Medyum ağacın memleketinde
Fıstık çamlarının altın değerinde yenilebilir tohumlara sahip olmalarının yanı sıra -kilosu bin liraya yaklaşmış- yüzyıllardır peyzaj düzenlemesinde kullanıldığını biliyor muydun? O kadar güzeller ki, antik dönem villalarından, imparatorluk saraylarına ormansı bahçelerin vazgeçilmez unsuru olmuşlar.
Bergama’dan Ayvalık’a doğru ilerlerken, Dikili girişini geçer geçmez kafanı batıya çevirdiğinde, kilometreler boyunca seni takip edecek olan Ege Denizi ile yoldaşı Midilli Adası’nı göreceksin; sağ tarafına baktığındaysa, alçak dağların göğe doğru hafif bir eğimle uzandığını. Maki severler beni mazur görsünler, bu tepeler üzerlerinde öyle aman aman bir bitki örtüsü barındırmazlar. Kısacası pek bir albenisi, hele hele deniz manzarası ile aşık atacak mecali yoktur kara tarafının. Durup bakmazsın bile, yanından geçip gidersin.
Oysa çok yanılıyorsun! Çünkü o tepelerin ardında, altında ve üstünde iki hazine yatar: Altın ve altından çok daha değerli bir can.
Azıcık meraklan bakalım neymiş o canlı diye. Şşşştt… Bilenleriniz bilmeyenlerinize söylemesin sakın.
Köylüsü ve son dönemde etrafta türeyen turist zararlısı dışında kimsenin geçmediği asfaltımsı yoldan içeri sapılır, az bi sonra da iyice sapıtılır. Kimdir turist zararlısı? Gittiği her yerin ekonomisine kısa vadede katkı yaparmışçasına çalım atan; pet şişe, naylon torba, meşrubat kutusu ve türevlerine bağımlılık geliştirmiş; neden bilinmez, kendisini çığlık çığlığa oradan oraya atan, cansız ve heyecansız canlı türü: Etten robot.
Nebiler (Aşıklar) Şelalesi tabelasını gördün mü sakın oradan içeriye döneyim deme, bas git. Şaka şaka, biz çevremize özen gösteren iyi vatandaşlarız, özeliz, dönebiliriz. Yol yumuşak bir rampayla kıvrıla kıvrıla yükselirken, kahvemsi bej tonları hafiften yeşile döner. İşte o zaman uygun bir yerde arabanı sağa çek, arkana dön bak. Enfes bir panorama. Yanılmıyorsun, çek içine doya doya, manzaraya oksijen karışmış. Etrafa yayılmış meşe ağaçlarının palamutları katmer katmer bir çiçeğin içine saklanmışlar. Bölgeye has meşe palamutları farklı, tonlarcası zamanında boya yapımında kullanılmak üzere, Ege’nin bu tarafından Avrupa limanlarına taşınırmış. Sentetik boyaların icadıyla palamut ticareti durmuş. Oksijenin hası sadece bu meşelerden gelmiyor, dedim ya “Altından çok daha değerli bir can var burada.” diye, az daha yolumuz kaldı.
Fazla değil, üç beş yıl öncesine kadar Nebiler Şelalesi’nin ne bileni vardı ne de ziyaret edeni. Buraların yerlisi bile çalı çırpı arasında, orası burası çizile çizile yolunu zor bulurdu. Şelale özel mülkün içinde yer alıyormuş meğerse, girişinde bilet kesiyorlar artık. Zeytinli toprak yoldan geçip arabanı ağaçların arasında güneşten gizleyebiliyorsun. Güney Ege dolmuş taşmış belli ki, insanlar eskiden çok rağbet etmeyip denizini soğuk buldukları Kuzey Ege’nin kuş uçmaz kervan geçmez bu nadide güzelliğine ulaşabilmişler.
İnanmazsın, şelalenin tepesine tesis kurmuş, zemini gözleme ile döşemişler. Keşke onun yerine duvarları ses geçirmeyen bazlama ile kaplasalardı. Yanlış anlaşılmasın gözlemeye de bazlamaya da bayılırım. Ama dedim ya her şey yerli yerinde güzel. Gezi anılarımı yazmaya başladığımda, alaycı olmaktan özellikle kaçınacağıma söz vermiştim kendime. Bu gezide üzgün, kırgın ve bıkkınım. Bu hislerden arınabileceğim, sükûnet içinde sakinleşebileceğim bu doğal güzelliğin, elimizden çekilip alınmasına, aleni hırsızlığa kızgınım. Oğlum Çınar ise hiç oralı değil. Gördüğü her türlü su birikintisinde mutlu olmayı kolaylıkla başarıyor. Hayran hayran bakıyor küçük şelaleye.
Asıl şelalenin daha ileride olduğunu duyunca keyfim geri geldi. Orasının daha sakin olabileceği ihtimali bile beni şenlendirdi. Başladık yürümeye. Sağ olsun birileri kırmızı yağlıboyayla kayaların üzerlerine oklar çizmiş. Yol uzadıkça hedeflerine varmadan geri dönenlerin sayısı azaldı. Diğerlerini bertaraf edip yumurtasına hızla ilerleyen sperm misali, “Ohhh bundan da kurtulduk, biz kazanacağız. Doğanın hâkimi biz olacağız.” halleri. Vazgeçtikleri yetmezmiş gibi, öğüt vermeye kalkışıyorlar bakışlarıyla. Gözleriyle cümleler kuruyorlar: “Biz çok gittik vazgeçtik. Siz de bizce daha ileri gitmeyin. Zaten saçın sakalın ağarmış senin, yanındaki bebeyi de telef etme!”
Çınar kararlı. “Baba başarabiliriz.” deyince akan sular duruyor. Durmasa da geçen yıllara göre epey az akıyor dere. Acaba neden? Neden olduğunu birazdan öğreneceğiz. Yine de her yer o kadar güzel ki. Çınarlar minik fidanlardan asırlık ağaçlara, boy boy, her yerde. Hele zakkumlar, pembe çiçekleri. Su tertemiz. Hava sıcak olsa da bunaltıcı değil, üstelik aylardan ağustos. Bazı yerlerde derenin üzerinden atlaman gerekiyor, Çınar’ı kucağıma alarak taştan taşa sekiyorum. Ne çok istiyor şelaleye ulaşmayı, içine atlamayı. Yanımıza neden mayo almadık ki! Neyse, yüzmeye müsait değil suyun seviyesi.
Az gittik uz gittik, dere tepe kıvrım kıvrım gittik. İnsanlar tekleşip tükleşti. Soruyoruz gördüklerimize “Daha yol var mı?” diye. “Var.” yanıtları azaldıkça yokluğun tadını çıkarıyoruz. Bu arada söylemeyi unuttum sana, yolumuzun daha başlarında bir mağaraya rastlamıştık, derenin içinden akıp geçtiği, harika bir yer. Hemen heveslenme, yarasalar falan kaçıyordu kalabalıktan, o seviye. Anladım ki insanlar şehirde, insanlık doğada güzel.
Karşımızda kocaman yuvarlak hatlı tombul granit kayalar; suyun, rüzgârın yüzyıllara yaya yaya yumuşattığı. Hop oradan, hop buradan geçelim derken minyatür şelale bir anda, önünde oluşturduğu doğal havuzuyla karşımıza çıkıyor. Mayo yok ya yanımızda, Çınar’a “Oğlum girilmez, akan su buz gibidir.” diyorum. Çınar’ın salyaları hayran bakışlarının arasından akıp suyu ılıtıveriyor. Niye inanmıyorsun ki bana? Nil Nehri’nin, timsah tanrı Sobek’in akan teri olduğuna inanmış insanlar binlerce yıl boyunca, sen de artık idare et canım.
“Tamam hadi atlayalım Çınar” diyorum. Adet oldu, su gördük mü mayo aramaz olduk…
Şelalenin dibinde yalnız başına dikelen çaycıdan başka kimse yok etrafta. Hani o aşağıdaki tesis var ya, oradan yollamışlar öncü kuvvet olarak. İkinci şelaleciği zapturapt altına alsın diye. Belki diyeceksin “Sana ne, el alemin mülkünden, nasıl isterlerse öyle kullanırlar.” Yok yok demezsin. Çünkü sen ve ben özeliz, çevremize özen gösteren iyi vatandaşlarız. Sorgularız suyun, havanın, toprağın, madenin mülkiyetini…
Şelale havuzunun suyu resmen ılık. İnsanın çıkası gelmiyor. Üzerinde dumanlar tüten kömür ateşinde demlenmiş çayımızı yudumlarken… O da ne, halk geliyor. Akın akın. Hani gelmeyeceklerdi, hani ikinci şelaleye ulaşmaları zordu. Kaldık mı hipster elit külodumuzla suyun içinde. Çınar başlıyor dalgasını geçmeye, “Hi hi hiii, çıksana baba sudan, çık-saaa-naaa....” Bekle bekle faydası yok. Güneş daha da yükselip, hava ısındıkça gelenler artıyor.
Ortamda şelalenin billur sularından kaynaklanmayan bir pırıltı… Kadınların kollarında, beylerin boyunlarında şıngır mıngır bilezikler, zincirler. Suda kalmaktan büzüşen parmaklarımı kulağıma götürüyorum. O da ne? Bir yüzük, bir de küpe… Altına da üstüne de doyamamışız buraların. Hepimiz çoook özeliz çoook. Altınlarımızla daha da güzel.
Oysa sadece sen ve ben özeldik, elittik, doğaseverdik, iyi vatandaşlardık, farklıydık ötekilerden. Altına üstüne özen gösterirdik çevremizin.
Uzun lafın kısası, kaşla göz arasında fırladık sudan, kıvrıla tırmana yolumuza devam ettik. Yanlış yöne sapmışız meğerse, farkında olmadan yolumuz Kozak’ın altına düşmüş. Olur mu kamyon trafiği köy yolunda? Vızır vızır, biri gelirken diğeri dönüyor. Çukuralan Altın Madeni’nden tonlarca toprağın içinde altın mikronu (1) taşınıyor. Kaz Dağları’ndan çok önce, Madra Dağı’nın eteklerinde Ovacık’ta başlamıştı arayış. Süreç Çukuralan’da tıkır tıkır işliyor. Verilen ve daha işletmeye alınmamış maden izinlerini duysan dudağın uçuklar.
Hiç altın madeni görmemiştim, şimdi de gör-e-medim, dibine kadar gitmeye gönlüm razı olmadı. “Zaten büyük olasılıkla yoldan çevirirler, ne de olsa özel mülkleri almazlar içeri!” diye geçirdim içimden. Olayın boyutunu ancak akşam Google Earth’ten bakınca anlayabildim. Göz görmezse gönül rahat rahat katlanırmış. Türkiye’nin değil dünyanın gözbebeği fıstık çamı ormanlarımızın tam ortasında, yengem görse “Elemterefiş, kem göze kızgın şiş.” diyeceği türden bir nazar, acıyan ve acıtan bir yara.
Merakım, Altın Madencileri Derneği’ne (2) kadar uzandı. “Acımasız olma, meseleye bir de diğer tarafın gözünden bak.” dedim kendime. Web sitelerinin ilk sayfasındaki “Altın Madenciliğinde Kamuoyunun Merak Ettiği Konular” sunumunu inceledim. Sen de incelemeli ve kendi kararını kendin vermelisin. İki soru özellikle ilginç geldi.
İhtiyaçlarınızdan vazgeçebilirseniz, yer kabuğunu kazmayız!!!Arabanızdan, bilgisayarınızdan, telefonunuzdan, buzdolabınızdan, çamaşır ve bulaşık makinenizden, kalorifer sisteminizden, elektrikten, oturduğunuz evinizden, uçaktan, trenden, gemiden, asfalt yollardan, kısacası hayatınızdan, kullandığınız tüm araç ve gereçlerden VAZGEÇEBİLİR MİSİNİZ? Vazgeçebilirseniz madenciler yer kabuğunu kazmaz.
Türkiye’de sadece altın üretiminde mi siyanür kullanılmaktadır?
Sunum bu minvalde devam ediyor; Türkiye’de kullanılan siyanür kimyasallarının sadece yüzde 3’ünün altın üretiminde geriye kalan yüze 97’sinin başka sanayi dallarında kullanıldığını anlatıp, neden altın madencilerine bu kadar yüklenilirken diğer sanayi dallarına ses çıkarılmadığından dem vuruyor. İlerleyen sayfalarda, Atatürk’ün, İkinci Meclis önünde çekilip sonradan renklendirilmiş meşhur fotoğrafının eşliğinde, neden 1933 yılında “Altın Arama ve İşletme İdare Başkanlığı”nı kurduğu soruluyor.
Bunlar hepimizin kendisine sorması gereken meşru sorular. Ne onlu ne de ONSsuz yapamıyoruz. Küçük bir yüzük, minik bir küpe derken vazgeçemediğimiz madenler ve enerjinin kölesi haline gelmiş durumdayız. Meseleye topyekûn, gezegen boyutunda yaklaşmamız gerekiyor.
Yine de sormadan edemeyeceğim. Atatürk’ü mezarından çıkarıp sorabilseydik, bugünün dünyasında yaşanan altın madeni felaketleri, nedenleri ve sonuçları konusunda nasıl bir yanıt alırdık kendisinden acaba? Benzer soruların yanıtlarını yaşayan devlet insanlarından alamadığımıza göre, başka kime soracağız?
Saçma değil mi? Çok saçma! Ama işte öyleyse böyle…
Çark ettiğim maden yolunun az ilerisindeki dönemeçte Madra Çayı çağlardı yakın zamanda. Artık akmıyor. Yukarıdan baktığında görebildiğin kurumak üzere olan yapayalnız bir iki göletcik. Küresel ısınma mı yoksa altın madeni mi suçlu? Yönü mü değişmiş yoksa çayın? Belki Kibariye biliyordur yanıtını, “Kim bilir?”. Yüzümüzü en iyisi kumuldan gök yüzüne çevirelim. Büyüleyici çam sakızı kokuları hepimizi sarhoş edip gerçekleri unutmamızı sağlayabilecek mi dersin? Susmaksızın cırlayan yazın cazgır böcekleri topumuzu hipnotize edebilecek mi? Belki de bunlara hiç gerek yok, nasılsa doğal halüsinasyonlarımız bize yeter.
Hadi çok yüklendim bize, konuyu geliştirelim. Fıstık çamlarının altın değerinde yenilebilir tohumlara sahip olmalarının yanı sıra -kilosu bin liraya yaklaşmış- yüzyıllardır peyzaj düzenlemesinde kullanıldığını biliyor muydun? O kadar güzeller ki, antik dönem villalarından, imparatorluk saraylarına ormansı bahçelerin vazgeçilmez unsuru olmuşlar. Kozak’ta ise, doğal granit kütlelerinin arasından, çırpı gibi uzanan gövdeleri ve gök yüzünde havai fişek misali patlayan dalları ve iğne yapraklarıyla, yeşil pofuduk bulutsu hatta çocuksu bir halleri var. Bu ağdalı cümlelerime bayılıyorum, gerçek bir gezi yazısı yazıyormuşum havasına sokuyor beni. Ağda demişken, aklıma karamel geldi, o da şerbeti hatırlattı. Şerbet de helvayı. Madem karmışlar helvasını Kaz ve Madra Dağları’nın, bana da şöyle bol çam fıstıklı tarifini vermek düşer. Yakın zamanda Facebook, Instagram ve Twitter hesaplarımda bulabilirsin: @hayatevinde. Patlattım mı reklamımı da, işte şimdi tam bir gezi yazarı oldum.
Ormanın ortasında futbol sahası büyüklüğünde bir alana yaymışlar bizim helvanın fıstık çıkarılacak kobalaklarını. Dalıyorum içeri. Canavar sesli makineler Kozaklıların kobalak dedikleri kozalakları parçalayıp içinden en sona kalan kabuklu çam fıstığı yani küneri çıkarıyor. Belli ki asıl künerler önceden silkelenmiş içlerinden. Bu sona kalan künerler fabrikaya yollanıp kırılacak, içlerinden kavrulduklarında altın rengini alan çam fıstıkları çıkacak (3). Makinelerden biri kısa süreli susunca sohbete başlıyoruz işçi arkadaşlarla.
Cennetin göbeğindeyiz diyeceğim, dilim varmıyor. Onlar da ben de cehennemimize çevirmek üzere olduğumuzun farkındayız buraları. Başlıyorlar anlatmaya. Herkes biliyor neyin ne olduğunu, paranın değerini. Fıstık çamının yüksek ticari değeri var!
Abim, fıstık çamımız en güzelidir bizim dünyadaki. Tükeniyor. Nedenini bir türlü bulamadılar. Altın madeni dediler. Sonra Basra böceği (4) dediler, bal yapımında kullanmak için getirdiler uzaklardan. Bu böcek çam ağacının öz suyunu emiyor, sonra affedersin abim bildiğin s.çıyor. İşte arılar da b.ku yiyip bal yapıyorlar. Sen duydun muydun hiç böyle bişey! Yani bulamadılar bir türlü nedenini. Son on yıl içinde 2500-2000 tondan 200 tona düştü burada üretim. Taaa İtalya’ya gidiyor bizim fıstıklar. İtalyanlar markayı vurup İtalyan diye satıyorlarmış dünyaya. Bizim fıstıkları…
Farkındayım kaçırdım keyfini. Sen de haklısın, rahat rahat bir gezi anısı okumayı bekliyordun. Ne yapalım, altın yaldızlı değil burada durumlar, o yüzden istediğin daveti alamayacaksın bugün. Köyden kente göçten hiç bahsetmedim bile, üzülmeyesin diye. Yani bir elin balda, bir elin fıstıkta, diğeri de altında olamıyor aynı anda. Seçmek zorundayız.
Biliyor musun, fıstık çamı, ağaçlar aleminin medyumu gibidir, geleceğini görür! Görmekle de kalmaz, sonraki üç yıl boyunca ne kadar ürün vereceğini sürgünleri aracılığıyla kulağımıza fısıldar. Sana seçim hakkı verir. Köylü de böylece geleceğini öngörebilir. Kobalaklar toplandıktan sonra güneşe çıkarılmadıkları sürece açılmadan korunabilirler. Diyelim bu yıl ürün iyiydi ancak gelecek sene o kadar iyi olmayacak. Bu yılın kozalaklarının hepsi kullanılmaz, bir kısmı sonraki yıla, yıllara saklanır. Zamanı gelince güneşe serilir ve açılmaları sağlanır. Nakit para gibidir kobalak, banka gibi depolarda saklanabilir.
Fıstık çamların arasında gezinirken Çınar sorusunu patlatıyor:
-Baba çimler çam ağacı olabilir mi?
Şaşkınım. Hayallerine set çekmemek için, yekten hayır demekten kaçınıyorum. Suskun bakışlarım arasında, imdadıma yine onun yanıtı yetişiyor.
-Olamaz değil mi yoksa aralarından yürüyemezdik.
Geleceği çamlar, gerçekleri çocuklar haykırıyor. Biz görmezden geliyoruz!
(1) Mikron: Bir metrenin milyonda biri, milimetrenin binde biri, mikrometre. https://sozluk.gov.tr
(2) http://altinmadencileri.org.tr/
(3) http://www.habay.com.tr/urunlerimiz/
(4) marchalina hellenica
Yorumlarını paylaşmak, diğer yazılarım ve fotoğraflarımı görmek için blog sayfam www.hayatevi.org’u ziyaret edebilir ya da bana doğrudan yazabilirsin: hayatevinde@gmail.com