Gazeteci değilim. Ben gazeteciysem, örnekse onyıllarını bu
mesleğe verip, üstüne yalnızca mesleğini icra ettiği için hapis
yatan dostum Kadri Gürsel başka bir şey olmalı. Bana sözümü, sesimi
sizlere ulaştırmama olanak tanıyan Ali Topuz, Ruşen Çakır ve Celâl
Başlangıç da öyle. Bazılarıyla hiçbir siyasal düşünce akrabalığım
olamayacak şu anda hapiste olan medya mensupları da. Polonya’da
Adam Miçnik’in yetmiş küsur yaşında yeniden muhalif yeraltı
gazeteciliğine “indiğini” anlattıktan sonra, benim “pekiyi biz hiç
gün yüzü göremeyecek miyiz ağabey?” yollu hayıflanmama gülerek,
“sen daha kaç yaşındasın oğlum?”
tepkisi veren Hasan Cemal de.
Bununla birlikte imgeler üzerinden sanki gerçekten gazeteciymiş
gibi fikir yürütebiliriz sanırım. Belki yanlış, belki yanlı biçimde
kasten yan yana getirilmiş imgeler üzerinden de doğru fikir
yürütebiliriz hatta. Diyeceğim, düşlem bakımından, içinde dış-iç
siyaset, magazin, spor, teknoloji, moda vb. bölümleri olan bir
haftalık dergi yayınını yönetsem, MSB Akar’ın adeta “gol” dercesine
sıkılı yumruklarını havaya kaldırdığı propaganda fotosunun yanına
Edirne’de tekerlekli sandalyesini zırhlı polis aracının önüne süren
İstanbul Milletvekili Musa Piroğlu’nun fotosunu basabilirdim. Ve
altında kimi özgür ve özerk siyaset düşünürlerimizin,
tarihçilerimizin bu “düzene” ilişkin görüşlerine yer
verebilirdim.
Bence bu o denli tehlikeli bir egzersiz olurdu ki, şu yazıya
eşlik etmesi için dahi sözkonusu görsellerin kullanılmasını
dilemem. “Başıma bir iş gelirse” korkusu değil bu. Verili
karadüzende dayak ve azar arsızı olmuşuz bir anlamda. Ahlâki bir
çekince. Kafamızdaki o sesin “sen yapma bari” demesiyle ilgili.
Sokak ağzıyla “eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek” konusu. Bu
denli eldiven giyerek ve cımbız tutarak yaklaşsak dahi, iki imgenin
arasındaki gayet somut düşünsel bağı görmemek ve görüp de bu bağı
kurmamak ve üzerine konuşmamak olanaksız. Kendimizin, kim
olduğumuzun, nereye gittiğimizin, böyle sürerse daha neler
olabileceğinin resmi önümüzde duran çünkü.
Üstelik bu deneme, değerli Prof. Dr. İlhan Uzgel’in bu
sütunlarda çok yetkin biçimde yaptığı “Mavi Vatan”
pseudo-doktrini çözümlemesini de tamamlar nitelikte
olurdu. “Pseudo” diyorum, “sözde” tamlaması yeterince karşılamıyor,
“ham” demeli belki. Zira “Mavi Vatan” (“strateji” dediğimde
“doktrin” diye sözümü düzelten Prof. Dr. Serhat Güvenç’i de
bilvesile anayım: İyi hocalardan hep, her yaşta iyi öğreniriz)
ancak bir “anlatı”
olabilir diye düşünüyorum.
7 Haziran-1 Kasım 2015 seçimleri arasında hızlı çekim
izlediğimiz “90’lı yıllar yeni baştan, tekmili birden” filmini
anımsayın: Ceylanpınar, Diyarbakır, 10 Ekim Ankara ve daha
niceleri. Kendilerini dümende sanan ve ilelebet dümende
kalacaklarını varsayan iktidar sahiplerini. Bir yıl sonra 15 Temmuz
2016’daki kanlı darbe girişimiyle ayyuka çıkıp, zembereğinden
boşanan o burulu karanlık enerjiyle karşılaşmalarını. Samuel
Johnson’un te 1775 yılında, Amerikan ve Fransız devrimlerinin hemen
öncesinde sarf ettiği, dillere pelesenk olmuş “vatanseverlik
alçakların son sığınağıdır” sözünü. Dışta bir kabuk görünümü veren
“Mavi Vatan” pazarlama sloganının, içerideki, yüzü bize dönük
içeriği nedir sizce?
Açıkça önümüzde duranı bu denli karmaşıklaştırmaya,
katmanlandırmaya da gerek yok. Yirmi yıllık meslek hayatımda deniz
hukuku, Ege ve Kıbrıs dosyalarında hiç çalışmadım, hatta özellikle
uzak durdum bunlardan. Kapasitem elvermedi ve eğilimim yoktu
diyelim. Ancak, siyasal görüşleri ne olursa olsun, bu konularda
uzmanlaşan, bunlar üzerine resmen doktora yapan, kariyerlerini
bunların üzerine kuran meslektaşlarım oldu. Siyaseten uyuşuruz,
aykırı düşeriz ayrı. Hataları, eksikleri de olabilir. Ancak, haydi
kırkın üzerinde şehidi ve derin tarihi olan hariciyeyi genel olarak
geçtim, sadece onların dahi emeklerini, ahlâklarını sorgulamak
aklımın ucundan geçmez. Şimdi bu insanlar ya ahmaktı, ya haindi ve
birden “Mavi Vatan” diye bir icat çıkarılıp, masaya yumruk vuruldu
ve indirilen kılıç darbesiyle düğüm çözüldü öyle mi? Siz ikna
oldunuz mu?
“Ulusal Güvenlik” efsununun arkasına hizalanıldığında her yol
mubah oluyor ülkemizde. “Yerli Malı” yahut “organik” etiketi gibi
“ulusal” tanımlanmasına nasıl varılıyor, buna kim, nerede karar
veriyor? Ya “güvenlik”? Önüne “ulusal” tamlaması getirilince
alternatif güvenlik sağlama seçeneklerini konuşamıyoruz bile. Oysa
“ulusal güvenlik” münhasıran askere, asker-sivil bürokrasiye
bırakılamayacak, bırakılması demokrasilerde sözkonusu edilemeyecek
denli yaşamsal önemde bir konu değil mi? “Sivil-Asker” ve
“özgürlük-güvenlik” dengeleri de diğer galat-ı meşhurlar. Bu
konularda denge değil, ancak ilişki ve iletişim kurulabilir
denklemin iki ucu arasında.
Geçen yazımda değindiğim ayaklarımızın
altındaki “bataklık” tam olarak bu.
Demek ki “Mavi Vatan” yalnızca birkaç deniz hukuku meraklısını,
savunma mimarisi ve dış politika uzmanlarını ilgilendiren “butik”
bir konu değil. 7 Haziran-1 Kasım 2015 arasındaki hızlı çekim
90’lar filmini, 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimini,
“sivilleşme” adı altında Genelkurmay Başkanı’nın MSB atanmasını,
Suriye, Libya, Irak ve Kıbrıs dosyalarını içeren, kayyum
atamalarıyla peş peşe gelen darbecikleri, anti-hukuk ortamını da
kapsayan bir “AVM” adeta. Demek ki, 15 Temmuz darbe girişimi bir
biçimde savuşturuldu ama “hiç bir şey olmadıysa da bir şeyler oldu”
işte.
Muhalefet ama özellikle CHP kafasını kaldırıp bütüne bakamıyor.
Ne geri dönüp tarihe, ne cumhuriyetimizin güncel haline, ne
geleceğe. ABD’deki halk ayaklanması bir uzak diyâr. COVID19’un
küreselleşmeye, AB’ye, ekonomiye ve demokrasiye etkisi? Gündemde
yok. Ülkenin çeşitli yörelerindeki sistematik çevre talanı? Olursa,
belediyelere havale. HDP’nin yürüyüşü? Anayasaya uygun ama tuzak.
Mayışlı turollerin dolaşıma soktuğu “sabır kardeşim sabır”
tekerlemesini onlardan daha fazla sahiplenmişe benziyorlar ve
yeniye, sonraya, geleceğe ilişkin hiçbir şey söylemedikleri için de
yerlerinde sayıyorlar. “Mecbursunuz kardeşim” veya “demokrasi
getireceğiz” herhalde kümesi genişleyen kararsızlar üzerinde etkili
değil ki, rakamlar ortada.
Princeton’da felsefe hocası Ord. Prof. Dr. Cornel West kendini
“devrimci bir Hristiyan”
olarak tanımlıyor. Trump yönetimini (toplumu)
kutuplaştırmanın ötesinde (devleti) gangsterleştirme siyaseti
gütmekle itham ediyor. Devletin askerileşmesiyle, piyasanın
açgözlülüğün el ele yürüdüğünün altını çiziyor. Obama’dan Trump’a
geçişi, neo-faşizmin neo-liberalizmin ardından gelip, onun üzerine
yerleşmesi olarak betimliyor. Elinde kutsal kitapla kilise önünde
poz veren Trump’ın Bizans İmparatoru Konstantin olarak göründüğünü,
bunun karşısına Hz. İsa olarak çıkmak gerektiğini belirtiyor.
Devrimci şiddetsizliği ve daha önce birbirleriyle konuşmayan toplum
kesimlerinin aralarında temasa geçmesini, örgütlenmeyi umut olarak
görüyor.
Prof. West’in düşünceleri bence bizi ilgilendirmeli. “Ne güzel,
yata yata askerlik yapıyoruz” havasındaki muhalif siyasetçileri de.
“Mavi Vatan” varsa yeşil eko-vatan da olabilmeli. Gökkuşağı LGBTI-Q
vatan da. Yeşil-sarı-kırmızı vatan da. Haçlı, davut yıldızlı vatan
da. Kırmızı-siyah anarko-vatan da. Ve nihayet her yurttaşın kendini
paydaş duyumsayacağı, hepimizin “ortak vatanı” da. Oysa haydi
madem Kürt Meselesi, Ermeni Soykırımı gibi temel yüzleşme konuları
“sakıncalı” CHP için, daha steril Libya, Suriye, Irak dosyalarında,
onlar iktidar olursa MSB kim olacak gibi sorularda da sözleri
yok.
Keşke, vatan uğruna ölen varsa değil üzerinde uzlaşılan bir
toplumsal sözleşme ve bir teşkilât-ı esasiye varsa vatandır
diyebilsek artık. “Bu gayya kuyusundan nasıl çıkacağız?” sorusunun
yanıtı, biraz da hatta belki büyük ölçüde Sayın Ümit
Kardaş’ın “Bu
kaçıncı cumhuriyet?” sorusuna vereceğimiz yanıtta saklı. Mavi
Vatan, Libya Suriye, Irak, Pençe, Kartal, Çekiç, Güneş gibi sesler
duyunca içgüdüsel olarak hazırola geçmektense, bu konulara kafa
yormak ve sözünü söylemek vatana daha yararlı hizmet. Düzene değil
vatana.