Max Frisch: Her şey boşluktan daha iyidir
Max Frish'in son romanı 'Sessizliğin Yanıtı' okurla buluştu. Kitap, hayatın sıradanlığına katlanamayan otuz yaşındaki bir adamın varoluşunun sınırlarını zorladığı, bir kendini arayış hikâyesini anlatıyor. Yazarın hayatından da izler taşıyan 'Sessizliğin Yanıtı' yeni bir yaşamın kıyısını resmediyor.
Ali Bulunmaz
“Mimarlıkla edebiyat arasında nasıl bağlantı kurulabilir?” sorusuna dolgun yanıtlar veren Max Frisch, bir edebiyat tutkunuydu ve Alman dili-edebiyatı öğrenimi görmeye başlamış ama ailesinin maddi olanaksızlıkları yüzünden okuldan ayrılmak zorunda kalmıştı. Frisch, 1936’da yine Zürih’te mimarlık eğitimine başladı, mezuniyetinin hemen ardından ortalığı kasıp kavuran İkinci Dünya Savaşı’nda İsviçre ordusuna alındı ve Almanya sınırında görevlendirildi.
O tarihlerde, başka ülkelerde askere alınan meslektaşlarına göre şanslıydı çünkü sınır bölgesinde, liseden beri sürdürdüğü yazarlığa devam etme imkânı yakaladı. Bununla birlikte bölgenin coğrafi konumu gereği orman ve dağlarda yaşayarak 'doğanın sesini dinlemeyi' öğrendi. Frisch, savaşta edindiği bu deneyimi, dünyaya mimar ve yazar bakışıyla birleştirdi. 1955’te mimarlığı bıraktığında “İki gözlüğümden birini kendi isteğimle kırdım” demişti. Fakat mimarlık peşini hiç bırakmadı, en azından romanlarında ve günlüklerinde, yarattığı karaktere ve cümlelerine hep karıştı.
'YAZMAK KENDİNİ OKUMAKTIR'
Frisch’in Homo Faber’de aklı ilahlaştırma ve pozitivizm eleştirisini; ölçülebilir olanın dışına taşıp tekniği kutsallaştırma yanılgısını edebî incelikle anlatışını kolaylaştıran da mimarlıktı. Montauk’ta, okurun gözüne sokmadan kendisini kurgu karakter hâline getirmesinde, mimarlıktaki teori-pratik işbirliğini edebiyata uyarlamasının etkisi büyüktü. Bu iki ana damar, Frisch’in yabancılaşmayı, kimlik arayışını ve bocalamaları hiç sırıtmadan okura aktarmasını sağlayan kurmaca-biyografiyi oluşturmasını kolaylaştırmakla kalmadı, ona “Gerçek, kurmacada gizlenir” dedirtti. Böylece hem okuru hem de kendisini oyuna kattı. Yalnızca bunlar değil; durduğu yerden bakıp ya da etrafındaki politik 'malzemelerden' yararlanıp kişiliğini arayan ve sistemde kaybolmuş insanları işleyerek iktidar ve onun sembollerini eleştirdiği Kont Öderland’la beraber, soyutluğun kurtarıcı olduğuna inanan karakteriyle öne çıkan Don Juan ve Geometri Aşkı’nı da kaleme aldı.
Bunlar ve diğer eserlerinin taslaklarına ya da izlerine rastladığımız; “Yazmak kendini okumaktır” dediği, zaman-mekân-benlik bağlantısı kurduğu Günlükler (1946-1949) ile Günlükler (1949-1971)’de Frisch, âdeta yazarlığını ve kendisini bize açıp bir mimar ve yazar olarak kendisini, taslak ve eskizlerle kurmuştu.
Nilüfer Kuruyazıcı, “Günlükler 1946-1949 Üzerinden Max Frisch’i Anlamak” başlıklı metninde, yazarın söz konusu çabasını şöyle yorumlamış: “Günce yazmak, insanın kendi ‘ben'ini bir bütün olarak karşısında görmesine, kendi kendini okumasına, kendinden kaçmayıp benliğinin derinlerine inerek kendi kendini çözümlemesine yardımcı olması açısından yararlı bir uğraştır.”
Kuruyazıcı’nın bu belirlemesi, sadece günlükleri değil, Frisch’in hemen her kitabı için geçerli. Onlardan biri de Türkçeye Saliha Yeniyol tarafından çevrilen Sessizliğin Yanıtı.
'YENİ BİR HAYATIN KIYISINDA'
Frisch’in bir boşluğu doldurma; hayatın sıradanlığına katlanamayarak bu yolda benliğini eşeleyen ve kendisini bulmaya çabalayan bir adamı anlattığı Sessizliğin Yanıtı’nı yazdığı dönem, edebiyat öğreniminin yarıda kesilip mimarlık eğitimine başlama arifesine denk geliyor. Dolayısıyla diğer roman ve oyunlarında olduğu gibi yazarın, hayatından izler taşıyan bu kitap, yeni bir yaşamın kıyısını resmediyor.
Frisch ve kitabın ana karakteri Balz Leuthold, bu kıyıya geldiğinde insanın hayatını yalnızca kendisinin mahvedebileceğini, bunun sorumluluğunu taşıması gerektiğini görüp derin ve tarifi zor bir korkuya kapılıyor. Sessizliğin Yanıtı, hem bu sorgulamanın hem de sonrasında ortaya çıkan korkunun ve varoluşsal krizin anlatımı.
Frisch, Leuthold’un yürüyüşünü ve bu sırada aklına üşüşenleri adım adım anlatırken başarı ve başarısızlık sorgulamalarıyla buluşturuyor okuru: Yaşadığının hayat olup olmadığını anlamaya uğraşan otuz yaşındaki bu adam, sürüp giden şeyin var olmaktan başka bir manası bulunmadığı sonucuna ulaşıyor. Leuthold’u bu anlarda bir soru kovalıyor: “Kahramanca bir eylem mi, yoksa ölüm mü?” Zirveye tırmanmak üzere çıktığı bu yolun sonunda aklındaki sorunun yanıtını bulabileceğini umuyor. Fakat şimdilik bir başka eşlikçiyle idare etmek zorunda: “İnsan yorgunsa eğer ve ertesi sabah uyanması için bir sebebi varsa yaşam ne güzeldir diye düşünüyor. Bu bilgiye nadiren sahiptir insan, her seferinde boş, beyhude bir varoluşa uyanır, bazen buna uzun süre katlanamayacağını düşünür (...) Uykunun hiçbir şeye çözüm olmadığı bilinir, isteği sadece bizi yeni çaresizliklere karşı bilemektir; insan, ertesi sabah bir adım ilerlemediğini bile bile ayağa kalkmak zorundadır, bilinmezliğe doğru, inançtan, amaçtan yoksun, manadan yoksun, her şeyden ve her türlü maharetten yoksun, böylece insan giderek yaşlanır, içi daha da boşalarak daha çaresiz bir hâl alarak…”
Frisch gibi Leuthold’un yaşamındaki bu zaman dilimini kaplayan boşluk, ayaklarıyla birlikte zihnini çalıştırıyor: “İnsan illa bir şey yapmalı” ve “Meşguliyet her şeydir” dediği bu yolculukta Frisch, Leuthold üzerinden mimarlığı tersine işletip benliği oluşturan yapıyı çözümlerken varlığın iskeletini ortaya koyuyor: Heba edilmiş (ya da öyle olduğu düşünülen) bir hayattan geri dönülemeyeceği, hatanın telafisinin olmayacağına dair fikri, yolun yapı taşlarından...
'VAROLUŞ KRİZİ'
Leuthold’un yürüyüşü, yaşamaya dair iştah ile yaşamın harcanmış olma ihtimaline ilişkin ikilem sunuyor. Hataların belirleyici olduğu ve “düzene” girmesiyle, daha doğrusu girdiğini sandığında enikonu çekilmez hâle gelen hayatta, Leuthold’un ikilemi derinleşince acı sorular birbirini izliyor: “Neden özlemimizin peşi sıra gitmiyoruz? Neden? (...) Neden hayatımızı yaşayamıyoruz, bu tarifsiz ilahi dünyada sadece bir defaya mahsus bulunduğumuzu bildiğimiz hâlde, bunun sadece bir defalığına, tekrarsız olduğunu bildiğimiz hâlde!”
Yoldaki ikilem, belli bir andan sonra boyut değiştiriyor ve varoluşsal krizinde yeni bir faza geçiyor Leuthold: “Her şey yaşanmamış bir hayattan daha iyidir, hatta felaket bile; acı, ümitsizlik, cürüm, her şey ama her şey boşluktan daha iyidir!”
Hatayı sırtlanma ya da insanın kaderini kendisinin yaratması, sorumluluğu başka yere veya kişiye yükleme eğilimine yönelik bir eleştiri olarak da okunabilir. Bahsi geçen özeleştiriye, Leuthold’un yaptığı gibi uzun bir yürüyüşün ardından ulaşılabilir pekâlâ.
Sisteme teslim olma ve bedeni sakatlama ihtimali ufukta belirse de Frisch’e göre bu yürüyüşü tamamlamak zorunlu. Kişi ancak bu şekilde benliğindeki çatışmanın veya varoluşsal krizin farkına varıp kendisini bir parça tanıyabilir. Sessizliğin Yanıtı’nda varılmak istenen zirve tam olarak buna denk geliyor.