Mecburiyet rejimi: Bir siyaset modeli olarak inşaat ve deprem

Türkiye’de inşaat sektörünün elde ettiği hareket alanı, siyaseti de kendisi için örgütleyebiliyor olmasından. Ama unutmamak gerekir inşaat sermayesi ve siyaset karşılıklı bir ilişki içinde çalışıyor.

Abone ol

Besime Şen*

6 Şubat 2023 Gaziantep-Kahramanmaraş merkezli olmak üzere 9 saat arayla yaşanan iki deprem feci can kayıplarına yol açtı. Yıkılan binalar ve enkaz altında kalan yaşamların felaketini hiçbirimiz bildiğimiz duygu ve bilgilerle bir yere koyamadık hâlâ. Bu denli büyük can kaybının yaşanması kaçınılmaz bir sonuç muydu? Değildi. Kuşkusuz yıkılan binaların müteahhitleri de bunu biliyorlar.

Peki bundan sonra ne olacak? Kim ne yapacak/yapabilecek?

Bu yazı, bir mecburiyet rejimi haline gelmiş olan inşaatın siyasete ve toplumun sosyolojisine yerleşmiş, onu ele geçirmiş olan gücünü anlamaya çalışacak.

İNŞAATA DAYALI SİYASET VE KENT

İnşaat sektörü Türkiye ekonomisi açısından 1980 sonrası, ANAP Hükümetinin politikaları ile stratejik önem kazandı. Neoliberal ekonomi politikaları, kentlerin mekânsal gelişimini adeta inşaat sektörünün insafına ve kapasitesine bıraktı. Artık imar afları ve plan tadilatları, inşaat sektörünün genişlemesi için olağan bir pratik olarak gerçekleşiyordu.

Unutmamak gerekir ki dönemin politikaları, toplumunun bütün siyasal ve düşünsel birikimini neredeyse yok etmeyi hedeflemiş bir askeri darbe ile “uygun” hale geldi. Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlü merkezi yapısı ve devlet geleneği, bütün kurumları yeniden şekillendirdi. Devletin kendisine muhalif kesimler üzerindeki ağırlığı ve baskısı eşliğinde; Anadolu kent ve kırsalındaki nüfus, gerek darbe gerekse yatırım merkezleri haline getirilen metropol kentlere aktı. Böylece inşaat sektörü de köpürmeye başladı. Yanı sıra vermekle sorumlu olduğu bütün hizmetleri (askeri güvenlik hariç) piyasaya ihale eden devlet, sadece yaşadığımız bu deprem felaketinde değil, diğer doğal afet ve iş kazalarında da hizmet sunan değil hizmet satın alan bir kuruma dönüştü.

2000’li yıllarda AK Parti yönetimi ise inşaat sektörünü özel sektörün gücü ile yalnız bırakmayan, ona kocaman bir devlet gücü ile eşlik eden; bunun için TOKİ ve Çevre Şehircilik Bakanlığı’nın yetkilerini, yasal hareket alanını, sermaye gücünü arttıran bir yaklaşım ile yanıt verdi. 1999 Marmara depremi ertesinde, deprem riskini telafi edecek önlemlerin alınması beklenirken, TMMOB bileşenlerinin mesleki sorumluluk alanları, faaliyetleri ve en önemlisi denetim yetkileri ellerinden alındı. Bugün bu felaketi yaşadığımız şu günlerde tekrar gördük ki TMMOB bu toplum açısından vazgeçilmez birikimi ve kadroları ile deprem sonrası iyileşme için ve gelecekteki doğal afet ve iklim krizi gibi risklere karşı toplumun ihtiyaç duyduğu vazgeçilmez bir kurumdur.

Hayatımızın merkezine yerleşen inşaat sektörünün gelişimi tek başına kamu harcamaları ve teşviklerini alarak güçlenmedi. Bu sektörün önünü açmak için kent planları, üniversitelerin birikimleri, meslek odalarının rolü de tahliye edildi. Kısacası hükümetler, inşaat sermayesinden hiçbir şey eksik etmediler.

Bu yazıda inşaat sektörünün ekonomik büyüme içindeki önemi ya da genel anlamda ekonomi politiğine dair bir analiz yapmayacağım. Bunu belki başka bir yazıda yapmak gerekir. Burada inşaat sektörünün, toplumun bütün sosyolojik ilişkilerine, birimlerine yerleşen yapısından (belki de doğası demeliyim) bahsetmeye çalışacağım. Çünkü bugün tam da tanığı olduğumuz ve çaresiz hissettiğimiz konu daha çok bununla ilgilidir diye düşünüyorum.

İnşaat sektörü diğer sektörlerden farklı olarak hane ölçeğindeki sosyolojinin bilgisi ve örgütlülüğünü kendisine mal edebilirken; aynı anda küresel ölçekteki teknoloji-inovasyon ve altyapısını içeren sermaye örgütlülüğünü de yönetebiliyor. Türkiye’de inşaat sektörünün elde ettiği bu hareket alanı, onun siyaseti de kendisi için örgütleyebiliyor olmasındandır. Ama unutmamak gerekir inşaat sermayesi ve siyaset karşılıklı bir ilişki içinde çalışıyor. Birbirlerine muhtaçtırlar.

Peki biz bireyler evlerimizde ve o ev daha başımıza yıkılmadan neler yaşıyoruz?

Kendi evimizin değerini, bize sağladığı fiziksel ve kültürel olanaklar ile mi ölçüyoruz yoksa mahallemize, sokağımıza yapılacak bir yatırım projesinin vb. yaratacağı fiyat artışı ile mi ölçüyoruz? Her birimiz büyük oranda, ev denilen şeyi az veya çok, kentsel yatırımlar ile inşaat faaliyetleri içinde görmeye başladık. Bütün kentler ve kırsal yerleşimler, plan dışı yapılaşmaların etkisi altına girdi. Adeta kuşatıldık. Hepimiz günde birkaç kez ev fiyatları, döviz fiyatları bir de süt yoğurt deterjan fiyatlarına bakıyoruz. Hayatımıza dair en fazla aylık planlar yapabiliyoruz. Bir yıl içinde birkaç kez yoksullaşıyoruz. Güvencesizlik literatürü dahi bu halimizi tam anlamıyla açıklayamıyor.

KONUT-HANE, DEVLET VE SİYASET

İnşaat sektörü, Türkiye’de ekonomik bir sektör olmanın çok ötesinde siyaset-ekonomi-toplum-kültür alanlarını birlikte örgütlemiş olan bir modeldir dersek abartmayız. Yani siyasi partileri, şahısları, devletin tüm yerel ve merkezi kurumlarını, çalışanlarını ele geçirmiş bir yapıdan bahsediyoruz.

Bu ele geçirme kapasitesi onun işleyiş mekanizmasından kaynaklanmaktadır. Tek başına onun sahip olduğu sermaye hacmi ve GSMH içindeki rakamsal büyüklüğüne bakarak onun gücünü ve etki alanını ortaya çıkaramayız. Onun sirayet ettiği siyasi akıl ve siyasi ilişkiler rasyoneline bakmak, orayı görebileceğimiz biçimde açığa çıkarmak gerekiyor. İmar afları-imar barışı, kaçak yapılaşma, kamusal mekanların, kıyıların, meraların, verimli tarım topraklarının yapılaşmaya açılması. Bütün bunlar siyaseti ele geçirmiş olan rasyonel aklın etkinlik alanıdır.

Bu rasyonel aklın etkinlik alanı aynı zamanda seçimlerde oy verme rasyonelini ele geçiriyor ve bir mecburiyet rejimine dönüşüyor.

PEKİ BU SEKTÖRÜN GÜCÜ NERDEN GELİYOR?

- Bu sektörün gücü onun, yüksek oranda kamu harcamalarının yapıldığı sektör olmasından kaynaklanıyor. Sadece bir örnek; inşaat sektörünü canlandırmak için hükümet 2017 yılında konut satışlarından alınan KDV oranını yüzde 18’den yüzde 8’e indirdi; yanı sıra yurt dışında yaşayanların konut alımını KDV’den muaf tuttu. Devlet böylelikle alması gereken geliri dolaylı biçimde konut sektörüne aktarmakta.  

-Bu sektörün gücü onun, hanedeki geçim sosyolojisinin içine yerleşmesinden; aile ekonomisinin “konut” edinme, konuta erişme ihtiyacı üzerinden perçinleşen derdiyle oluşan mecburiyet ilişkisinden geliyor. Yani hikayenin AK Parti hükümeti ile sınırlı olmayan önemli bir yapısal tarafı var. Sınıfsal eşitsizlikler ve bölüşüm ilişkileri temelinde, toplumsal kaynakların nasıl kullanıldığına, kimler için birikim alanları yaratıldığına bakmak gerekiyor. Bu anlamda kamu güvencesi ile üretilmiş sosyal konut açığının neden Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün hükümetlerinde dile getirilen ama çözülmeyen bir sorun olduğunu belki anlayabiliriz. 

-Bu sektörün gücü onun, mahalledeki esnaf muhabbetinin kendi içinde küçük yatırım olanaklarına olan hevesinin içine yerleşmesinden geliyor. Toplumdaki yoksul ve sabit gelirli kesimleri dahi borç mekanizmaları içine çekerek konut sahibi yapma vaatlerinin güvenli konuta erişim ile sonuçlanmadığı herkesin malumu.

-Bu sektörün gücü onun, imar aflarına rağmen hallolmamış gecekondu yerleşimlerinin kentin merkezi yapısına eklemlenme ihtiyacından geliyor. Bu kesimlerin borçlanma araçları ile sektörün bileşeni haline geldiğini, kendi ekonomik kapasitesini arttırmak için patronaj ilişkilere eklemlendiğini görmek gerekiyor.

-Bu sektörün gücü onun kent planlarını imar tadilatlarına dönüştürerek, planlamayı tahliye edebilme kabiliyetinden geliyor.  

-Bu sektörün gücü onun, “inşaat, ekonomik büyümedir” kabulünü toplumun her bireyine kabul ettirmesinden geliyor. Gayrimenkul sektörünün yüksek ve kolay elde edilen kâr oranları, farklı sektör yatırımcılarının tasarruflarını da kendi alanına çekebilmektedir. Son çeyrek yüzyıla kabaca bakarsak inşaat sektörünün Türkiye ekonomisi içerisinde payının yüzde 4 ile yüzde 10 arasında kalan rakamlara yerleşmiş olduğunu görürüz. Ama ortalama rakam yüzde 8’dir. Bu oranın altına düşüldüğünde hükümet, kamu harcamalarını arttırmaya çalışıyor. İnşaatla ilgili alt sektörlerde gerçekleşmekte olan ekonomik faaliyet getirileri ise ortalama yüzde 20-30 arasındadır. Dolayısıyla bu alan ihracat açısından da kritik öneme sahiptir.

Bu rakamlar, hizmet ve sanayi sektörünün ekonomideki payından çok daha düşüktür. Peki neden inşaat sektörü yaşamımızı daha fazla etkilemektedir? Çünkü inşaat sektörü doğal çevre ile kentsel, tarihsel, kültürel çevreyi dönüştüren, bu alanları adeta betona gömen bir sonuç üretmektedir. Bu sonuçlar ile gündelik yaşamı doğrudan etkileyen dönüştüren bir güce kavuşabilmektedir.

-Bu sektörün gücü onun, bütün mensupları ve taraflarının belediye meclislerini ele geçirmiş olmasından geliyor.  

Belediye meclisleri, yerellerin demokrasi hukukunu, pratiğini ve taleplerini temsil eden en temel kurumlardır. Yerel kurum ve kurullar inşaatçılara teslim edilmiş durumda. Bu kurullardan onaylanan kararlar, yerellerin geleceğini şekillendiriyor. Bizleri tek tek “imar aflarını, kaçak yapılaşma, kıyılarda, yeşil alanlarda, tarihsel miras ve arkeolojik sit alanlarındaki yapılaşma kararlarını” onaylayan yurttaşlara dönüştürüyor. Hepimiz bu suçun ortağı haline geliyoruz. Üstelik bunu yerel demokrasilerin örüldüğü belediye meclisleri aracılığı ile yasal hale getiriyoruz. Bu şema bizleri, artık karşı koyamadığımız bir mesafede tutabiliyor. Tam da bu mesafelerin oluşturulması ve sürdürülmesi ile siyasetin de dışına düşüyoruz.

Bu nedenle parti programları, faaliyetleri ve eylem planları etkisini yitiriyor. Hane içindeki, esnafın kafasındaki, mahalle düzeyindeki yatırım hırsını kabartan ve bu hırsın, beklentinin parti üyeliği şartına bağlanarak daha üst kamusal temsil mekanizmalarının içine yerleşmesi, bizi kuşatan siyasetsizliğin veya yeni siyasetin içine yerleştiği sihirli modeldir.

-Bu sektörün gücü onun Anadolu’ya aktarılan kamusal kaynakların, oradaki sosyolojiyi eve ekonomik kapasiteyi dönüştürmek üzere kullanılmış olmasından geliyor. Anadolu’da her ekonomik yatırımın gerek çalışanı gerekse girişimcisi olabilmesinin adeta ön koşulu olan “parti yurttaşı” olma dayatmasından geliyor.   

“Parti yurttaşlığı”, ekonomik süreçlerin içine girebilecekleri “Müslümanlık ve Türklük Sözleşmesi” içinde filtrelediğini özgüvenle ortaya koyabilen kültürel bir kimlik stili ile kamusal alanda hegemonyasını pekiştirebildi. “Müslüman ve Türk” olmak üzerinden neredeyse banal bir güç üretildi. Bu banal gücü biz, deprem bölgesindeki çaresizlikler içinde buzdolabı, TV çaldığı iddiası ile gözüne kestirdiğine işkence eden kabadayılar olarak gördük.

-Bu sektörün gücü onun, ülkedeki bütün cemaat ve tarikat çevrelerinin inşaat sektörünün ve belediye meclislerinin temel taşları haline gelmesinin yanı sıra CHP ve diğer muhalefet parti seçkinlerinin de inşaat sektörüyle umulandan daha fazla içli dışlı olmasından geliyor.

-Bu sektörün gücü onun başta Aleviler olmak üzere, siyasal İslam ile ilişkilenmeyen inanç çevrelerinin ülkedeki inşaat ve kentsel yatırımlar üzerinden ekonomiyle ilişkilenmesini, onlara bir asimilasyon şartı olarak dayatılabilir olmasından geliyor.  

SONUÇ OLARAK;

Bütün bu süreçler, toplumsal sınıfları da dizayn edebilen bir siyaset pratiğini üretiyor. Bunu görmek gerekiyor. Çalışan sınıfların hakları sadece özelleştirme, taşeronlaştırma gibi kamusal olanın devredilmesi ile zayıflamadı aynı zamanda yeni bir siyaset ve partileşme ile başka bir hak anlayışını da üretti. Bu modelin niceliksel olarak ekonomik büyüme yaratması, uzun yıllar “ama çalışıyorlar” cümlesi ile seçmeni de ortalayabilmiştir. Ama değer artışlarını bütünüyle şahıs ve yatırımcı grupların insafına bırakmanın sonuçları parasal büyüklük ile görebileceğimiz bir sonuç değildir.

Rant değerlerine el koymanın “vicdan ve özel şahıs insafına” bırakılması bilinçli bir tercihtir. Bu tercih sonucunda, “çok çaldı” diye birilerini cezalandırır birilerini de “hayırsever” olarak ödüllendirirsiniz. Bu tutum, hukuku da boşa düşürür. Hukuksuz alan güçlenir. Bahşeden ve bağışlayan ise güçlenir. Ayrıca enkaz bölgelerinde gördüğümüz üzere güvenlik algısı olağan biçimde “arka sokakların kabadayılarına” devredilir. Deprem sahasında başta AFAD ve Kızılay olmak üzere bütün devlet kurumlarının yeterli ve yetkin görülmeyen çalışmaları yerine kahramanlık fotoğraflarının öne çıkarılması olağanlaşır.   

Bir diğer yapısal mesele, Türkiye’de kimlikler alanının yine ekonomik kaynakların dağıtımı süreçleri ile baskılanmasıdır. Bu kimlikler alanının Kürtlerin siyasal ve kültürel hak talepleri ile Alevilerin eşit yurttaşlık talepleri gibi siyasetin merkezini belirleyen konuların, yereldeki sakil ekonomik ilişkiler içinde güçlendirilen aktörler ile bir vadeli yönetim içine çekilmiş olması, ortada çok ortaklı ama hayırlı olmayan bir konuya işaret ediyor. Bu büyük konuların, bugün deprem enkazı altında kalmış bir hükümetin doğurduğu konular, meseleler olmadığı da malumumuz. Türk devlet yapısı ve ilişkilerini belirleyen yanı sıra ülkenin coğrafyasını siyasal fay hatları olarak kabul eden ve bunu güvenlik temelinde gören dev bir meseleyi şimdi deprem ertesinde konuşmak uygun mudur, bilemiyorum.

Deprem enkazında yakınlarını çıkaramayanların feryatları buralara kadar geldi. Onların cümlelerinde herkes bir şey duydu. Özellikle Elbistan, Pazarcık, Adıyaman ve Malatya’nın bazı kırsal yerellerinde ve köylerindeki Alevi Kürt haneleri, yardımın gelmemesini kendilerinin Alevi olması ile ilişkilendiriyorsa (gerçekte böyledir ya da değildir) burada üzerinde düşünülmesi gereken siyasal hat, bir kimlik meselesi olarak görülemez. Bu konu artık coğrafyasıyla, mahallesiyle, eviyle ve insan bedeni ile herkesin ortağı olduğu bir demokrasi ve özgürlükler meselesi olarak önümüzde durmaktadır. Bu enkazı kaldırmak için önce masa etrafında bir araya gelmek gerekiyorsa; her bir parti, her grup ve çevre, her kurum, her yönetim kendi siyasal geçmişi ve pratiği ile hesaplaşmayı da göze almalıdır. 

Bilmek ve yapmak arasındaki ilişkiyi, hukuka uygun olmak üzere siyaset belirler. Bu ilişki zedelenmiş ise muhtaçlık ve mecburiyet ikileminin ötesinde yeni bir kamuculuğa ihtiyaç var demektir.  

*Prof.Dr./ Mimar Sinan Üniversitesi