’nın sevilmiş kızı. Talihsizlik bu ya, aynı Tanrı’nın hiç sevmediği, huzurundan kovup ne halin varsa gör dediği bir de oğlu vardır. Adı Erlik. Umut ve umar (çare) sözcüklerinin etimolojik rahmi de olan Umay’ın ışığında sevilen ve arzulanan her ne varsa, Erlik Han’da kapkara ve acı bir kuvvete döner. Haset küpü Erlik’in derdi babasıyladır. “Ben niçin olmayayım, Tanrı’dan daha yüksek / Tanrı neden dolayı, göklerde olsun bir tek! / Ben niçin olmayayım, hem kuvvetli, hem yüce, / Bu bir kabahat midir, ben doğduysam yenice?” (2) Erlik, Tanrı’nın yerdeki gölgesi, Umay’ın aksidir.
Bembeyaz giysileriyle bir kuşa dönüşüp uçabilen, bereketin timsali ve bebelerin koruyucusu Umay’ın bütün hasletleri er kardaşı Erlik’in bedeninde zıddına dönüşür. Umuda dahil olan korku, berekete dahil olan haset (kıtlık bilinci) ortaya çıkar. Erlik, Tanrı’yla yarışını sürekli kurban isteyerek sürdürür. Umay’ın koruması altındaki her bir bebeyi kendi neferi, akıncısı, kurbanı kılacak, kayığını öldürdüklerinin ve kendisi için ölenlerin kanlarından mürekkep yeraltındaki bir nehirde yüzdürecektir. Soyu kuruyasıca erlik, türemeyesice, töremeyesice erlik!
2017’den beri Deli Dumrul’la uğraşıyorum. Devletin ruhudur Deli Dumrul, en değişmeyen şeyimiz o işte, devlet, o yüzden Dede Korkut’un anlattığı onca efsaneden aklımızda en çok kalan da Deli Dumrul diye sayıklayıp duruyorum. Geçmediğimiz köprüler, içmediğimiz sular, yakmadığımız elektrik, bebemizi gönderemediğimiz janti okullar... Geçtim oraları soluduğumuz havayı kirleten santraller, sularımızı kesen barajlar ya da zehirleyen fabrikalar, ayağımızın altındaki zemini çekip duran bütün o dev, koca, çılgın, manyakça projeler için ödediğimiz onca akça Deli Dumrul’un devletliğinin ve devletin Dumrulluğunun ispatı değil midir? Şimdi çıkmış biri diyor ki “devlet bir ruh”tur...
Doğrudur! Dirilişlerle, Kuruluşlarla, Uyanışlarla, Payitahtlarla (aaaaa bunların paraları da bizim cebimizden çıkıyor) çağrılan bir ruh. Erlik Han’ın ruhu. Çok gülüyorum Erlik Han, Moğol tanrısı gibi anlatılıp, “Aha da biz Türkler İslam’ın yasasını kabul edip medeniyete, adalete ve şefkate büründük” iması yapılan her sahnede. Ama gülmem pek gülmeye benzemiyor, daha çok katıla katıla ağlıyormuşum gibi. O sahnelerde elbette kötü ve madde bağımlısı mankurt Moğollar Erlik Han’a tapınıyor, adaletin kılıcı Müslüman Türkler ise zikir çekiyor ve şeyhlerinin anlattıkları ahlak dolu menkıbeleri dinliyorlar. Hayaller böyle. Gerçeklere bakıyoruz... Erlik Han’ın oğul/kurbanlarından biri tüm dünyanın pudra şekeri kavşağı haline gelmiş bir ülkeden bahsediyor. Kimin ülkesi o! Aaaaa, bizimkiymiş! Ruha bak sen... Davete icabet etmiş... Çağlar öncesinden gelmiş, ergemenlerin (3) en kösnül iktidar rüyalarında belirmiş, kurban istemekte gene! Ne yapacağız biz? Biz ne yapacağız?
TUTULMUŞ NEFES GİBİ BİR ŞEYSE DEVLET
Birkaç hafta önce, siyasetin tüm aktörlerinin birbirlerine ve halkın da tüm o aktörlere güvensizliğinin bize nelere mal olduğuna dair bir yazı yazmış ve madem öyle, muhalefet partileri arasındaki mutabakatın hakemi, yıllardır devletin iktidarına ilişkin hiçbir iddiası olmadan devletle mücadele etmekte ustalaşmış hak ve adalet arayan toplumsal aktörler olsun diye önermiştim. Hepimizin hayatlarına içkin, neredeyse müşterek öykümüzün ana teması olan güvensizliğin göğse alınıp hapsedilmiş bir nefese benzediğini, dışardan gurur duymak gibi görünen bu vücut dilinin, bir daha nefes alamamaktan korkan birinin hal-i-pür-melali olduğunu öne sürmüştüm. Bir arkadaşım sanatçı Mehmet Ali Boran’ın, 2009’da yaptığı bir videoyu gönderdi yazdıklarımın kendisine şu linkte göreceğiniz işi (Hazır Ol Durumları, süre: 02.20, 2009, Medium videoart) çağrıştırdığını söyleyerek. Halimiz cidden bu videoda anlatıldığı gibi ne zamandır. Hatta galiba bu halimizin bir öncesi, bir başlangıcı yok. Sonunun geleceğine ilişkin umutsuzluğumuzun sebebi de bu. Başka türlü olmayı bilmiyoruz ki... Yok canım, niye bilmeyelim! Haysiyetin her birimizin hakkına sahip çıkarak, eşit ve özgürce bir arada yaşamakta olduğunu elbette biliyoruz. O yüzden nefes aldırmıyorlar bize!
Yukarıda ettiğim bir araba Erlik Han dedikodusunun asıl müsebbibi bu kısacık video. Kısacık ama binlerce yılın özeti gibi. Mümkünse yan sekmede açın videoyu ve birlikte seyredelim. Bu kısacık işten Dumrul’a/Erlik Han’a varacağız yine. Umudum şu: Onu yerinde, evinde tespit edersek belki üstesinden de geliriz.
Bir kahvehanedeyiz, köşede bir televizyon var. Plastik sandalyeler ve üzerine kırmızı örtüler geçirilmiş plastik masalar dekorumuz. Kül tablaları ve gazeteler var bazı masaların üzerinde. Herkes, yani erkekler, parkalarıyla ya da gocuklarıyla oturuyor. Bir şeyle meşgul değillermiş gibi. Boşluktalar yani. Bir şeyi bekledikleri söylenemez. Ama beklemedikleri halde bildikleri bir şey oluyor. Bir çıt sesi. Telaşla kalkıp bulabildikleri en yüksek yerde, kimi bir masanın kimi bir sandalyenin üstünde, yapamayan yerde hazır ola geçiyor. O telaşlı anda müthiş bir gürültü, sandalyeler devriliyor, o kadar ayak hep bir anda hareket ederken kaotik sesler çıkartıyor. Nefesler alınıyor, göğse sıkıştırılıyor, eller iki yanda bedenleri hizaya sokuyor. Şimdi biraz dinleyin...
Duydunuz mu? Yağmur yağıyor olmalı ya da yakınlarda coşkun akan bir dere var. Tabii aklım yine Dumrul’a gidiyor. Dumrul’un bunca zamandır kuru olduğu söylenen, yenilerde ise coşkun aktığı iddia edilen deresine. O derenin bir adı daha var biliyorsunuz, zaman. En menkul akarımız. Nefeslerini göğüslerine, bedenlerini dümdüz duran kendi kollarının arasına hapsetmiş erkekler oldukları yerde öylece dururken o zaman akacak. Otururlarken de akıyordu, ama şimdi ayakta duruşları, nefeslerini göğüslerinde, bedenlerini iki kolları arasında hapsedişleri bir anlama geliyor. Suyun sesini, zamanın akışını vurguluyor bu jest. Zaman aksın diye mi hazırolda durmalılar, zamanın akışına karışmasınlar diye mi, yoksa zamanın akışından nasiplerini almasınlar diye mi? Bir bodrum kat olduğunu sandığım kahvehanenin tavanındaki ışıklar neden bilmem bana işkencehaneleri, sorgu odalarını hatırlatıyor. Kamera kahvede hazırolda bekleyen erkekleri sınırlı açılardan görüyor, onlar da bulabildikleri ilk yerde hazırola geçtikleri için istikametleri karışık. Dışardan durmak gibi görünen bu beden dili meğer bir tutunmanın ifadesiymiş. Öyle mi? Işık kimisini gölgeliyor kimisini aşırı pozluyor. Ama bu onların hatta bence işi yapan sanatçının seçimi değil. Koşul bu; fıtrat, natura, coğrafya, kader... Artık adını siz seçin meşrebinize göre. Bence hiçbiri değil! O şeylerin hepsi birer bahane.
Nefes göğüste hapis, beden dümdüz yanlara uzatılmış iki kol arasında. Erlik Han tam orada işte. Göğüs kafesimizi şişirip bedenimizi kilitleyen jesti hazırlayan hissiyatta! İstikamet karışık! Çocukken oynadığımız bazı oyunların izleri ilişmiş sanki videoya. İlki tabii ki tıp! Önce konuşan kaybeder. Ve ikincisi de köşe kapmaca. Her seferinde bir köşe eksilir. Köşe kapamayan oyundan çıkar. Tıp oyununda sözler ve kıkırdama isteği nefes gibi tutulur. Köşe kapmaca oyununda beden o çıt sesine ayarlı ve tetikte olmalıdır. Refleksiniz ölçülecek...
Kaç haftadır nefesimizi tuttuk izliyoruz başımıza gelen, çoğunu zaten bir yerlerden duyduğumuz ama iplerin ucunu yan yana getiremediğimiz şeyleri. Bir Tepegöz, “bana pis diyorsunuz, suçlu ve canavar diyorsunuz, okluyorsunuz beni, başımı almaya, tek gözümü kör etmeye çalışıyorsunuz ama ben sizi gördüm, gördüm sizi, hem çok yakından gördüm, şimdi pis diyorsunuz ya bana, üzerimdeki leke sizsiniz” diyor. Kime?
Nefes alabilecek miyiz bir daha? Durabileceğimiz bir köşe var mı? Dışardan millî gurur, dinî ahlak, fetih, gaza, beka gibi görünen onca şey... Göğüste hapsedilmiş ve çoktan çürümüş bir nefesin kokularıymış meğer! Kollarımız bedenlerimizi hapsetmekte! Hazıroldayız, bekliyoruz! Sıradaki çıt sesi nereden gelecek?! Yan yana hazıroldayız ama nasıl yalnızız... Bakın videodaki adamlar ne kadar da yalnızlar beden kafeslerinde (4). Nedir bu, mahşer mi, kıyamet mi? Bakın hele! Babalar oğulları satıyor, abiler kardeşleri!
NEFES AL, NEFES VER! NEFES AL, NEFES VER!
Yeteeeeeeeer! Bu değil mi sizin de içinizden geçen? Yeter Allah belanızı versin, yeter! Kuşaklar, nesiller harcadınız! Yeter! Milyonlarca ömrü zehir ettiniz! Şehirleri, köyleri, tarlaları, dağları, ormanları tarumar ettiniz! Yeter! Çoluğun çocuğun yüzünde yaşama hevesi kalmadı, birbirimizin gözlerinin içine bakmaktan korkar ve utanır olduk sizin yüzünüzden! Yeter! Cehennem olun gidin hayatlarımızdan, gitmeden önce hesap vereceğinizi de unutmayın! Sizin vermediğiniz hesapları sırtlanmaktan usandık! Yeter! Her yanımız yara bere içinde, bu pisliğin içinde yaşamak zorunda değiliz! Göğsümüzü vermeye korktuğumuz nefesle şişirip sahte gurur gösterileri yapmaktan da yorulduk! Yeter da! Yeter! Bezdik, bıktık, usandık!
Nefes almaya ve nefes vermeye ihtiyacımız var. Dağıtmayı becerdiğiniz tek maskeyle, “millî gurur, yerli onur” maskesiyle örtmeyeceğiz yüzümüzü. Bizi içine hapsettiğiniz utançla yüzleşip, çıbanın içindeki cerahat gibi boşaltacağız bedenimizden sizi! Yeter! Yeter da!
Kabul edelim... Eldeki siyasî partilerin hiçbiriyle yapamayız bunu. Hiçbiri yeni olmayan bütün o aktörler şu ya da bu şekilde bulaştılar bu pisliklere. Ya göz yumdular, ya eyvallah dediler, ya korktular onlardan ya da aslında bu işleri yapanlarla hemfikir ve hemfiildiler. Bugün ne yapacaklar, ne yapabilecekler acaba diye gözümüzü diktiğimiz muhalefetin, hele her birindeki bütün o geçmiş yüküyle, birkaç yıl içinde bu manzaranın bir benzerini yaratmayacağını kimse garanti edemez. Aksine, bu binbir surat Erlik Han’ın onları da çoktan kayığına aldığından eminiz. Ne yapacağız o zaman?
Daha önce de yazmıştım. Tekrar edeceğim... Bu işleri, hiçbir işimizi siyasi partilere emanet edemeyiz. Artık olmaz. Çok geç. İktidardakiler ne yapamayacaklarını ve ne yapmak istediklerini defalarca gösterdiler, boşverin onları. Onlarla yalnız hesaplaşabiliriz. Muhalefettekilerle biraz daha işimiz var ama. Bütün bu pisliği araştırıp ortaya çıkartacak, gerekirse seneler boyunca soruşturup ilgili herkesi mutlaka bağımsız yargı karşısına çıkaracak şeffaf soruşturma ve yargı mekanizmaları oluşturma sözü verecekler bize. Bu sözü vermek zorundalar! Bunca yıldır onlara katlandık, o sözü bize borçlular! Yıllardır Erlik Han’ın erleriyle mücadele eden, onu muhalefetteki tüm siyasi partilerden daha iyi tanıyan avukatlarımız, hak mücadelesi veren insanlarımız var, onların hakemliğinde ve gözetiminde kurulacak o soruşturma ve yargı mekanizmaları. İkide bir bize seçimi kazandıktan sonraki ilk beş günde ne yapacaklarına dair alelacayip listeler sunuyorlar. Çocuk oyuncağı değil bu beyler, hanımlar! Halk sizin şeker verip kandıracağınız çocuk değil. Hepimizin önünde söz vermeli ve altına imzalarınızı atmalısınız. Yapacağınız ilk iş, halkın ve hak-adalet arayan inisiyatiflerin izleyebileceği bir Meclis araştırma komisyonu kurmak ve komisyon kurulduktan sonra asla ve kat’a işine karışmamak olmalı.
Her türlü yerli ve millî hegemonik projeyi denedi bu memleket. Milliyetçiliğin, muhafazakârlığın binbir yüzü, tonu ve karışımıyla tanıştık. Her biri bizden nice kurbanlar istedi ve aldılar. Gösterdikleri yollardan vardığımız menzillerde utançtan başka bir şey bulamadık. Ama hiç denemediğimiz, ne zaman ya bak şu da var desek tepemize cop, karnımıza tekme yediğimiz bir yol daha var. Henüz hak, adalet ve eşitlik isteyen insanların hayal ettikleri bir memleket için harekete bile geçmedik. Bildiğimiz tek şey var. Hak, adalet ve eşitlik için mücadele eden insanların önerdiği yoldan gitmekten korkanların bizi götürdükleri yerde sefaletten başka bir şey yok. Hülasa yeter! Lafı döndürüp dolaştırmanın, coğrafyayı, kaderi, dini, imanı, konjonktürü, ecdat ruhlarını, çürüyüp gitmiş imparatorlukları, daha bilmem ne belaları işe karıştırmanın alemi yok. Bunların hepsi parlak ambalajlara sarmalanmış ucuz ve zehirli drajelerden ibaret!
Güldal Mumcu’nun dediği gibi, çekin tuğlaları yıkılsın duvar, altında kim kalırsa kalsın... Bundan sonraki nesillerimizi Erlik Han’a kurban etmemek için, onun o kanlı, irinli, cerahatli nehrini kurutmak zorundayız! Başka da çaremiz yok ki bizim!
NOTLAR
1- Ümit Hassan’ın, Osmanlı: Örgüt-İnanç-Davranış’tan Hukuk İdeoloji’ye (İletişim Yayınları, 5. Bs, 2005) kitabının “Uç, Umay, Hüma, Tuğra” başlıklı üçüncü bölümünü, özellikle dipnotlarını okuduğunuzda devletin nasıl garip bir kuş olduğuna ilişkin yürek delen bir akış göreceksiniz. Davranışlarımızın ve dünyamızın sınır bekçiliğine soyunmuş bir kuştur devlet, gövdemizi onun adına onun topraklarını genişletmek için kurban etmek -onun akıncısı, göçmeni olmak- dışında onun belirlediği sınırı yalnız sürgüne gitmek ya da kayıplara karışmak (her iki durumda da harcanmak, araya gitmek) suretiyle geçebiliriz. Yalnız dışarının içeriye dahlini değil, asıl ve daha çok içerinin dışarıya çıkışını engellemektir derdi bu sınır muhafızı alıcı kuşun. Bunu bazen, tıpkı Selçuklu kurulurken olduğu gibi, emrine girdiği kanunun (Abbasi Halifesi’nin ve onun dininin) ayrıcalıklı taifesini kendine benzerlerin şerrinden korumak suretiyle yapar. Örneğin, Tuğrul Bey’in devletlu dehasının işareti, göçebe Oğuzları Müslüman şehirleri yağmalamaktan onlara ötedeki Anadolu’yu hedef göstermek suretiyle vazgeçirmektir. Bazen de, ne zamandır çokça yaptığı gibi, dışarıya gidiş ruhsatını -mesela pasaportunu- askıya almak ve bu suretle rızasını alamadığı “evlat”larını dünya gözünde yok kılmak suretiyle kendine mahkûm etmektir. Köprüyü geçenden 33, geçmeyenden döve döve 40 akçe alma hali. O meşhur hikâyenin kahramanının sehven Dumrul diye yazılmış Tuğrul olduğu iddiası kadar, o ismin sehven yazılmış olması da tesadüf olmasa gerektir.
2- Bahattin Ögel, Türk Mitolojisi, TDK, Ankara, 2003, s. 436’dan alıntılayan, Ece Onural, “Bir gölge figürü olarak Erlik,” Elmi Axtarışlar, III, 2010.
3- Kararlıyım, Bülent Somay’ın bulup ilk kez kullanma ayrıcalığını bana hediye ettiği, dolayısıyla mesuliyetini de verdiği bu kelimenin yaygınlaşması için elimden geleni yapacağım. Ergemenlik şu üç mainin bir bedende/halde cisimleşmiş, katılaşmış, vücut bulmuş halidir efendim: Er(kek)lik, ergenlik ve egemenlik...
4- Yedinci video bu yazıyı yazacağım günün sabahında çıkmasaydı, derdim daha çok erkek bedeninin sabitlenme, yerleşme ihtiyacı olacaktı. Tıpkı Erlik Han’ın devleti gibi erkek bedeninin de hayatın sınır duvarı olarak sürekli yeniden inşa edilen bir şey olduğunu iddia edecektim. Erkeklik ve beden konusunda yıllardır saha araştırmaları yapan, can arkadaşım ve toplumsal cinsiyete ilişkin tartışmalarda rehberim Olga Selin Hünler’in vücut çalışan genç erkeklerle söyleşiler yaparak yazdığı bir makale de başlangıç noktam olmuştu. Okumak isterseniz “Erkekliğin İmkânsız Kaslarla İmtihanı” başlıklı makale Aksu Bora ve Kadir Dede’nin editörlüğünü üstlendiği Ütopyalar: Politikayla Arzunun Kesiştiği Yer (İletişim Yayınları, 2018) adlı kitapta. Örneğin, Olga’nın yaklaşımından hareketle bu videoda izlediğimiz hazırolda durmayı öğrenmenin erkekliğe geçiş ritüellerinden biri olabileceğini düşünmüştüm. Okulda ve tanık olduğum resmî törenlerde “çakı gibi durma” performansının nasıl bir yarışa ve dalga geçişe konu olduğunu hatırlattı Olga’nın yazdıkları: “Birçok geçiş töreni kanlı, şiddet içeren, acılı kabul ritüellerine dayanmayı ve acı çektiğini göstermemeyi gerektirir. Erkek çocuklar ancak bu testleri geçtikten sonra gerçek erkek olmaya, yani evlenmeye ve toplulukları içerisinde saygın bir yetişkin olarak yaşamaya hak kazanırlar.” s. 240. Hazırolda durmak, acıyı ve korkuyu kamufle etmenin yollarından yalnızca biri olsa gerektir.