Mehmet için yapısal reformlar, yok hükmündeydi...

İşten çıkarmalar başladı. Firmalar küçülüyordu. İnşaat firmaları da. Daha az işçi ve daha az ücret zamanıydı. İşsizlik oranları yükseliyordu. İşçiler, ‘oran’ sözcüğü ile anılıyordu çoğu zaman. Mehmet ve onlarca arkadaşını işten çıkardılar. Hanımı ve biri okuyan üç çocuğu vardı. Başka hiçbir şeyi yoktu. Hiçbir şeyi.

Murat Sevinç yazar@gazeteduvar.com.tr

Mehmet işçiydi. Vasıfsız. Köyden şehre, İstanbul’a göçeli hayli zaman oluyordu. Karısı ve çocuklarını yanına aldıralı, ancak birkaç yıl. Her zaman birlikte olabilme konforundan yoksun oluyordu genellikle yoksullar. Özellikle vasıfsız olanları. ‘Yanına aldırmak,’ onun tabakasına mahsus bir işti. Önce kendisi gidip görmeli ve denemeliydi yeni yaşamı ve eğer karısı ve çocukları için de uygun olduğunu düşünürse, kaldığı yere naklederdi. İstanbul’a gelip eli üç kuruş para gördüğünde ailesine kavuşmuştu ancak bu kavuşma, haftanın her günü, ayın her haftası değildi; işten güçten fırsat oldukça görüşüyorlardı. Çocuklarını genellikle gece yataklarında görüyordu Mehmet.

İstanbul’a geldiğinden beri çok farklı işlerde çalışmıştı. Birkaç aydır Haliç kıyısındaki kentsel dönüşüm mahallelerinin birindeydi. Balat civarında hemen tüm muhitler hızla kentsel dönüşüyor, bazı binalar restore edilirken bir kısmı yıkılıp yerine yenisi yapılıyor, civardaki dükkanlar, semte akın eden okumuşlar için latte satan mekânlara dönüştürülüyordu. Her biri aynı mimarın elinden çıkmış görünen küçük kafelerin çok yakınındaki bir mahallede, site inşaatında çalışmaya başlamıştı. İşe sabahın köründe başlıyor, öğle saatinde verilen yarım saat arada genellikle çok ekmek arası az helva, ücreti elden aldıkları zamanlarda tencerede menemen ya da domatesli bulgur pilavı yiyordu arkadaşlarıyla birlikte. Taşeron firma yetkilisi ve şantiye kalfası, haftalığın elden verilmesinin işçiler için kolaylık olduğunu söylemişti. Cuma namazlarını kaçırmayan ve cuma günleri feysbuk hesabına ‘hayırlı cumalar’ yazmayı ihmal etmeyen firma yetkilisi ile sürekli iletişim halindeki kalfa, her yıl ailesi ile birlikte Umre’ye gidip Zemzem Tower’da kalan ve balkonda selfi çektirip diğer dindar müteahhit arkadaşlarıyla paylaşan firma sahibinin emirlerini harfiyen uyguluyor; işçiler arasına yerleştirdiği hafiyeleriyle neler konuştuklarını öğrenerek, hiçbir şeyi rastlantıya bırakmıyordu. Firma, bozgunculuk olarak gördüğü sendikalaşmaya şiddetle karşıydı. Daha önce böyle işlere girişen birkaç işçisini işten atmışlardı. Örgütlenme ve hak mücadelesi iş verimini azaltıyordu. Hangi işin hakkının ne olacağına firmalar karar verirdi.

İşçilerin bir kısmı sigortasız çalışıyordu. Ola ki çalışmak istemeyen olursa yerine birini bulmak ise yalnızca birkaç saat alıyordu. Mehmet ve arkadaşları, bazen gece saatlerine kadar mesaideydi. Böyle günlerde çok yorgun düştükleri için, akşam vardiyası başlamadan önce, ‘işçi uyku odalarına’ giderlerdi. İnşaata en yakın olanı, Cibali’de, eski Tekel Fabrikası’nın arka sokağındaydı. Dışarıdan vitrin gibi görünen devasa bir camekana dikkatli bakıldığında, üçerli ranzalarda battaniye altında uyuyan işçilerin silueti seçilebilirdi. Saati iki üç lira olan bu odalarda her biri birkaç saat uyuyarak yeni vardiyaya hazır hale geliyordu. Sağlığını korumak zorundaydı Mehmet. Hem eve ekmek götürebilmek hem de doğrusu, hayatta kalabilmek için. Geçenlerde şantiyedeki bir arkadaşı, yeteri kadar beslenememekten başı döndüğü ve gerekli güvenlik önlemleri alınmadığı için düşüp can vermişti. Düşen işçinin haberi ve sendikacıların tepkileri bazı internet sitelerinde verilirken, kendisinden ‘bir’ ifadesiyle söz edilmişti. Basının geri kalanı işçi ölümlerini ya haber yapmıyor ya da eğer kaza, yönetim için çok önemli bir projenin inşaatında gerçekleştiyse, haberler, ölüm üzerinde ‘kuşku perdesi’ olduğu izlenimiyle veriliyordu. Bazı işçiler, devleti ve firmaları zor durumda bırakmak için ölüyordu, onlara göre. Sanki ‘utanma duygusu’ kanunla yasaklanmıştı ve o andan itibaren ‘mahcubiyet’ duymak, artık yasa dışıydı...

Haftada bir kez şantiyeye gelen işyeri hekimiyle henüz bir mesaisi olmamıştı Mehmet’in. İşyeri hekimine görünmek isteyenler, öğle izninden feragat etmeliydi; çünkü firma, muayene için yasal bakımdan gerekli olan zamanı ayırıp iş gücü kaybı yaşamak istemiyordu. İşyeri hekimi, kendisine gösterilen ve yönetmeliğe aykırı olan mezbeleliklerde, yemek saatinden vazgeçerek muayeneye gelen işçilerle meşgul oluyordu. Patronlar, ne işyeri hekimlerinden ne yönetmeliklerden hazzediyordu.

Çocuklardan biri okula başlamıştı. Mahallede en yakın ilkokula kayıt yaptırmışlardı. Sınıfta altmış civarında öğrenci vardı ve okulun özelliklerinden biri, pek çok öğrencinin dördüncü ya da beşinci sınıfa gelene dek okuma yazmayı sökemiyor oluşuydu. Bir iki idealist öğretmen dışında hiçbiri umursamıyordu öğrencileri. Kahir ekseriyeti daha iyi bir muhite tayin peşindeydi. Ancak başka şansı yoktu Mehmetlerin ve mutlaka okusun istiyordu çocukları. Okusunlar ve maaşlı iş sahibi olsunlar. Okul kıyafetleri ve cebine koyduğu cüzi haftalık belini bükmüş, borç harç bir şeyler ayarlamaya çalışmıştı. Hanımının evlere temizliğe gitme önerisine şiddetle karşı çıkıyor ancak bu inadı ne kadar sürdürebileceğini kestiremiyordu. İlk zamanlar nadir de olsa köyden gelen bulgurun, yağın da miktarı azalmıştı. Sabah akşam çalışarak kazandığı parayla geçinmesi giderek imkansızlaşıyordu. Çevresinde az da olsa sendikalı işçi vardı ve Mehmet ile arkadaşlarını örgütlü olmaya davet ediyor, hepsine çok mantıklı gelen tavsiyelerde bulunuyorlardı. Ancak muhalif bir sendikaya üye olmak büyük cesaret işiydi. Tehdit edilebilir, dayak yiyebilir, en önemlisi işini kaybedebilirdi. İşçilerin başını boş bırakmayan, enselerinden ayrılmayan kimi ‘görevliler,’ sürekli olarak iş bulmanın zorluklarından ve şükretmenin öneminden söz ediyorlardı Mehmet ve arkadaşlarına. Onları belli sendikalara üye olmaya davet ediyor, baskı yapıyorlardı. Şantiyenin yakınındaki camiye gittiklerinde vaaz dinledikleri hoca da, şantiye şefi ve kalfa ile aynı öğütleri veriyordu cemaate. Aza kanaat getirmeyen çoğu bulamazdı... Aç gözlülük haramdı... Kendilerinden daha kötü durumda olanları düşünüp şükretmeliydiler... Hiçbir haksızlık yapanın yanına kâr kalmazdı... Eğer haksızlığa uğradıklarını düşünüyorlarsa bunun hesabını ahirette mutlaka soracaklardı...

Mehmet’in toprağında, sayıları az da olsa işçi haklarıyla ilgilenen ve onlar için çaba harcayan insanlar da vardı. Var güçleriyle mücadele ediyor, karşılık beklemeden çalışanları bilinçlendirmeye, kayıplarını duyurmaya çalışıyorlardı. Ancak her adımda biraz daha zorlu engellerle karşılaşıyorlardı. Kimi sendikacılarsa, temsil ettiklerinin haklarıyla değil, daha ziyade bünyelerindeki sosyal tesisler ile ilgileniyordu. Sendikacıların bir kısmı siyasete girmeyi, milletvekili olmayı ister ve bu yönde faaliyette bulunurken, solcu olduğu iddiasındaki bazı partiler daha ziyade iç sorunlarıyla meşgul oluyor, vekiller pozisyonlarını kolluyor, bazı işçi şikâyetleri fazlaca tartışma konusu olur da rezalet ayyuka çıkarsa birkaçı şantiye ziyaretine gidip "Gittik almadılar" ya da "İşçinin hakkını yedirmeyeceğiz," nevi twitler atıyorlardı. Memleketin sağ partileri ise her zaman olduğu Mehmet ve arkadaşlarının hakları ve yaşadıklarıyla hiç ilgilenmiyor, sağcı olmanın gereklerini harfiyen yerine getiriyor, bir şey söylemek zorunda kaldıklarındaysa patron ile işçinin kardeşliğinden dem vuruyorlardı. İnsan, ekmek yediği kaba pislememeliydi. Sağcılıkla malul olanlar, firma sahiplerinin Mehmet ve arkadaşlarına ‘ekmek verdiği’ kanısındaydı.

Ekonomi kötülemişti. İşten çıkarmalar başladı. Firmalar küçülüyordu. İnşaat firmaları da. Daha az işçi ve daha az ücret zamanıydı. İşsizlik oranları yükseliyordu. İşçiler, ‘oran’ sözcüğü ile anılıyordu çoğu zaman. Mehmet ve onlarca arkadaşını işten çıkardılar. Hanımı ve biri okuyan üç çocuğu vardı. Başka hiçbir şeyi yoktu. Hiçbir şeyi. İşten atıldığı günün akşamı, gecekondudan bozma kiralık evine erken geldi. İşten çıkarıldığını söyledi. Yarın ne yapacağını, nasıl ekmek alacağını dahi bilmiyordu. Bir arkadaşından aldığı elli bir ekran tüplü televizyonun karşısına geçip kanallar arasında gezmeye, dalgın gözlerle seyretmeye başladı. Hemen her kanalda ekonomi konuşuluyordu. İlk kez gördüğü adamlar, gazeteciler, akademisyenler, hiç anlamadığı bir şeylerden söz ediyordu. Düşünce Pınarı adlı bir programda yan yana dizilmiş kravatlı herifler, şirketlere destek olunması gerektiğini, bunun milli bir ödev olduğunu söylüyordu. Bir başka kanalda, Diriliş Ekonomi programında, bıyıklılar üç beş doları bir kavanoza doldurmuş, turşu kuracaklarını iddia ediyorlardı. Konuşmacılardan kare ceketli olan şişman akademisyen, işçi eylemlerinin vatana ihanet kapsamına alınmasını önerirken, karşısında oturan kare ceketli şişman gazeteci, önemli projelerdeki ölümlerin masum olmadığından dem vuruyor, milletçe uyanık olunması gerektiğinin altını çiziyordu. Sunucu, konuşmacıları onaylarken, aslında yükselmeyen dolara yönelik psikolojik faktörlere dikkat çekti. Çok seyredilen bir diğer haber kanalında ise, yaka mendili ceket cebine teyellenmiş, ceketinin içinde yelek olan ve İtalyan kesim kısa paçalı pantolonlarının altında parlak rugan ayakkabıları ışıldayan boktan sermaye iktisatçısı akademisyenler karşılıklı oturmuş; dolardaki artış, döviz kurunun enflasyona etkisi, zorunlu gördükleri yapısal reformlar, iktidarın 2010 öncesine dönmesi gerektiği, verimli yatırım alanları, FED’in alacağı kararın olası etkileri, tahvil arzı, faiz oranları, risk artışı, ekonomideki aktörler, imörcing marketler, yıl sonu tahminleri ve işte, böyle şeyler üzerine konuşuyorlardı. İktidarı rahatsız edecek herhangi bir sözcüğü sarf etmemekte gösterdikleri özen, gözden kaçacak gibi değildi.

Mehmet televizyonu kapattı. Kualıfayd ve prodüktif hissetmiyordu kendisini. Yatak odasına gitti. Uyudu.

Tüm yazılarını göster