Son on yılını şiddet eğilimi, ırkçı söylemleri nedeniyle Hollywood’tan ‘aforoz’ edilmiş halde geçiren Mel Gibson, ‘Savaş Vadisi’ ile sağlam bir geri dönüşe imza atıyor.
Oyunculuk maharetleri bir yana, Mel Gibson’un çok iyi bir yönetmen olduğu gerçeğini en baştan kabul etmek lazım. Biraz sonra değineceğimiz ‘kişisel sorunlar’dan ötürü her iki kariyeri de zora girmiş olsa da, bu hafta gösterime giren “Savaş Vadisi” kendisi için yeni bir dönemin başlangıcı olabilir. İki nedenle. İlki, on yıl aradan sonra yeniden kamera arkasına geçme fırsatını iyi değerlendirmiş olması. İkincisi de Mel Gibson’un bu filmle bir anlamda nedamet getirmiş olması. Ki, özellikle Amerikan basınında yazılanlara, eleştirilere bakıldığında filmi böyle yorumlayanlar hiç de az değil.
Mel Gibson, yaklaşık on yıldır Hollywood’tan aforoz edilmişti. 2006 yılında alkollü araç kullanırken gözaltına alınmış ve karakolda polislere Yahudileri aşağılayan küfürler savurmuştu. Bunun basına yansımasının ardından oldukça zor günler geçirdi. Sonrasında yedi çocuğunun annesi 27 yıllık eşinden boşanıp birlikte olmaya başladığı Oksana Grigorieva ile telefon konuşmasının ses kaydı yayımlandı. Gibson, burada da eşine hakaretler yağdırırken siyahlar hakkında aşağılayıcı cümleler kuruyordu. Bu iki olayın ardından hem yapımcılar hem de menajerlik şirketleri tarafından dışlandı. Gibson’un özellikle de Hollywood’un Yahudi işadamlarının kontrolünde olduğuna dair söyleminin arkasında daha öncesine giden bir süreç yatıyor. 2004 tarihli “Tutku: Hz. İsa’nın Çelesi” filminde Yahudi karakterlerin kötü resmedilmesi ciddi bir rahatsızlık yaratmıştı. Filmin İsa’yı ele verenlerin Yahudi olduklarına dair söylemi Hollywood’ta ciddi eleştiriler almış, yine de 30 milyon dolara mal olan yapım, dünya çapında 611 milyon dolarlık bir gişe başarısı elde etmişti.
OYUNCULUK KARİYERİ DE GERİLEDİ
2006 tarihli “Apokalipto”dan sonra bir daha projeleri için yapımcı bulamayan ve yönetmen koltuğuna oturamayan Gibson, bu on yıllık dönemde de hepsi 2010’dan sonra olmak üzere ancak altı projede oyuncu olarak kendisine yer buldu. Ama şu an için bizi ilgilendiren mahareti yönetmenliği. 1993 yılında ilk kez kamera arkasına geçtiği ve başrolünde yer aldığı “Yüzü Olmayan Adam” ile hatırı sayılır övgüler aldıktan sonra, 1995 tarihli “Cesur Yürek” onun için büyük bir çıkış olmuştu. Yalnızca anlattığı hikayenin etkileyiciliğiyle değil, yönetmenlik maharetleriyle de dikkat çekiyordu. Dokuz yıllık bir aranın ardından “Tutku: Hz. İsa’nın Çilesi” ve iki yıl sonra da “Apokalipto” geldi. Gibson, Hristiyanlığın ‘arkaik’ söylemleriyle epik hikayeleri buluşturmada giderek ustalaşmış, kalabalık çatışma ve savaş sahnelerini maharetle yönetmene yeteneğini ispatlamıştı artık. Yönetmen olarak en verimli dönemine geldiği düşünülürken ırkçı ve şiddete meyilli taraflarıyla bir anda gözden düşüverdi.
Gerçek bir hikayeden uyarlanan “Savaş Vadisi”, Mel Gibson’un alametifarikasına dönüşen katı dinselliğin hayata yol gösterici olabileceğini epik hikayeler içinde ustaca yedirebilme becerisini fazlasıyla taşıyor. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Pearl Harbor saldırısının ardından ABD ordusuna katılmaya karar veren, ancak dini inançları gereği silah taşımayı reddeden Desmond T. Doss’un hikayesini izliyoruz. Doss, sıhhiyeci olarak savaşın içinde bulunduğu dönem boyunca tek bir kurşun sıkmadan 75’e yakın insanın hayatını kurtarmayı başarmış bir isim. Hikaye hem Hollywood hem de Mel Gibson için biçilmiş kaftan. Hollywood için neden bu kadar önemli olduğunu uzun uzun anlatmaya gerek yok, sonuçta bu tür kahramanlık hikayelerini her zaman sever. Ama Mel Gibson hem daha önce yaptıkları için özeleştiri hem de bir anlamda kendisini yeniden sinema ile açıklama fırsatı buluyor.
SAVAŞ SAHNELERİ AKILDA KALIR
Özellikle de filmin ilk yarısında Doss’un babasının 1. Dünya Savaşı’ndan kalan arızaları ve çocukluk döneminin anlatıldığı bölümde bir anlamda Mel Gibson’un da kendisiyle özdeşlik kurduğunu öngörmek kâhinlik olmayacaktır. Öte yandan film ‘vicdani ret’ ile vatanseverlik arasında dengeli bir ilişki kurmayı da başarıyor. Doss’un ‘inancı’ gereği de olsa eline silah almayı reddetmesi ama ülkesine hizmet etmedeki fedakârlıkları Gibson’un maharetiyle bir arada durabiliyor. Tabii Mel Gibson’un ve senaristler Robert Schenkkan - Andrew Knight ikilisinin vicdani ret meselesine politik bir zeminden değil de daha çok inanç ve kişisel geçmişi gözeterek bakmasında şaşılacak bir durum yok.
Son olarak filmin ikinci yarısında ABD ve Japonya savaşının en şiddetli çarpışmalarının yaşandığı Okinawa’daki bölümlere de dikkat çekmek lazım. Gibson, muhtemelen bu sahnelerle sinema tarihine geçecek gibi görünüyor. Meseleyi ‘taraf’lardan ziyade savaşın şiddetinin insan bedeni üzerindeki tahribatını göstererek anlatmayı tercih etmesi ehvenişer olarak kabul edilebilir. Nihayetinde “Savaş Vadisi”, bir yanıyla kurumsal şiddetin kaçınılmazlığını kabul etse de bireysel olarak bunun parçası olmayı reddeden, bunu da ‘politik’ bir bağlamda ele almak yerine ‘dini’ argümanlarla destekleyen bir adamın kahramanlıklarına dair, Mel Gibson’un yönetmenlik maharetleriyle etkili hale gelen iyi bir film. Her ne kadar ABD’de 3 haftalık vizyonundan 45 milyon dolarlık hasılat ile biraz hayal kırıklığı yaratmış olsa da Gibson’un sinemaya etkili bir şekilde döndüğü gerçeğini değiştirmiyor bu.
ORİJİNAL ADI Hacksaw Ridge
YÖNETMEN Mel Gibson
OYUNCULAR Andrew Garfield, Vince Vaughn, Teresa Palmer, Sam Worthington, Luke Bracey, Hugo Weaving
YAPIM 2016, ABD
SÜRE 131 dk.
VİZYON TARİHİ 25 Kasım 2016
AMERİKAN RÜYASININ ÇÖKÜŞÜ
Oyuncu Ewan McGregor’un 1999 tarihli “Tube Tales”ten sonra kamera arkasına geçtiği “Pastoral Amerika” ise haftanın diğer filmi. “Tube Tales”, dokuz öykülük bir filmdi ve McGregor bunlardan sadece birisini çekmişti. Dolayısıyla “Pastoral Amerika”yı onun ilk uzun metraj kurmacası olarak not etmek gerekiyor. Peki, ünlü oyuncu bu zor yükün altından başarıyla kalkabilmiş mi? Buna cevabımız hayır olacak.
Aslında filme kaynaklık eden eser için söylenecek fazla söz yok. Her ne kadar okumasak da, Phillip Roth'un romanının büyük beğeni kazandığını ve Pulitzer ile taltif edildiğini not edelim bir kenara. Film, İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’ya götürüyor bizleri. Okulun popüler çocuğu, Yahudi bir iş adamının oğlu Seymour Swede Levov’u takip ediyoruz asıl olarak. Savaş bitip de evine döndükten sonra eyalet güzeli Dawn ile evlenen, tabii ki zenginlerin yaşadığı bir banliyöye taşınan, babasının yerine işi devralıp büyüten Swede için Amerikan rüyası tam olarak gerçekleşmiştir. Ancak, çocukluktan itibaren kekeleme sorunu olan kızları Merry’nin ergenlik ve gençlik dönemleri sorunlu geçer. Popüler adam ve güzel kadından müphem bu ailenin ‘Amerikan Rüyası’nın parçalandığı süreç, biricik kızları Merry’nin 60’ların yükselen radikal muhalefetine katılması, ailesini ve onların sınıfsal değerlerini reddetmesiyle başlıyor. Babanın kızının mutluluğunda ısrar etmesi onun peşini bırakmamasıyla da devam ediyor.
Filmin sorunu, Merry’nin motivasyonun bir türlü ikna edicilik kazanamaması, dönemi anlatmadaki beceriksizliği, atmosfer yaratmadaki sıkıntılar. Hal böyle olunca, film boyunca ne Swede’nin ne Dawn’ın ne de Merry’nin yapıp ettikleri birbirine güçlü şekilde bağlanabiliyor. Dönemler arası bağlantılar kurulamadığı gibi, bu bağlantılar arasındaki gelişmeler de seyirciye aktarılmıyor. Birbirine bağlanmış sahneler halinde ilerleyen film, gösterdiği şeyi açıklamaktan uzak, başarısız bir ilk yapım olarak kayıtlara geçiyor böylece.
ORİJİNAL ADI America Pastoral
YÖNETMEN Ewan McGregor
OYUNCULAR Ewan McGregor, Jennifer Connelly, Dakota Fanning, David Strathairn, Uzo Aduba, Valorie Curry