Medyanın acı pornografisiyle bitmeyen imtihanı

Medyada acının pornografisi, bu şova tanıklık etmek istemeyen biri tarafından televizyon kumandasının kapama tuşuna dokunarak veya internet sayfasındaki sekmeyi kapatarak sonlandırılabilir. Ancak geri kalan kitle açısından bu pornografi sonraki yaşantılarında mutlaka bir iz bırakacaktır.

Menekşe Tokyay meneksetokyay@gmail.com

Yaşamımız ekranlar, klavyeler, sosyal medyadaki beğeni tuşları üzerinden, adeta sanal bir gerçeklik içerisinde akıp gidiyor. Başkalarının izleyicisi olduğumuz trajedileri, kendi konfor alanlarımızda, boş vakitlerimizde tüketilecek bir malzemeye, bilgisayarımızın başında anlık gözyaşları dökeceğimiz bir günlük rutine dönüşmüş durumda. Kendi acılarımıza da, başkalarının travmalarına da duyarsızlaşıyoruz.

Teknolojinin hızla gelişmesi, bilgiye ışık hızıyla erişilmesini beraberinde getirirken, birçok etik değer de unutulmaya yüz tutuyor; mahremiyet, müstehcenlik, keder, travma, trajedi gibi kavramların içi, yaygın bir pornografik acı kültürü lehine boşaltılıyor. Medya okur-yazarlığının halen çok düşük seviyelerde kaldığı ülkemizde her şeyi görüyor, duyuyor, izliyoruz, ama büyük bir duygusuzluk ve yabancılaşma eşliğinde...

Türkiye’de medyanın özellikle doğal afetlerde, ekonomik krizlerde veya toplumun magazin programları vesilesiyle dikkatini çekmiş aile facialarında kullanmaya bayıldığı bir “oyuncağı” var: Acı ve şiddet pornografisi. Sözde toplumsal meselelere duyarlılık sergilerken aslında kişilerin mahremiyetlerini hiçe sayan, söz konusu insanları da, onların yakın çevrelerini de bir kez daha travmatize eden, “ideolojik bir aygıt” işlevi gören bir medya dili tercih ediliyor.

Kimileri bunu “medya eliyle cinayet” olarak bile adlandırıyor. Bir zamanlar evlendirme programlarında nam salmış Semra kaynananın oğlu Ata’nın, kendisine çevrilen şöhret ışıkları söndükten sonra alkol ve uyuşturucudan ölmesi gibi çok fazla örnek var.

En son Müge Anlı’nın programında reyting malzemesi yapılan, hayatı yetiştirme yurtlarında geçen ve birçok travmayı da sırtlanmış biri olan Serkan Kıyak’ın yaşadığı şok ve acının sürekli olarak milyonlara seyrettirilmesinden sonra yaşamına son vermesi de bu etik tartışmaları alevlendirdi. Medyanın amacı bunalıma girmiş bir kişiyi dakikalarca izletmek midir, yoksa kamu sağlığı gereği kendisine gerekli psiko-sosyal desteğin sunulması için devreye girmek mi?

Benzer şekilde geçtiğimiz günlerde Berfin Özek isimli şiddet mağduru bir genç kızın, yüzüne kezzap atmış olan sevgilisi Ozan Çeltik ile evlendiği haberleri düştü ekranlarımızdaki haber akışına... Medyamız bu konuda da etik değerlerini kuşanıp derhal taarruza geçerek, Berfin’i yargılamaya başladı. Oysa, kadın dayanışması, mağdur kadını kararlarından dolayı yargılamak yerine hep yanında durmayı, ancak söz konusu adamı toplumun içine kontrolsüz ve cezasız şekilde salan sistemi eleştirmeyi önceliklendirir. Medyanın da dilinin bu yönde olması gerekmez miydi?

Ne yazık ki travma, şiddet veya magazinsel yönü kuvvetli olan aile-içi kriz haberlerinin basında nasıl verilmesi konusunda başta Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin Hak ve Sorumluluklar Bildirgesi olmak üzere birçok rehber ve etik ilke hazırlanmış olsa da, bu konularda tüm kitabî bilgiler anında unutulup bir tür tıklanma yarışına, acıların rekabetine girişiliyor.

Savaşlar, depremler, sel felaketleri, cinayet, intihar, kadına karşı şiddet, cinsel şiddet gibi hem bireysel hem de toplumsal boyutu olan travmaları medya üzerindeki sunumunda şiddet uzunca bir süredir normalleştiriliyor ve yazılı, görsel ve sosyal medyanın dilinde yeniden üretiliyor.

Peki ne yapmalı? Öncelikle bu haberler verilirken ilk rehberimiz genelgeçer etik değerler ve haber etiği ilkeleri olmalı. Örneğin İzmir’de onlarca binanın kağıt gibi yıkılmasına yol açmış şiddetli bir depremin ardından sağ kurtulan dört yaşındaki küçük bir kızın o görüntülerini paylaşmanın habercilikle yakından uzaktan alakası yok; zira çocuğu veya bu travmaya duyarlı diğer kırılgan grupları bu görüntüleri yeniden izledikçe bir kez daha travmatize ediyor ve bu haliyle de çocukların ve yetişkinlerin unutulma hakkını –yani geçmişte yaşamış olduğu bir travmadan dolayı medyada damgalanmış şekilde hayatının geri kalanını geçirmek istememe özgürlüğünü- hiçe sayıyor.

Medyadan benzeri durumlarda beklenen, reyting kaygısı sonucu kurtarılan çocuğun köfte-ayran istemesine dair romantik haberler yazmak, mucize güzellemeleri yapmak yerine sahadaki gerçekliği ve mevcut tabloyu aktarmasıdır. Çünkü ötesi artık çocuk haklarını zerre kadar umursamayan, medyada sergilenen şiddet içeriğinden alınan hazzın üzerine kurgulanan bir “reality şova” dönüşüyor.

Benzer şekilde, bir kadının şiddet sonucu öldürülmesi veya yaralanması haberi verilirken, ya da bir erkeğin eşinin ihaneti sonucu ekran önünde sinir krizi geçirirken şiddetin veya yaşanan psikolojik yıkımın ayrıntıları dramatize edilerek verilmemeli ve benzer durumları teşvik edecek şekilde özendirici ve sıradanlaştırıcı bir dil kullanılmamalı. Daha ziyade toplumun benzer durumlarda nasıl destek mekanizmalarından yararlanacağına dair bir yol çizilmeli.

Eğer haberin amacı toplumu bilgilendirmek, toplumda farkındalık yaratmak ise haberin dili de görselleri de buna uygun şekilde filtrelenmeli; sadece kamu yararını gözetecek şekilde gerekli bilgiler yer almalı. Tüm bunlar da dönüyor dolaşıyor, hak-temelli habercilik, haber etiği ve medya okuryazarlığına bağlanıyor.

Medyada acının pornografisi, bu şova tanıklık etmek istemeyen biri tarafından televizyon kumandasının kapama tuşuna dokunarak veya internet sayfasındaki sekmeyi kapatarak sonlandırılabilir. Ancak geri kalan kitle açısından bu pornografi sonraki yaşantılarında mutlaka bir iz bırakacaktır.

Şiddetin kitlesel iletişim araçları yoluyla seyirlik hale geldiği bir ortamda, Amerikalı kuramcı ve insan hakları savunucusu Susan Sontag tarafından “şiddetin pornografisi” olarak tanımlanan bu durum, aslında antik toplumlarda arenalardaki boğa güreşlerini veya şiddete dayalı ritüelleri izleyen, dökülen kan karşısında coşku ve rahatlama hissi duyan insanların yaşadığı hazzın farklı bir türü. Amaç, reyting ve tiraj uğruna şiddetin estetize edilmesi ve bireylerin şiddete olan açlıklarının medya tekelinde sürdürülmesi olsa da, ortada çocuk hakları başta olmak üzere insan haklarının birçok boyutu ihlal ediliyor.

Gerek medya gerekse izleyiciler olarak bu konudaki duruşumuz, taleplerimiz ve beklentilerimiz ise, bundan sonraki etik habercilik anlayışını belirleyecek. Dolayısıyla hepimizin tıklama tercihlerimiz ve sosyal medya yorumlarımız ile şunu net bir şekilde ortaya koymamız gerekiyor: Şiddetin pornografisini onaylıyor muyuz, yoksa medyanın bu alanda artık etik değerleri harfine uygulamasından ve hak odaklı haberciliğin baskın gelmesinden mi yanayız?

Tüm yazılarını göster