Mehmet Fatih Traş’a: Bir ayrılık daha eklenmişken hayat toplamına...
Birkaç güzellik vardı elbet kampüste, insanı bu pislikte diri tutan, yorgunlukta bir mola, çam ağaçları altında gölün tarifsiz huzuruna karşı; lojmanın balkonundan şehrin parlayan ışıkları, her an bir sürpriz yapabilen yabanıl hayvanları bekleme keyfi; birkaç da esaslı dost ve Mehmet Fatih.
Hakan Mertcan
Akademiye olan ilgim, daha çok üniversite öğrenciliğimin erken zamanlarında, Özgür Üniversite’de başladı. Başkaya Hocam öğretti, akademi de bir mücadele alanı, diye. Uzun etmeyeyim, araştırma görevlisiyim Çukurova’da, beyefendice bir arkadaş, ne sakin, ne de tatlı, sevecen, hürmetle ilişkileniyor çevreyle... Lakin çok uzun boylu ilişkilenemiyoruz biz, kısa süre sonra ben tekrar Ankara’da. Nihayet doktora biter, ver elini yeniden memleket. Baraj Yolu’ndan, orman içine, dedemin de emeğini kattığı set üzerinden, sağlı sollu ayrı bir keyfe, bir taraf sanki sonsuza akan bir ırmak, diğer taraf durgun bir göl, fırtınada kendini atacağın güvenli bir liman... Sonra, iç rahatlatan, ağaçlar arasındaki yoldan kampüs kapısı ve İİBF binası, kat 1, Uluslararası İlişkiler Bölümü. Mehmet Fatih’i bu koridorda tanımıştım işte. Aslında, ilkinde tanıştım, çok tanımadan Ankara yolcusu kalmasın, olmuştum ya. Doktora fırtınası sonrası, hasret biter, koşarak bakarım, Adana’ya Kar Yağmış mı? Ne severim ben Adana’yı, doğup yeşerdiğim, Toros’una sarılıp, yağmuruna tırmandığım, Karataş’ına serilip, portakal çiçeğinde yıkandığım memleketim.
Sevinçle döndüğüm Çukurova’da başımıza örülen çoraplar içimi kararttı kısa sürede açıkçası... Dert üstüne dert eklendi, muhbir “akademisyen”lerin savcılığa, YÖK’e şikayetleri mi, haksızca atamamın yapılmaması mı, yüzümüze gülüp arkandan kirli işler çeviren sinsi yaratıklar mı... Ne düşmanlar beklermiş bizi meğer! Birkaç güzellik vardı elbet kampüste, insanı bu pislikte diri tutan, yorgunlukta bir mola, çam ağaçları altında gölün tarifsiz huzuruna karşı; lojmanın balkonundan şehrin parlayan ışıkları, her an bir sürpriz yapabilen yabanıl hayvanları bekleme keyfi; birkaç da esaslı dost ve Mehmet Fatih. Ah be kardeşim, geç kaldım yine sana, nedense geç kalırız hep, aklımız da geç gelir başa bazen... Senin tevazunu o “bilim” duvarlarının kimliksizliği içinde ayırt edemedim ilk an. Sonra Gezi baş gösterdi, biz yine sokaktayız, bazı öğrencilerimiz koşup kendini göstermek istiyor, hoca da bizden, biz de hocadan, heyecan içindeler, seviniyor canlarım, o çöl gibi fakültede bir vaha bulmuşçasına. Bu koşturma arasında bir de ne göreyim, bizim Mehmet Fatih karşımda. Garip bir şaşkınlık benimkisi, daha doktorası bitmemiş, yani sırtlan takımından bazı hocaların pençesi altında ama buna rağmen, pamuk ipliğiyle bağlı olduğu fakülteden çıkmış sokağa, Gezi de Gezi, diye tutturmuş; bizim Gezi!
O aydınlık yüzüyle, merak dolu tertemiz yüreğiyle Mehmet, ne güzel yakışırdı gerçek bir akademiye! Hayalleri, yaşamı akademikti. Müstakbel katillerinin yer aldığı o adına fakülte denilen utanç yuvasında bile gönlü vardı, umudu vardı çünkü, saftı daha da çok. Kan kokusuna yatmış kurt sürüsüne yüreğini uzatıyordu her seferinde korkmadan, kahırlanmadan. İçi kin dolu olanlara minicik bir fırsatta sevgi gösteriyor, ellerinde olsa kendini yem yapacaklara dostça gülümseyip yemeğe gidiyordu beraberce. Vay be Fatih’im, Mehmet’im; ne güzel buldum seni o zamanlarda lakin yine uzun kalamadık beraber, karanlığın mesaisi tükenmiyor ki. Yine memleketten çıktım neyse ki, bu sefer Ankara kadar uzağa değil, yanı başımız, komşu Mersin elleri... Ne bileyim bu kısacık mesafede, ebedi ayrılık girecek araya...
Eh hafta sonu geliyor, kapıyı çalmış hayırlı gün, cuma. Cuma sevilmez mi ya, tartıştırmam bunu valla. Benim gibi okula beş yaşında adım atıp kırkında halen çıkamamış biri için hem okul aşkı hem cuma sevdası beraber yürür, sizde de öyle değil mi? Kendimi en çok yormam gereken gündür cuma, akşamın ilerleyen saatlerinde ödüller yağacaktır nasılsa, mübarek gibi yağacak valla... Üzümü kim damıttı bilmem ama bana düşen, onun damlasını ziyan etmemek... Cadı avı için ovuşturulan ellere rağmen, Mersin Dayanışma Akademisi günleri başlamıştı. Dersten çıkıp koşuyoruz, kentle buluşuyor üniversite, her çevreden eş-dost, bir de arada, kalkıp Adana’dan gelen Mehmet... İlkinde şaşırıyorum, ne işin var diye sormuşumdur bile muhtemelen; yolun mu düştü, demişimdir. Yok, sırf dinlemek için katetmiş onca yolu, millet dibindeki yere gelmezken. Sonra bir başka hafta da orada Mehmet. Yan yana oturuyoruz, arada birbirimizin kulağına eğiliyoruz. Gel, diyorum çıkışta, bir şeyler yer, biraz muhabbet parlatırız, hem arkadaşlarla tanışırsın, daha sonra diyor, ertesinde bir daha, daha sonra diyor... Ah be sonradan gelir akıl başa, tut zorla götürsene, böyle halim selim adam kolay gelir mi! Nasılsa sonrasında bir gün gelir, diyorum zağar ama gelmiyor, onun yerine gece Taylan’ın mesajı geliyor... Mehmet’i soruyor, tuhaf, anlaşılmaz şeyler yazıyor, dur be Taylan’ım ne oldu, nereden çıktı şimdi bunlar, sabah ola hayrola diyorum...
Sabah hep hayırla gelmez ki, neticede gelmiyor da ne sabahın hayrı ne Mehmet’in kendisi, gelememiş be güzelim... Halen, anlasam da anlamıyorum ne ettin ya, niye kırdın o kandili, niye kıydın gül goncası arkadaşım, bu itin-çakalın dünyasına değer mi bu kadar değer vermek? Külahı önüne koyup kendini sorguya çekmez bu yaratık türü, anca sevinir, ölüme bile sevinir, hem ne kadar trajik olursa o kadar hazları artar! Bu cinayette kendi paylarının olması ne hukuken ne de insanen bağlayıcıdır bunlar için. Hep bir yolunu bulan zevattır bunlar, en iş bilenler! Sahte yüz ifadeleri ardında içleri içlerine sığmaz sevinçten; aşkla atan her nabza düşmandırlar, hakikatin ışığına inen her baltada alkış kopar zihinlerinin karanlık koridorlarında, hiç yoksa, “cennet”te yerini garantileyecek bir pay çıkarır kendilerine bu Yezid süreği! Ah be Mehmet’im bir şubat ayında önce anacığına, sonra kardaşına, sonra sevenlerine, yarlarına/yarenlerine bir acı tat bıraktın da gittin, zehir-zemberek gibi. Bırakmak istediğin mesajıysa, bıraktıklarından kaçı aldı bilemem ama bildiğim keşke mesaj varlığınla daim olaydı, anıların için çok erkendi be kardeşim, be Mehmedim...