Yakın zamanda Princeton Üniversitesi, kurumlarından birinden ABD başkanlarından Woodrow Wilson’ın ismini kaldırma kararı aldı. Türkiye’de tarih ders kitaplarında “Wilson Prensipleri” ile özdeşleştiği için ismi bir açıdan tanıdık olan ve zahiren fena olmayan işlere imza atmış bir başkan olmasına rağmen, bir süredir ırkçılık konusundaki sicilinden dolayı bu üniversiteye yapılan ve sonuçsuz kalan baskılar Black Lives Matter hareketiyle meşruiyet kazanınca, talepler sonuç verir hale geldi. Wilson’ın bir özelliği de Amerika’da bir üniversitede siyaset bilimi bölümünde okumuş ilk insanlardan biri olması. ABD’de Harvard’dan sonra açılan ikinci siyaset bilimi bölümü, mezun olduğu Johns Hopkins’teki bölüm. Amerikan üniversitelerinin mazisine baktığımızda iki özellik dikkat çekiyor. Neredeyse istisnasız hepsi ilk başta birer dini eğitim kurumu olarak hayatlarına başlamış. Yani birer medrese olarak eğitime başlamışlar. Amerikan üniversitelerinin bir özelliği de ayrı ayrı bölümlerin olmamasıydı. Yani hoca olan herkesin her şeyi bildiği, aşağı yukarı öğrenci herkesin benzer bir müfredattan geçtiği küçük birer ilim yuvası olarak işlev görüyordu. Latince ve Yunanca dil eğitiminin merkezde olduğu bir talim ve terbiye söz konusuydu. Bu iki özellik de sonradan değişti. Bu kurumların, dini eğitim veren kurumlar ve dini olmayan üniversiteler olarak ayrışması Amerikan İç Savaşı’ndan (Civil War) sonra başlıyor. Hocaların her şeyi bildiği ilim yuvası ortamı olmaktan çıkıp üniversitelerin müstakil bölümlerinin açılması ise daha sonra Alman üniversite sisteminin Amerika’ya uyarlanması ile nispeten yakın bir zamanda yaşanıyor.
Üniversitelerin kökeninin bizim İslam dünyasındaki medreseler olduğu, okul (school)’un külliye’den geldiği, üniversite mezuniyet cübbesinin bizim cübbeli Mehmet hocanın cübbesiyle aynı olduğu nispeten doğrudur. Ancak bunun, aynı zamanda (biraz Maradona’nın Türk olması gibi) Müslüman bilincin kendi kendini tebrik etme ve bu yolla kendi mevcut mahcup haline bir mazeret ve terapi vesilesi bulmak amacıyla söylendiği de doğrudur. Medresenin son dönemdeki “medeniyet” vurgusuyla romantik bir nostaljinin konusu yapıldığı söylenebilir. Cumhuriyet Türkiye’sinde medreselerin eğitimde tevhid kastıyla yırtıcı bir şiddet ile kapatılmış olmasının yol açtığı travmanın da bunda rolü var.
Medrese kurumunun pek çok açıdan abartılmış (yeni tabirle overrated) bir kurum olduğunu söyleyebiliriz. Eskiden ekser insanlar zaruret hali üzere oldukları için okur-yazar bile olmadığından, okul ve eğitim çok az insana nasip olabilen bir lüks ve bir farz-ı kifaye idi. Azıcık okuma ve ilimle buluşma imkanı bulan insanlar kategorik olarak büyük bir hürmete muhatap oluyordu. Bu doğal idi. Dil bilgisinin aynı zamanda din bilgisi olduğu yahut sayıldığı bir zamanda dil kursunu veya gramer eğitimini başarıyla tamamlamış olan insanların sözüne itaat edilecek lider, dediklerine itimat edilecek mürşid olarak görülmesi kitlelerin ilimden mahrumiyetinin, dini ihtiram ile birleşmesinden kaynaklanıyordu. Halbuki medrese, ders yapılan yer, yani okul demekti. Neden okula kutsal bir kurum olarak bakılıyor ve hürmet ediliyordu? Belki de okulun okul değil de onun uzantısı olduğu cami cinsinden olduğu düşünüldüğünden böyleydi. İlahiyatların hiçbir zaman medresenin prestijine nail olamamaları bu sebepten olmalı. Ne zaman ki bilgi medrese denilen camiyle iltisaklı okulun dışından Müslümanlara gelmeye başladı o zaman her bilgiyi dini bir kurum sayılan medrese etiketi altında almaya, öğrenmeye alışmış olan Müslümanlar için garip bir durum ortaya çıktı. Üzerinde medrese yazmayan okullara düşman nazarıyla baktılar. Günümüzde bile “Batılı Okullar Haram” ismiyle nam salmış olup terör yapan insanlar var (Boko Haram). Elbette bunda Müslüman dünyaya medrese dışında gelen ilk “yabani” okulların misyoner ve sömürgeci okullarının olmasının büyük payı var.
Abdest aldığı görülmediği için ilim namazı geçersiz sayılan okul ile namaz kılıyor diye hakikat kaynağı sayılan medrese arasındaki mesafe gittikçe açıldı. Osmanlı’nın son döneminde iki kurumu telif çabaları canlılık kazandı. Ancak bu konuda tam bir başarı sağlanamadı. Daha sonra Cumhuriyet dönemi Kemalist radikal reformlar kitleler arasında medreseye ağıt yakılıp, okullardan çekinme eğiliminin üstüne tüy dikti.
Türkiye’de sağ-muhafazakar tahayyülün kendini avutmada kullandığı bazı ucuz ezberler var. Okul ile medresenin aynı şey olmadığını zannetmek, tıpkı ulus ile milletin aynı şey olmadığını zannetmek gibidir. Yahut ilim ile bilim arasında bir fark olduğu vehmi de direkt olarak aynı cehalete dayanıyor. Bize ait olduğu sanılan ve ismi bize aşina olan şeyin romantize edilerek namı yabancı denklerinden/aynılarından onu tenzih etmek, mukaddesatçı körlüğün tipik kendi kendini tebrik etme davranışlarından biridir.
Ama çıplak gerçek şudur: Medrese bir okuldur. Üstelik müfredatı bugün için ya büyük ölçüde çürümüş ya da fosilleşmiştir. İlim tarihinin konusu olarak çok değerli olan ve bazı basit alet ilimleri açısından halen kıymeti olan unsurlar barındırsa da medresenin bugün onun günümüzdeki reenkarne olmuş versiyonu olan üniversite karşısında hükmü kalmamıştır. Medresenin vefatının bir diğer delili de şudur: Bugün İslami ilimler konusundaki en yetkin, en içtihad yapmaya kabiliyeti olan uzmanlar, allameler Batı üniversitelerindeki İslam uzmanlarıdır. Bunların bir kısmı Müslüman bir kısmı ise Müslüman olmayabilir. İlim noktasında bunun bir hükmü yoktur. Bugün İslamın anlaşılmasının adresi ve hatta İslamda günümüzde içtihad hakkının hakiki varisleri üniversitelerdeki İslam alimleridir, medreselerdeki masum, mahrum ve mazur ulema değil.
Risale-i Nur okuyup başka şey okumamayı fazilet sayan kimi Nur talebeleri, Osmanlının son dönemindeki medrese reformu çabalarına zihnen dahil olan ve Kürdistan’da kurmayı hayal ettiği üniversiteyi Medreset’üz-Zehra adıyla isimlendiren Bediüzzaman Said Nursi’nin bu projesinin tamamen orijinal bir fikir olduğunu zannederler. Halbuki bu fikir, aynı isim altında olmasa bile, Bediüzzaman’dan önce Cemaleddin Afgani tarafından dile getirilmiştir: İslam alemine hitap edecek ve İslami bilimler (ulum-u diniye) ile modern ilimleri (fünun-u cedide) cem edecek bir modern üniversite/medrese projesi. Bunun da tıpkı Medreset’üz-Zehra gibi çeşitli merkezlerde şubeleri olacaktı.
O zamanki Kürtlerin modern bir okul olarak mektep veya üniversite ismine mesafeli duracaklarını gören Bediüzzaman, modern üniversiteyi Kürtlerin (ve o günün Müslümanlarının) dünyasına sokmak için bu yeni kurumun medrese adıyla sunulması gerektiğini düşünüyordu. Çünkü Medreset’üz-Zehra projesinin amaçlanan meyvelerinin ne olduğu sorulduğunda özetle şöyle diyordu: “Kürt ulemasının geleceğini güvence altına almak, (modern) eğitimi Kürdistan’a medrese kapısıyla sokmak, meşrutiyetin [özgürlük ve anayasal demokrasinin] güzelliklerini göstermek ve ondan [meşrutiyetten] yararlanmalarını sağlamak.”