Barcelona’nın 33 yaşındaki Arjantinli yıldızı Sergio “Kun” Agüero 10 gün önce kalp rahatsızlığı sebebiyle futbolu bıraktığını açıkladı. İki gün sonra, Euro 2020’deki Danimarka-Finlandiya maçında kalp krizi geçiren ve hayatına kalp piliyle devam eden 29 yaşındaki Christian Eriksen, Inter ile sözleşmesini karşılıklı olarak feshetti. Şu anda kulüp arıyor, ama kariyerinin akıbeti belirsiz.
İki olayın üst üste gelmesi tesadüf. Ama Agüero ve Eriksen’in, ya da benzer fiziksel veya zihinsel sorunlar yaşayan sporcuların hikayesi, bireysel trajedi ve marazlardan daha kapsamlı ve derin bir probleme işaret ediyor olabilir. Futbolcular hak ettiğinden çok fazla kazanan, eğitimsiz zenginler mi, yoksa içerikleştirme çılgınlığının ortasında kalmış, hayatını kazanmaya uğraşan, popülerliğin baskısı altında ezilen çalışanlar mı? Ya da ikisi birden olmaları imkânsız mı?
PAPA VE KÖLELER
Futbolcuların kazandığı para ve bu paranın toplumun geri kalanında yarattığı adaletsizlik duygusu üzerine tartışmalar yeni değil. 1992 yılında İtalyan Gianluigi Lentini’nin bugünkü parayla yaklaşık 15 Euro karşılığında Torino’dan Milan’a geçmesi epey toz kaldırmış, Papa II. Jean Paul transferi “çalışma onuruna aykırı” ifadeleriyle tanımlamıştı. Papa’nın bedduası ne ölçüde etkili oldu bilinmez (ne de olsa Vatikan da yoksul bir yer sayılmaz), ama neticede Lentini için işler iyi gitmedi. Trafik kazası geçiren, ardından ciddi sakatlıklar yaşayan sol açık, vaat ettiklerini hiçbir zaman gerçekleştiremedi.
O günlerden bu yana futbolcular için ödenen bonservis ve maaşlar inanılmaz bir artış gösterdi. Mazinin dev ücretleri bugün cüce bile değil. Mesela İngiltere’de en üst lig oyuncuları 1984-85’te yıllık ortalama 30.000 Euro kazanırken, 2019-20 sezonu itibariyle bu rakam 100 kat artarak 3.5 milyon Euro’ya çıktı. 1995’teki Bosman Kuralı ile birlikte kulüple sözleşmesi biten oyuncuların serbest kalması, maaş artışındaki etkenlerden biri oldu. Kontrol kulüplerden oyunculara geçmiş görünüyordu.
Ama paranın – çok fazlasının bile – her şey olmadığını gösteren, samimiyeti sorgulanabilir örnekler de yaşadık. 2009 sonbaharında 94 milyon Euro bonservisle Manchester United’dan Real Madrid’e gelen Cristiano Ronaldo, transferi öncesinde yaşananlarla ve yaptığı çıkışla gündeme gelmişti. İngiltere’den ayrılmak isteyen Portekizli yıldız United’a epey baskı yapmış, görüşmelerin tıkandığı aşamada söz hakkı olmamasına sinirlenerek “Ben bir köleyim” açıklamasını yapmıştı. Bu söz o günlerde epey alay konusu oldu ve sosyal medyada Ronaldo’yu “Guantanamo tulumu” içinde, ayağında halayıkla tasvir eden fotoşoplu görseller dolaştı. Elbette Ronaldo köle değildi ve durumu abartıyordu, ama endüstriyel futbolun sporculara maliyeti ve oyundaki iktidarın nerede konumlandığı, tartışmaya değer görünüyordu.
İÇERİK ÜRETİCİSİ OLARAK FUTBOLCU
İştah çağındayız. Beğendiğimiz şeylere doyamıyor, daha fazlasını görmek istiyoruz. Hatta sevmediğimiz şeyler bile dolu dolu sövebilelim diye bollaşsınlar istiyoruz. Her şeyin “bizim için” yapıldığı, nesneyken bile özne olmak istediğimiz bu yargılar cennetinde, futbol gibi popüler ve kârlı bir alanın bu akımdan münezzeh kalması beklenemezdi. Neticede oyun kendine bir futbol fabrikası kurdu. Endüstriyel futbol böyle doğdu.
Futbol fabrikasının 7/24 çalışması, durmadan ürün vermesi gerekiyor. İmalat kesilirse – ki pandemi gibi olağanüstü durumlar hariç asla kesilmiyor – aklımız başımızdan gidecek gibi oluyor. Futbolcular da bu fabrikanın işçileri olarak durmaksızın çalışıyor. Yılda 50, 60, icabında 70 maça çıkmaları, on binlerce mil uçmaları gerekiyor. Bugünün bilimsel ve istatistiksel performans ölçütleri, devamlılığı her şeyin üstünde tutuyor. Olağandışı fiziksel gerekliliklerin yanına olağanüstü stres eklenince, arada Agüero ve Eriksen gibi “üretim zayiatları” çıkabiliyor. Bazen şans, bazen dikkat, bazen de tekniğin ilerlemesi sayesinde, rahatsızlıklar neyse ki çoğu zaman en uç noktaya varıp ölümle sonuçlanmıyor.
Gerçi sonuçlansa da fark etmiyor. Finlandiya maçında Eriksen ambulansla hastaneye kaldırılırken ve durumu kritikken, yetkililer oyunun kaldığı yerden devam etmesine karar verdi. İki takım oyuncularının, tribündeki ve ekran başındaki insanların yaşadığı şoka rağmen temaşa devam etmeliydi ve etti. Olay aslında futbolun geldiği noktanın ilanıydı: Madem o kadar para alıyorlardı, oynayacaklardı. Popülizm devrinde ıska riski olmayan bir atıştı.
'EMEKÇİ' ZENGİNLER
Futbolcular kolay hedef. Hayatında – genellikle – ciddi bir tahsil görmemiş, tek bir yeteneği olan ve inanılmaz gelir elde eden bir topluluktan bahsediyoruz. Dünyada eşitsizlik arşa çıkmışken 23 yaşında, pek bir vasfı bulunmayan ve birçoğumuzun ömründe göremeyeceği meblağları birkaç ay içinde kazanan insanların derdine düşmek fazla lüks bir duyarlılık. Çok kazanan oyuncu oranının çok düşük olması, yılda 5 milyon Euro alan her yıldızın karşılığında, profesyonel bile olamadan sahalara veda eden ya da alt liglerde hayatını idame ettirmeye çabalayan binlerce genç bulunması, öz kaygılarımızı aşıp içimize dert olamayacak bir ayrıntı olarak kalıyor.
Ancak bir hedef bu kadar barizse, yanlış hedef olma ihtimali de yüksektir. Futbolcuların kendilerini geliştirmemek, bilinçsizlik, PlayStation harici ilgi alanı bulunmamak, kendini dev aynasında görmek, yakındığı yozlaşmış kültürü sürekli yeniden üretmek gibi, eleştiriye çok müsait – ve kendimizden bildiğimiz – bir sürü kusuru var. Ama ortada bu gerçeklerin değiştiremeyeceği bir gerçek daha var: Futbolcular – ve genel olarak sporcular – kazandıkları büyük meblağlara rağmen patron değil, çalışanlar.
Yani, uçuk ücretlerin temel sebebi onlar değil. Elbette sözleşme pazarlıklarında daha fazlasını koparmak için ellerinden geleni yapıyorlar, ama oyunun tamamen sermaye üzerinden dönmesinin sorumlusu oyuncular değil, sporu yönetenler ve onların içeri sızdırdığı “pastacılar”. Parayı büyütüp pastadan pay alanlar arttıkça, duygular ve haklar seyreliyor. Bütün dünyada futbol maçları açık kanallarda yayınlansa, maçların önü-içi-dışı bahis reklamlarıyla dolu olmasa, aslında basit olan meseleler için yapay bir çokluk yaratılıp herkese yeni rantlar vaat edilmese, oyuncular bugünkünden yüz kat daha az – ve yine makul – kazanır ve yine bu mesleği seçerlerdi.
Mavi yaka-beyaz yaka ayrımının giderek bulanıklaştığı çalışma dünyasında, futbolcuları “mavi yakalı beyaz formalılar” ya da “beyaz yakalı mavi formalılar” olarak adlandırmak mümkün. Hangi tarafı seçerseniz seçin, çalışan oldukları gerçeği değişmiyor ve her çalışanın hakları var. Böyle bir düzeni baştan kabul eden birinin sonradan itiraza hakkı olamayacağını da söyleyebiliriz, ama ofiste veya 10 yıllık krediyle aldığımız evde oturmuş, Twitter linkinden tıkladığımız bir yazıyı okurken düzenle fazla inatlaşmasak sanki daha iyi olur. Hepimiz aynı sintinedeyiz.
EMPATİDEN APATİYE
Paraya boğulmuş futbolun tek kötü yanı, toplumdaki eşitsizliğin aynası olmak gibi yakışıksız bir rol üstlenmesi değil. Empati ölüyor. Yerine ise düşman kardeşi apati, yani kayıtsızlık, duygusuzluk geçiyor. Yerellik, oyuncularla özdeşlik ve bağ kurmanın en kestirme ve organik yollarından biriydi. Küresel dünyanın futbolunda yerellik giderek aşınıyor. Yabancılaşma, sahaya sürdüğünüz yabancı sayısıyla ilgili bir sorun değil. Hatta futbol fabrikasının işçileri olan oyuncuların, aşırı mesai ve ürünü takip edememe sonucu kendi emeğine yabancılaşmasından ibaret de değil. Futbolda bu süreç çift yönlü işliyor.
Yabancılaşma, taraftarın futbolla ilişkisine de egemen. Taraftar artık takımında oynayan forvetin küçüklüğünü bilmiyor, onu semtten, şehirden, hatta ligden bile tanımıyor. Bu kadar farklı insanın karşılaştığı bir ortamda ve bu kadar yoğun içerik taarruzunun altında, gördüğü şeyi tanıyamaz hale geliyor. Mesela telefona bakarak maç izlemek gibi yepyeni bir ritüelimiz var. Armalar orada duruyor, ama yakından takip etmeyen biri için Galatasaray’ın, Fenerbahçe’nin, Beşiktaş’ın, Trabzonspor’un kadrosunu saymak imkânsız; dolayısıyla bağ kurmak giderek zorlaşıyor. Özellikle de “gevşek bağ” kurmak.
Eskiden birçok kişiden, “Fenerliyim ama fanatik değilim” mealinde sözler duyardık. Yani Fenerliydi işte; Oğuz’un, Aykut’un orada olduğunu biliyordu, denk gelirse göz ucuyla bakardı. Ama şimdi Oğuz ve Aykut yok; her yıl onlarca oyuncu gelip gidiyor. Dolayısıyla “Fenerliyim ama fanatik değilim” yerine, “eskiden Fener’i tutuyordum, artık futbol izlemiyorum” diyor. Bu değişim dekoder satışında fark yaratmıyor olabilir, ama oyunun toplumdaki algısında büyük bir kopuşun ilk izlerini içinde taşıyor. Geriye “ölümüne bağlanmak” ve sonsuz içeriğe katılmak dışında bir bağlanma, “ben de severim futbolu” deme seçeneği kalmıyor. Empatinin kopmasıyla, sadece üretenin değil tüketenin de yabancılaştığı, amorf, sevimsiz bir mamul ortaya çıkıyor. Eşitsizlik ve adaletsizlik ortamında, ekranda görünen futbolcu da öfkenin nesnesi haline geliyor.
PATRONLARIN RÜYASI
Peki, bu işin mağduru futbolcularsa, çözenin de onlar olması gerekmez mi? Ya da böyle bir çözümü gerçekten istiyorlar mı? Sporcular hakiki rahatsızlıklarını dile getirecekleri kolektif platformlar – birlik, sendika, vs. – oluşturmamakla eleştirilebilir. Gerçi birçok ülkede bu kurumlar belli konularda söz sahibi oluyor; olmadığı yer ve durumlarda da sosyal medya gibi, görünür bireysel çıkışlar yapmayı çok kolaylaştıran yeni bir aygıt var. Ama iş dönüp dolaşıp “23 yaş, yoksul geçmiş, çok para” denklemine dayanıyor. Futbolcuların mevcut gidişattan, sıkışık fikstürlerden, pandemide sahaya çıkmaktan rahatsız oldukları sır değil. Öte yandan 10 yıl yapılacak bir meslekte olabildiğince para kazanmak yerine düzene başkaldırılmasını beklemek zor. Topluma yabancı bir bilinci yeşil sahalarda aramak çok makul değil.
Üstelik konu sadece para da değil. Bugün talep edilen devamlılık, bir yandan da “devamlı görünür olmak” demek. Var olup olmadığımızı internetten takip ettiğimiz bir ortamda, oyuncular 10 yıl boyunca sadece parayı değil, kendi varlığını da olabildiğince güçlü biçimde elinde tutmak istiyor. Yeni tip şöhret, eski serkeş topçuların içkili kumarlı kadınlı hayatı gibi değil; daha iyi yarıştığını göstermekle tanımlanıyor. Ne kadar çok çalıştığını gösteren videolarını paylaşarak kendine profesyonel bir profil inşa ediyor. Bu, piyasa gerçeklerine ve hakkaniyete dayalı, görece doğru bir yol gibi görünebilir; ama arkasında başka bir gerçek daha var. Böyle yapmazsa ve – belki de daha önemlisi – görünmezse, bu iklimde yaşayamayacağını biliyor. 7/24 çalışmaya sadece zorlanmıyor; kendisi de bunu istiyor, en azından ister görünüyor. Kısacası patronlar rüyalarında görseler inanmayacakları bir gerçeği yaşıyor.
Sonuçta Eriksen’in yere yığılışını görüp şoke oluyor, Agüero gözyaşlarını tutamayınca biz de hüzünleniyoruz. Ama çok da şey yapmayalım, iki kanal ötede yeni maç başladı. Aslında lafı bu kadar uzatmaya gerek yoktu. Biz memnun olmadığımız şeyleri değiştirmek için ne kadar çabalıyorsak, futbolcular da o kadar çabalıyor. Bizim gibi onlar da fiziksel ve zihinsel sağlığı pahasına hayattan geri kalmama derdinde. Bazen istiap haddi doluyor, makine daha fazla gitmiyor, sigorta atıyor. O güne dek durmak yok, maça devam. Gittiği yere kadar…