Mehmet Açar: 'Sinema edebiyatı sömürür'
Mehmet Açar'ın yeni kitabı "Kayıp Hasta" okurlarla buluştu. Açar ile edebiyat - sinema ilişkisini konuştuk.
Evrim Kaya
Mehmet Açar en ünlü ve kuşkusuz en usta sinema eleştirmenlerimizden. Benim de aralarında bulunduğum sonraki kuşaktan pek çok sinema yazarı içinse öykünülerek takip edilen bir isim, bir rol modeli olmaya devam ediyor. Her filme katıksız bir ciddiyet ve özenle yaklaşırken, gerçekleri söylemenin hep incelikli bir yolunu bulan zarif tavrı taklit edilmesi kolay bir şey değil. Öznellik ile nesnellik arasındaki denge onun yazılarında hiç zorlamasız, gösterişsiz bir doğallıkla kuruluveriyor.
Eleştirileri ile, bambaşka bir alanda, edebiyatta ortaya koyduklarını birleştiren de, herhalde, ilkin bu gösterişsiz doğallık. Bir de elbette hikâyesine yaklaşımındaki zarif ciddiyet ve özen.
Açar’ın son romanı Kayıp Hasta yakın zamanda raflarda yerini aldı. Öykülerini bir araya getiren Anarşik Rehavet’in üstünden yirmi yıla yakın zaman geçmiş. Son romanı Çok Uzaklarda Bir Yaz'ın üstünden ise sekiz yıl.
Sadık bir okurunun artık Mehmet Açar’ın kurmaca dünyası üzerine bütünlüklü bir bakışa sahip olabileceğini söylemek mümkün. Kayıp Hasta Mehmet Açar’ın bugüne kadarki en iyi romanlarından. Belki daha da önemlisi, önceki kitaplarını bilenleri heyecanlandıracak, onlara daha geniş bir evrenin içinde gezintiye çıktıkları hissini verecek bağlantıları içeriyor. Uzun zamandır bir kült kitap olarak anılan ve yana yakıla aranan Siyah Hatıralar Denizi’nin fantastik dehlizlerine de, Açar’ın çok sevdiği gizemli ve capcanlı rüyalara da, Çok Uzaklarda Bir Yaz’ın melankoli ve yalnızlığına da, Hasan Tütün’ün oyunbazlığına da yakın duruyor. Ve bunların hepsini bir solukta okunan sade ve sürükleyici bir bilim kurguda buluşturuyor.
Kayıp Hasta’da bir kez daha, yalnız bir adamın kendini içinde bulduğu tuhaf bir macerayı takibe başlıyor Mehmet Açar. Bu maceradan insanın zihniyle ilgili en temel sorulara uzanıyor. Kitap vesilesiyle yaptığımız söyleşiye de buradan başladık ve insan zihniyle ilgili ipuçları kadar, eleştirmen ve edebiyatçı Mehmet Açar’a dair ipuçlarının peşinden, uzanabildiğimiz kadar derinlere uzanmaya çalıştık.
Kayıp Hasta önceki romanlarınıza uzanan bir motifle başlıyor: Bir gün bir macera, kendi halinde, yalnız bir adamı içine çeker...
Doğru, Çok Uzaklarda Bir Yaz hariç bütün romanlarım için geçerli bir model bu. Siyah Hatıralar Denizi’ndeki karakter biraz anti-kahramandır ama olumluya doğru bir dönüşüm geçirir. Hayatın Anlamı Ya Da Akhisarlı Hasan Tütün’ün Maceraları’nın başkarakterini önce severiz, fakat hikaye ilerledikçe içindeki iktidar hırsının tümden ölmediğini görür, uzaklaşırız ondan.
Kayıp Hasta’daki baş karakterim Ali Z. ise aslında hepsinden daha masum. Ve çok zor sorunlarla baş etmeye çalışıyor. Bu açıdan bugüne kadarki en olumlu karakterim olduğunu söyleyebilirim. Aktif olmak için çabalıyor ama pasiflikten kurtulamıyor. Bana da benzemiyor. Ben kolay evet derim, tartışma istemem. Ama bu adam her yerde kavga etmeye, mücadele etmeye hazır.
Yalnız bir adamın önünde açılan yeni alemler temasını bu kadar yinelemenizin anlamı ne peki? Herkesin içinde aslında "bir gün esrarengiz olaylar beni içinde çeksin, gerçekliği daha heyecanlı bir yere taşısın ve beni de onun içinde önemli bir karakter kılsın arzusu" mu var?
Tarif ettiğiniz o arzu beni bilim kurguya ve maceraya yaklaştıran şey. Büyük bir maceranın içine girerek gündelik hayatın rutininden kaçabilirsin ve o macera içinde kendinle ilgili şeyler keşfederek olumlu yönde değişirsin.
Bilim kurgunun da, daha pek çok türün de temel formatlarından biridir bu. Ancak burada karakter kendi geçmişindeki karanlığa doğru gidiyor ne yazık ki. Ona karşı herkes çok kibar ama o boğuluyor. Bu kitabı önceki romanlarımdan ayıran en önemli şey belki de o çıkışsızlık duygusu.
Rüyalar romanlarınızda hep çok önemli bir yer tutuyor, bu kitapta ise artık başrolde. Rüyalar üzerine temel kaynaklarınız neler?
Freud, onun peşinden de Jung. Eskiden rüyalarıma fantastik bir macera evreni gibi bakardım. Freud ve Jung’la birlikte kafamda her şey netleşti. Ben Sekiz Buçuk’u çok severim. Fellini o filmden önce Jungcu bir terapiye girmiş. Öncesinde hayatında sıkışıklıklar varmış; Tatlı Hayat’ın büyük başarısından sonra kilitlenip kalmış.
Çıkışı Jungcu terapiyle bulmuş. Sekiz Buçuk’u Jung’u keşfetmeden önce keşfetmiştim ama yıllar sonra anlıyorum ki benim Fellini’yi bu kadar sevmemin nedeni kendi rüyalarına çok değer vermesi ve onları gerçekten daha gerçek olarak sunmasıymış. Bu arada, Lacan'ı da unutmayalım.
Peki siz Kayıp Hasta’nın evrenini kurarken somut bir rüyadan mı yola çıktınız?
Romanda Ali Z.’nin doktorunun peşinden koştuğu bir rüya var, önce o rüyayı gördüm: Hasta olduğumu biliyorum, doktorumun peşinden koşuyorum ama ona bir türlü ulaşamıyorum... Hastalığımın ne olduğunu ise kesinlikle bilmiyorum. O rüya uzun süre kafamı meşgul etti. Sonra rüyadaki o fikri nöroloji üzerinden bilim kurgu ve Kafka'yla buluştursam ne olur diye düşünürken romandaki hastane çıktı ortaya... Romanda Ali Z. için çıkış yok ama onun serüveni yıllardır yaşadığım edebi verimsizlikten bir çıkış oldu benim için.
Kitabın kalbinde yer alan bir diğer tema ise devletin bir organizma olarak algılanması sorunu ve buna bağlı olarak modernizmin temel kurumları. Modernizmin sorunları aslında eski bir tartışma, sizce güncelliğini koruyor mu?
Bir tür toplum mühendisliğinden söz ettiğimi söyleyebiliriz: Devletin toplumu belirlemeye, insanların fikirlerini değiştirmeye çalışması, sahip olduğu olanaklarla yeni bir toplum yaratmaya çalışması bana ürkütücü geliyor. Kayıp Hasta benim hayallerimle bugünün dünyasından duyduğum kaygıların bir toplamı.
Benim bütün romanlarımın ortak noktası şudur: hepsi birinci tekil şahıstır ve o kitabın nasıl yazıldığının hikayesidir. Karakterlerim çıkışı yazmakta bulur. Bu yüzden de birbirimize benzeriz, ben de çıkışı yazmakta bulan biriyim. Belki aslında bir çıkış yoktur ama örneğin herkes rüyalarınızı yazmanızı söyler. Kurtuluşa değilse bile gerçeklere ulaşma çabasıdır bu da. Sadece edebiyat değil, rüyalar da gerçeklere ulaşma çabasıdır. Sen rüyayı görürsün, ama rüyanın esas ortaya çıktığı an, onu anlattığın, söze döktüğün andır. Ondan sonra bir de bu rüyayı yazıya dökersen, müthiş bir şeye ulaşırsın. İşin içine kelimeler girdikçe, dile döküldükçe rüyalar derinleşir, kusursuz hale gelir.
Oysa ben başka bir yorum yapabilir, gittikçe aslından uzaklaşır da diyebilirdim...
Evet diyebilirsiniz. Ama bana kalırsa yazmak her zaman kendi içindeki derinliklere dalmak demektir. Ne kadar uzaklaşırsanız uzaklaşın hep kendinize yaklaşırsınız. Bilinç dışınızla irtibat kurarsınız çünkü... Sabah yataktan kalkıp gerçek hayata başladığımızda rüya geride kalır. Herkese benzer kelimelerle anlatırız onu: “Ne tuhaf şey gördüm” deriz. Aslında bilinç dışınız bütün gece size bir şeyler söylemek istemiştir.
Bilinç dışını bir karakter gibi düşünün: bütün gece size bir şeyler anlatmaya çalışır. Ancak beynimiz bunların çoğunu unutacak şekilde tasarlanmıştır. Bütün rüyaları hatırlarsak bu işler yürümez, normal hayatımıza dönemeyiz. İnsan rüyalar vasıtasıyla bilinçaltının ona söylemeye çalıştıklarıyla irtibat kurmaya başladığı andan itibaren, kendi gerçekliğiyle de irtibat kurmaya çalışır.
Psikanalistler o yüzden tekrar eden rüyaları çok önemsediler. Çünkü tekrar eden rüyalar hiç çözemediğiniz rüyalardır. İçinizde size her gece sorunlarınızdan bahseden başka bir benlik var. Tekrar eden rüyaları inceledim, bütün insanların en çok gördüğü rüyalar üzerine bir araştırmaya baktım, onları da kullandım bu kitapta. Son üç bölümdeki bütün rüyalar insanların en çok gördüğü rüyalardan alındı, kendi rüyalarımdan da çok yararlandım.
Kitabın tartışmalarının ilk akla getirdiği düşünür Foucault, yanılıyor muyum? Foucault bugün bize hala neler söylüyor?
Ben Foucault’nun hâlâ çok önemli olduğunu düşünüyorum. İlkin tekillik arayışı nedeniyle önemli. Sosyal bilimlerin gerçekten bilim olabilmesi için önce tekilliği bulun, der Foucault. Kullanışlı birtakım kelimelerden, etiketlerden vazgeçip tekillikleri bulmamız, bir ülkeyi kendi bütünlüğü içinde iyi anlamamız gerekiyor. Ali Z.’nin durumu da genel konjonktürden bağımsız değil. Kayıp Hasta benim hayallerimle bugünün dünyasından duyduğum kaygıların bir toplamı.
Kayıp Hasta’dan geriye kalan çok çarpıcı bir fikir var: Dünyanın tüm bilgisiyle donatılmış bir yapay zeka belki de iyiyi seçebilir. Buna gerçekten inanıyor musunuz?
Evet inanıyorum.
Etiğe nesnel, belki matematiksel bir temel atfetmek demek galiba bu...
Galiba öyle. Bilim kurgunun en güçlü damarlarından biridir: Makinelerden korkulur. Matrix bu damarın doruğuydu. Ben de severim bu damarı, çünkü moderniteden duyulan kaygıların bir sonucudur. Doğadan kopuş korkusudur ve modern insanın kaygılarını yansıtır. Bir gerçeklik payı da vardır, boşa kaygılar değildir bunlar. Şu an zaten Matrix’in anlattığı yapay dünyaların içinde yaşıyoruz. Ama bu kötümserlik bilim kurgudaki en güçlü geleneklerden olsa da, ben samimi bir şekilde makinlere, yapay zekaya güveniyorum. Bence yapay zeka sadece hizmet ediyor. İnsan gibi karmakarışık bir şey değil ve o basitlikle insana hizmet etmeye devam edecek. Yıllardır filmlerde makineleri canavarlaştırıp duruyoruz, buna bir itirazım yok çünkü başka rahatsızlıkları dışa vuran bir tema. Ama inanın, makinelerin bize bir zararı yok. Makine değil, onu kullanan insan zararlıdır.
Bu anlamda romanın tartışmalı bir finali olduğunu biliyorum, sonunu ele vermeden şu kadarını söyleyeyim: ben o finale çok bilinçli ulaştım. Ve vicdan tartışması da finalin çok önemli bir parçası. Yapay bir zekanın atacağı en büyük adım vicdana doğru, o da çok zor bir adım.
Romanlarınızın mimari algısı çok güçlü, bu kitapta da ayrıntılı tasviri yapılan mimari bir yapı çok önemli bir rol oynuyor. İnsan olayların içinde geçtiği mekanı çok ayrıntılı şekilde gözünde canlandırabiliyor...
Nedenini bilmiyorum ama mekan benim için hep çok önemli oldu. Olayların geçtiği mekanı hayalimde genel hatlarıyla tasarlayıp kurmadan o sahneyi yazamıyorum. Zaman zaman bana yazdıklarımın “çok sinemasal” olduğunu söylerler ama bence öyle değil. Edebiyatta sinema anlatımını en iyi kullanan yazar Stephen King’dir. Olayları bazen neredeyse bir kamera açısıyla anlatır ve film gibi kurgular. Bende yok öyle şeyler...
Benim için en önemli şey bir romanı okurken o romanın kurduğu dünyanın içine girmekten alınan zevktir. Çocukluğumdan beri kitapların sayfalarını çevirerek başka dünyalara girmek isterim. Şimdi yazar olarak aynı duyguyu okurlara yaşatmak istiyorum. Ben derin bir dünya kurayım ve okur bu dünyaya inansın, onun içinde yaşasın istiyorum. Bunun için elimdeki tek araç dil... Çünkü bir dünya kurmak sadece hayal gücüyle ilgili değil, onu anlatıp dile dökmekle ilgili..
Öyle tıkır tıkır yazan biri değilim. Çok uğraşırım, tekrar döner tekrar yazarım. Dilim çok basit, yalındır ama o yalınlığa ulaşmak zaman alır. Dilin çok belirleyici olduğuna inanırım. Bir rüyayı anlatırken de, basit bir konuşmada da dil çok belirleyicidir. Mekan duygusu yaratabilmek de gerçekten benim çok çaba gösterdiğim bir şey, ama işte onu dille yapıyorum.
Ama geometrik olarak da her şey hep kontrolün altında gibi...
Çünkü mekanı en başta ayrıntılı olarak kuruyorum. Bu kitabı yazarken de kafamda hastanenin planı ayrıntılı olarak vardı. Önce resim olarak o dünyayı ayrıntılı bir şekilde kurarım. Sonra da kurduğum dünyayı anlatırım.
Türkiye’nin en önemli sinema yazarlarından birisiniz. Bu yüzden sinema ve edebiyat üzerine konuşmak istiyorum. Bu iki alanın hayatınızda nasıl bir dengesi var?
Filmler üzerine analitik düşünmeye çalışıyorum. Ancak roman okurken de, yazarken de analitik değilim. Sinema üzerine hala okurum. Tarih, eleştiri, kuram... Ama üniversiteden sonra edebiyat üzerine kuramsal yazıları pek okumuyorum artık. Edebiyat okurken kendimi kasmıyorum diyebiliriz.
Yazarlık benim için, serbest bir keşif alanı ve hep de öyle kalsın istiyorum. Lise ve üniversitede sürekli tiyatro ve edebiyatla ilgilendim. Tiyatro yönetmenliği yaparken, yazdım, kurguladım, kolaj yaptım. Hazır bir metinle çalıştığımda bile uzun uzun uğraştım onunla. Bunlar da aslında eleştirmenliğime büyük katkı sağlayan şeyler. Bana kalırsa her eleştirmenin kısa süre için de olsa, işin öbür cephesinde bulunması gerekiyor.
Kurmaca eserlerde bir nokta gelir, tıkanırsın, oradan nereye gideceğini düşünmeye başlarsın. Bazen bir film seyrederken o filmin yaratıcısının yaşadığı benzer sıkıntıları görüyorum. Bence iyi eleştirmen olmak için o sıkıntıları biraz anlamak gerekiyor. Tek bir film çekmek de o kavrayışı kazanmaya yetecektir. Sadece analitik olmak yetmiyor, yaratıcı süreci bilmek gerekiyor. O sürecin kendine has dinamikleri var. Bunu sadece saygı duymak gerek vs. diye söylemiyorum. Karşınızdaki esere yaklaşımınızla ilgili bir şey bu.
Basitçe şöyle bir şey aslında: Her şeyin bir nedeni vardır. Ben de bazen fazlalıklardan arınıp, o filmin neden çekildiği sorusunun yanıtına ulaşmaya çalışıyorum. Onu bulduğum zaman her şey çözülüyor. Benim bu romanı yazmamın da bir nedeni var. O neden bende gizli olabilir, ama sonuçta insanlarla iletişim kurmak için yazıyorum. Bazen filmin gizli merkezi, bazen de kalbi olarak adlandırdığım o şeyle karşılaştığım anlarda da çok heyecanlanabiliyorum.
Sinemayla edebiyat arasında nasıl bir ilişki var? İyi edebiyat uyarlaması nasıl olur?
Bence en önemli şey yönetmenin perspektifi. Çünkü bir romanı uyarlarken birçok şeyi çöpe atmak gerekiyor. Hayatımda bunun tek istisnasını Hobbit’te gördüm, o filmde galiba hiçbir şey çöpe atılmamıştı. Normalde asıl önemli olan neleri çöpe attığınızdır. Ve nihayetinde sinema edebiyatı sömürür.
Edebiyat orada durur, sen onu alır sömürürsün, bu kadar basit bir ilişki bence. Çok sıradan bir öyküden ve kötü bir romandan müthiş bir film çıkarabilirsiniz. Çok iyi bir romandan iyi bir film çıkarmanız ise çok zordur. Hitchcock örneğin, edebi değeri olmayan romanlardan çok iyi filmler çıkarmıştır.
The Shining (Cinnet)'i hatırlayalım. King o film yüzünden Kubrick’ten nefret eder. Sonra biliyorsunuz kendisi baştan bir uyarlama yaptırmaya kalktı. Sonuçta The Shining aşılamaz bir film olarak kaldı. Çünkü Kubrick romandan istediği şeyi almıştır, gerisi de önemli değildir. Oradan izolasyon duygusunu, yazarak delirmeyi çıkarması yeterlidir.
King gibi sinemasal yazan birinin bunu görememesi garip değil mi?
Değil çünkü orada çarpışan şey egolar. Kubrick, King’in romanının özüyle ilgilenmiyor, bunun King’i delirtmesi normal. Mesela Karamazov Kardeşler’den iyi bir film çıkması da zordur. Çok uzun ve iyi bir dizi çıkabilir belki. Ama Dostoyevski öyle bir yazar ki, o uzun dizide bile meselenin özünü görünür kılmanız zor olur. İyi edebiyat her zaman iyi sinemaya dönüşemez.
Ama tersi de ilginçtir: Puzo’nun Baba romanı sahiden sıradandır. Ama bu romandan uyarlanan film müthiştir. Kendi halinde bir çok satan bir başyapıta dönüşmüştür.