Mehmet Eroğlu: Aydın olmanın birinci niteliği muhalif olmaktır

Yazar Mehmet Eroğlu ile Erdal Öz Edebiyat Ödülü ve edebiyat üzerine konuştuk. Eroğlu, "Yazarın görevi pansuman yapmak değil, yarayı kanatmaktır" dedi.

Abone ol

Özlem Karahan

DUVAR - Can Yayınları’nın kurucusu ve yazar Erdal Öz’ün anısını yaşatmak için ailesi tarafından her yıl düzenlenen Erdal Öz Edebiyat Ödülü bu yıl Mehmet Eroğlu’na verildi. Başkanlığını Cemil Kavukçu'nun üstlendiği, Ömer Türkeş, Metin Celal, Nilüfer Kuyaş, Murat Yalçın, Jale Özata ve Faruk Duman'dan oluşan seçici kurul tarafından verilen ödülün gerekçesinde şu ifadelere yer verildi: "Mehmet Eroğlu, kişisel ya da toplumsal yıkımlara, acılara karşı duyarlılığı ve sorumlu bir aydın yazar tavrıyla, gerçek hayatın, gerçek insanlarını, yakın tarihin karanlık dönemlerini ele alan romanlarıyla ve girdiği yeni arayışlarla ödüle layık görüldü."

1979 yılında tamamladığı ancak siyasi baskılar nedeniyle ilk kez 1984 yılında okurla buluşabilen ilk romanı ‘Issızlığın Ortasında’dan itibaren yayımladığı her eserle sayısız ödül kucaklayan yazarla hem Erdal Öz Edebiyat Ödülü hem de edebiyat üzerine konuştuk. 

Bu yıl on beşinci kez verilen Erdal Öz Edebiyat Ödülü’ne layık görüldünüz. Bu ödülün sizin için anlamı nedir?

Neredeyse 45 yıllık bir yazma serüveninden gelen bir yazar için bir ödül ancak o yazarın bu süreçteki duruşunu, edebiyat anlayışını ve dünyaya bakışını onaylıyor ve vurguluyorsa önemlidir. Ödülün önemi, Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nün tam da bu tanıma uyması. Yazarlığının ötesinde, benim ilk yayıncım olan sevgili Erdal da toplumcu bir yazardı; edebiyatın toplumsal bir eylem olduğuna, edebiyatın muhalif nüvesine, edebiyatın isyana açılan bir kapısı olduğuna inanırdı. Ödülün bu yıl veriliş gerekçesi, edebiyatın bir süredir ihmal edilen bu yönünü vurgulaması açısından ayrı bir anlam ve önem taşıyor.

'YAZARLAR KALEMLERİNİN UCUNDAN DOĞARLAR'

Ödülün veriliş gerekçesi adeta sanat ve sanatçının bir tanımı gibi. Bu tanımdan yola çıkarak sorayım: Sizin için sorumlu, aydın bir yazar olmak ne demek? Bir yazarın nasıl sorumlulukları vardır ya da siz bir yazar olarak nasıl sorumluluklarla kaleme alıyorsunuz romanlarınızı?

Ödülün veriliş gerekçesi, benim 1974 yılında yazmaya başladığımdan beri izlediğim yolun, bakış açısının altını çiziyor. Yazmak dediğimiz eylem kimi zaman başka hayatlara duyduğumuz özlemden, kendimizden farklı birisi olma hayalinden doğar, kimi zamansa hayatımızda bulamadığımız ilahiliği edebiyatta aramanın bir biçimi olarak önümüze çıkar. Yazmak bazen de günahlarımızı bağışlatmanın, ruhsal arınmamızı sağlamanın etkin bir yoludur. Bildiğimiz şudur: Anılaştıramadığımız hayatlar eninde sonunda kendini yazdırırlar. Bizim geçmişimizin anılaşması biraz zor. Hele bu geçmiş unutulmaması gereken bir kuşağın öyküsü ise...

Kendi Hayatında Ölme Vakti, Mehmet Eroğlu, 372 syf., İletişim Yayıncılık, 2022.

Bana sorarsanız yazarlar analarının rahminden değil, kalemlerinin ucundan doğarlar. Aydın olmanın birinci niteliği gerekçede vurgulandığı gibi muhalif olmaktır. İşte bu nedenle yazar, hiçbir otoriteye, hiçbir politik sisteme bağımlı (angaje) olmamalıdır. Ancak bağımsız yazar sorumsuz olamaz; insanlığa karşı görevleri vardır. Bu görev, sorgulayarak yaşadığı zaman dilimine ışık tutmayı ve ona müdahale etmeyi de kapsar. Sanatın amacı, bilim gibi, saf din gibi, felsefe gibi yaşamda var olmayanı, dengeyi arayışımızda daha adil, daha aydınlatıcı olmaktır. Bir sanatçı olan yazar toplumsal ve insani uyumsuzlukları, çelişkileri belirginleştirmek, en azından unutturmamakla görevlidir. Özetle, yazarın görevi pansuman yapmak değil, yarayı kanatmak, farkındalığı artırmaktır.

Ben, sorumluluk taşıyan bir yazarın mayasında adalet duygusuna tapınma olmalı, vicdanı yüreğinin yanında yer almalı ve bu vicdan toplumsal, insani kaygılar içermelidir, diyenlerdenim. Bu yüzden bir yazarı büyütüp derinleştiren en önemli unsur, mayasında kendini suçlama isteği ve yeteneğinin var oluşudur. Yazar her şeyden önce adaleti, tutkularının tanrısı kılandır.

Bir röportajınızda roman yazmakla ilgili olarak; “Biz fotoğraf çekmeye değil, resim çizmeye çalışıyoruz” demiştiniz. Bunu biraz açar mısınız?

Fotoğraf, bakış açısı, ışık, çerçeve ve üslup açılarından resim kadar sübjektivite taşımaz. Ressam, yaratırken modele bakar ama onu yorumlar ve yeniden yaratır. Sözünü ettiğiniz bu tespiti, sanırım insanla ve yazarlık anlayışımla ilgili olarak söylemiş olmalıyım. Bir de ekleme yapayım: İyi ve kalıcı yazarlar kimsenin görmediği, görse de farkına varmadığı ya da gördüğünde gözlerini kapadığı insan manzaralarının ressamı olmayı düşler.

Gelelim romanlarınıza… Öncelikle siz her ne yazarsanız yazın, gerçekçiliğe bağlı kalıyorsunuz. Bu tercihinizi açar mısınız?

Bence yazmak, her yaratıcı eylemde olduğu gibi, her şeyden önce bir tutum, bir bakış açısı sorunu. Bu nedenle yazarın duruşunu belirleyen temel unsurlardan birisi de güzel ve doğruya bakışı. Kitabi bir tanım yaparsak; "Doğru, bilginizin içeriğinin objesine uygun olması demektir. Güzel ise bilginin bir niteliği değil, var olanın üzerinde söylenen önermenin yüklemi ya da öznesidir." Ama doğruluk (gerçekler) sanat yapıtı içine girerse o zaman güzellik olarak görünür. Ayrıca bizim gibi son bir asır içinde başka ulusların üç asırlık tarihinde görülmemiş olayları, yıkılışları ardından dönüşümleri yaşamış bir toplumun içinden çıkan bir yazar için gerçekçilikten başka hangi seçenek vardır ki?

'YALNIZLIK, ÖZGÜRLÜĞÜN EN SAF BİÇİMİDİR'

İlk romanlarınızın daha politik bir yanı varken, sonraki romanlarınızda ağırlıklı olarak vicdan, yalnızlık, yabancılık hissi gibi varoluşsal sorgulamalar öne çıkıyor. Bu değişimin ardında neler var?

Önce bir tespit yapalım: Romanın odağında her zaman insan vardır. İnsan olarak varlığımızın bilinmeyen bir yanını keşfetmeyen, buna niyetlenmeyen ya da var olanın altını çizmeye yeltenmeyen roman bana sorarsanız kalıcı roman değildir. Ama yazarken dikkatimiz sadece insanla kısıtlı kalmamalı. O insanı oluşturan toplumsal kanaviçeyi de geri plana sermek gerek. İlk romanlarımla sonrakiler arasındaki farklar, toplumdaki değişmeden kaynaklanıyor olabilir. Romandaki sorgulamalara gelince: Varoluş sorunları, özellikle vicdan ve toplumsal yabancılık gibi unsurlar, ilkinden beri benim bütün romanlarımda var. Yalnızlığa gelince! Aslında roman türünün öncülerinden sayılabilecek olan Robinson Crusoe -tıpkı 3000 yıldır okunan Odysseia gibi- bize romanın ana temasının ne olması gerektiği konusunda bir fikir veriyor: Yazgısını arayan yalnız insan... Özetlersek: İnsanın yalnızlığı, varoluşunun en doğal duruşlarından birisidir ve yalnızlık, özgürlüğün en saf biçimidir.

Mehmet Eroğlu

Romanın merkezine insanı koyuyor, bununla bağlantılı olarak da; “Romanlar olmasa psikoloji olmazdı” diyorsunuz. Bu yorumunuzu biraz daha detaylandırır mısınız?

Yazmak her zaman, en karmaşık, en çetrefilli duygularda bile bir açık seçikliğe ulaşma, insanın mahrem duygularının gizlerini keşfetme isteğinin ortaya konulması olmalıdır. Eğer insanı araştırıyorsanız sonunda varacağınız yer, adı sonradan konmuş olsa da psikolojidir. Yazmak kendini itiraf etmek, yazarken çırılçıplak soyunabilmek demektir. Tekrarlıyorum; belki de Stendhal olmasaydı psikoloji de olmazdı.

Hemen her cümleniz incelikle, üzerine düşünülerek kaleme alınmış, çoğu birer aforizma niteliğinde. Öyle ki, romanlarınızdaki aforizmalarınız ayrı bir kitap olarak okurlarınızla da buluşmuştu. Aforizmaların edebiyatınızdaki, hayatınızdaki yeri nedir?

Önce şunu söyleyeyim, hiçbir cümleyi, “Hadii bu aforizma olsun” diye yazmıyorum. Yapmak istediğim ve yaptığım, özellikle fiziksel ve ruhsal tespitleri en kısa ve belirgin şekilde betimlemeye çalışmak. Aforizmalar, uzun uzun ifade edilecek düşünce ve betimlemeleri kısa ve vurucu bir biçimde ifade eder. Sanırım bu tarz benim düşünme biçimimden ve okuduğum, aynı damardan kan aldığım yazarlardan edindiğim bir şey.

Roman kahramanlarınızın bu büyük lafları okuyanı değiştirme, dönüştürme iddiası taşıyor. Yazarken böyle ya da benzer hedefler koyuyor musunuz önünüze?

Fransızlar yazmak için iki şey gerekli derler: Okumak ve büyük hayat yaşamak. Yarattığım karakterleri hatırlarsak, romanlarımda -eğer varsa- büyük laflar eden kahramanlar muhtemelen büyük hayat yaşamış ya da yaşamaya kalkışmış kahramanlardır.

Eserlerinizde sıklıkla işlediğiniz bazı kavramlardan bahsedelim. Öncelikle acı ve pişmanlık… Bu kavramların edebiyatta/edebiyatınızda nasıl bir yeri var?

Dikkatlice bakarsak kalıcı yazarların beslendiği kaynağın çoğunlukla acı olduğunu görürüz. Çünkü acı çekmek, bize insanları, nesneleri ve durumları, -en çok da kendimizi- duyumsayıp kavrama yeteneği verir. Aslında edebiyat bireyin çileli deneyimlerinden sonra acılı anılarını özümseyerek kişiliğini oluşturma safhasında ortaya çıkar. Yazar hiç olmazsa hayatının bir bölümünü Golgatha'da geçirmiş olmalıdır. Çünkü kalıcı yazarlarla taklitçilerini birbirinden ayıran terazinin ölçü birimi -bizi gerçek kılan- acıdır. Yazarlar, Dostoyevski gibi “yıkım ve kargaşadan doğan acıyı sevmeyi” öğrenmeli. Evet, bazıları için yazmak hayatını edebiyata bağışlamak, hatta kurban etmek anlamına gelirken, bazıları için bu eylem, bir oyun veya ödül peşinde koşmaya dönüşüyor. Ama Nietzsche; “Pazaryerinden ve şöhretten uzakta oluşur bütün büyük ve değerli şeyler” diyor. Ben Nietzsche’ye katılıyorum. Bu ülkenin toplumcu yazarlarının çoğu hayatlarını bir kısmını acı çekilen o tepede geçirdi. Şunu da ekleyeyim: Acının meyvesi tatlıdır; hele konu yaratmak ise...

Meraklı Adamın On Günü, Mehmet Eroğlu, 260 syf., İletişim Yayıncılık, 2021.

Mutlu bir hikâye anlatan büyük roman çıkmaz mı hiç, siz ne dersiniz?

Bir tane bulmak için durup düşündüm. Aklıma pek bir şey gelmedi. Ama bu arada şunları hatırladım: ‘İlyada’, ‘Odysseia’, ‘İlahi Komedya’ (Cennet bölümü Cehennem’in yanında çok sıkıcıdır), ‘Don-Kişot’, ‘Macbeth’, ‘Hamlet’, ‘Erdemle Kırbaçlanan Kadın’, ‘Ecinniler Karamozov Kardeşler’, ‘Karanlığın Yüreği’, ‘Umut’, ‘Lord Jim’, ‘Krala Veda’, ‘Gazap Üzümleri’, ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’, ‘Büyük Yolculuk’... Her biri bir mutsuzluk ağıtı... Zaten ‘mutluyum’ diyenden kuşkulanın, bilinç mutluluğu ancak sona erdiğinde algılar. Mutluluk hemen hemen her zaman bir gelecek umududur. Şu unutulmamalı: Bir hayatı sadece mutluk kavramı etrafında oluşturmaya çalışmak insanın seçeneklerini kısıtlar. Hep mutlu olmuş kişilerin öğrenmediği çok şey vardı. Unutmayın! Mutsuzluk bilinci, Tanrı tarafından hayvan türleri arasında yalnızca insan soyuna bahşedilmiş bir ayrıcalıktır. Hayvanlar için mutluluk sadece var olmaktır, insanlar içinse var olmak mutsuzluk kaynağıdır. Çünkü sonunda öleceğini bilen bir varlığın ne mutluluğu olabilir ki?

'KÖTÜLÜKLERİN ANASI SAVAŞ OLMASA, EDEBİYAT OLMAZDI'

Yazarlık hayatınız boyunca hakkında birçok aforizma yazdığınız, eserlerinizden eksik etmediğiniz temalar ve konular arasında iyilik ve kötülük de yerini alıyor. Sizce edebiyat daha çok iyiliğe mi yoksa kötülüğe mi yakın?

Tabii ki -tıpkı sevaptan çok günaha yakın olduğu gibi- kötülüğe yakın. Kötülük, ahlaksızlık(!), günah kötülüklerin anası savaş olmasa edebiyat olmazdı. Nasıl ilk ısırığa kadar fark etmezsek de kötülük de insanda, tıpkı meyvenin içinde gizlenen kurtçuk gibi hep var olmuştur. Öyle ki kötülük, en çok sevdiğimizde bile vardır; doğal, gerçek bir varlığa sahiptir. İyiliğe gelince: İyilik yapaydır; sonradan ediniliyor olması da yapaylığının kanıtıdır. Aslında ölçülü olduğu sürece kötülük -var olmayı kolaylaştırdığından- doğaldır; katıksız iyilikse, bence yapmacıklığa kaçar. Konuyla ilgili bir iki ekleme daha: Ahlâk: İyi ile kötünün zoraki uzlaşması değilse ruhun bedene eziyetidir. Ve kötülüğün terbiye etmediği iyilik yoktur.

Henüz ilk romanıyla sansürü, baskıyı yaşamış bir yazar olarak, günümüzde sanat ve edebiyat dünyasının üzerindeki çeşitli baskı ya da sansür mekanizmalarını nasıl gözlemliyorsunuz?

Sansür, önce medya ve kamuoyunun terbiye edilmesi, sonra ekonomik zorluklar, sonra da yasal yollardan uygulamaya konuyor. Her iktidar doğası gereği, baskıcı ve sansürcüdür. Hele bir de bizimki gibi taşra kültürü ile yoğrulmuş sağcı bir iktidar olursa...