Melisa Kesmez: Dünyada iyi insanlar olduğunu hayal ediyorum
Melisa Kesmez: Yazmak biraz da hayal kurmak benim için. Buhranlı zamanlar her şeyi ele geçiyor ama bir şeyler onları kara deliklerden kurtarıyor. Bunlar benim iyileşme hikâyelerim...
Özlem Karahan
DUVAR- Melisa Kesmez, ilk öykü kitabı 'Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz'le okur karşısına çıktığında, kısa sürede dikkatleri üzerine çekmişti. Hemen ardından yayımlanan ve kendisine 65. Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandıran 'Nohut Oda' ile 2017 Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü’nde Mansiyon alan 'Bazen Bahar' yine büyük ses getirmişti.
Eserlerindeki incelikli dil işçiliği, gücünü gerçekçiliğinden alan hikâye anlatıcılığı, seçtiği konular ve yarattığı hikâyelerle kısa sürede kendi özgün üslubunu oluşturan ve bugün “çağdaş öykünün en önemli temsilcilerinden” olan Melisa Kesmez, yeni kitabı 'Küçük Yuvarlak Taşlar'la okurlarını bir kez daha selamlıyor.
“Bu kitap anne olduğum, bir anne olarak hayatımın çılgınca değiştiği, üzerine bir de pandeminin bütün cüssesiyle çöktüğü, evi kapatıp karavanda yaşamaya başladığımız, insansız, epey izole, dünyadan uzak zamanlarda yazıldı,” diyor iyiliğin ve umudun yine parıl parıl parladığı 'Küçük Yuvarlak Taşlar'la ilgili olarak. Melisa Kesmez’le “cüce roman” olarak tanımladığı yeni kitabını, anneliği, kadınlığı, erkekliği ve daha birçok şeyi konuştuk.
Çok eskiden dağılmış, üç kişilik bir çekirdek ailenin üç üyesini merkeze aldığınız üç öyküden oluşuyor 'Küçük Yuvarlak Taşlar.' Nasıl koşullarda ortaya çıktı bu öyküler?
Aslında bu bir öykü kitabı değil. Bir cüce roman. Böyle söylemek hoşuma gidiyor. Belli olaylara bir çekirdek ailenin üç bireyinin gözünden bakan üç hikâyeden oluşuyor. Tabii, isteyen onları üç bağımsız öykü gibi de okuyabilir, okurun okuma deneyimine karışacak değilim ama ben söz konusu hikâyeleri epey teğelledim birbirine, bağımsız okumak biraz zor olabilir. Bu kitap anne olduğum, bir anne olarak hayatımın çılgınca değiştiği, üzerine bir de pandeminin bütün cüssesiyle çöktüğü, evi kapatıp karavanda yaşamaya başladığımız, insansız, epey izole, dünyadan uzak zamanlarda yazıldı. Tohumları çok evvelden atılmıştı ama. Birkaç yıl boyunca kırık dökük notlar aldım. Onları toparlamak için hayatım ve kafam fazla doluydu. Aslında iyi de oldu, kitabı bir türlü yazamazken üzerine epey düşünecek zamanım oldu bu sayede. Oturup yazmak için Nil'i doğurmam, lohusalığı atlatmam, pandeminin nispeten sona ermesi ve aklımda biraz yer açılması gerekti. Özetle tam zamanlı annelik yaptığım bir zamanda, ekseriyetle Nil memedeyken yazdım diyebilirim. Nasıl yaptım, ben de bilmiyorum. Oldu bir şekilde.
Bir anne, bir baba ve bir evladın farklı zamanlarda, farklı yerlerde, farklı nedenlerle “dağılma”larıyla başlayan, birbirleriyle bağlantılı hikâyeler bunlar. Çok insani, oldukça tanıdık acılar var her bir öyküde muhakkak umut var. Yazdığınız hikâyelerin finalde ışığa ulaşması tercihinizi biraz açar mısınız?
Yazmak biraz da hayal kurmak benim için. Umudu hayal ediyorum. Bir şeylerin iyiye doğru değişeceğini hayal ediyorum. Değişmese de inatla yaşayacak bir sebep bulduğumuzu hayal ediyorum. Dünyada iyi insanlar olduğunu hayal ediyorum. Sanıldığı kadar depresif biri değilim sanırım. İçimde her şeye rağmen bitmeyen bir neşe ve iyimserlik var. Hikâyelerime, oradaki karakterlerime de bulaşan bir iyimserlik bu. İşler kötüye gidiyor, ortalık toz duman oluyor, buhranlı zamanlar her şeyi ele geçiyor ama bir şeyler onları kara deliklerden kurtarıyor. Bunlar benim iyileşme hikâyelerim.
Yaşadığı dönemin bireysel ve toplumsal gelişmelerinden etkilenen bir yazar olduğunuzu söylemiştiniz eski bir röportajınızda. “Nohut Oda”dan bu yana hayatınızdaki değişimlerden biri anne olmanız. “Küçük Yuvarlak Taşlar”ın merkezindeki temalardan biri de annelik. Sizin deneyiminizle yeni kitabınızda annelik sorgulamaları olmasının nasıl bağları var?
Ben açıkçası anneliğe giriş sürecini nispeten hafif geçirdim. Hamileliğim de lohusalığım da izolasyona rağmen kolay geçti. Anneliği o kadar da sorgulamadım, elimden geldiğince keyif almaya çalıştım, elbette kötü günlerim oldu ama hayatımdaki bu dramatik değişiklik beni hasta etmedi. O kadar delirmedim sanırım. Olabildiğince sakin ve sabırlı olmaya çalıştım. Bu sebeple kitaptaki annelik sorgulamalarını, özellikle çileli olanları, çevremde gözlemlemem gerekti. Bu süreçte ruhsal olarak arızalanan çok anne var, çoğu itiraf etmese de annelerin büyük bir kısmı zorlu bir depresyonla boğuşuyor. Benim de etrafımda yeterince zorlanan anne vardı kitabı düşünürken ve yazarken. Özellikle Gülsüm'ü yazarken onları çok okudum, dinledim.
Kitapta anneliği türlü bakış açılarıyla sorguluyorsunuz. Karakterlerin annelikle ilgili hisleri, deneyimleri oldukça farklı. Yaşadığımız eril dünyada kadının temel rollerinden biri annelik olarak görülürken, anneliğin “mümkün biçimlerini” işaret edip bir de tüm bu “biçimlerin” aslında normal olduğunu göstermeniz bir politik tavır olarak okunabilir mi?
Annelik bir tercih, bir mecburiyet değil. Öyle olmalı. Anne olmayı kabullenmek, bundan keyif almak bu işe gönüllü olmakla mümkün ancak. Annelik her kadının yapabileceği bir şey değil. Bazı hayatlarda ve zihinlerde hakikaten bir yavruya yer yok. Bu iş bazı uydurukçu annelerin ısrarla duyurduğu gibi "dünyanın en güzel şeyi" değil. Arızalarını gizleyen, her şeyin kusursuz olduğunu iddia eden, sadece iyiyi gösteren annelere kızgınım. Bize resmen yalan söylüyorlar. Yutmamak gerek. Anneliği kutsal gösteren, anneyi kusursuz olmaya zorlayan, bunu yaparken onu bir çocukla tek başına bırakan, toplumdan dışlayan, işler yolunda gitmediğinde sade anneyi suçlayan her türlü söylem beni aşırı derecede öfkelendiriyor. Bir çocuğu şefkatli ve güvenli bir ortamda büyütmenin bir sürü yolu var. Bu annenin işi değil. Bu bir takım çalışması. İyi anne olmaya çalışan, ama bunu yapmayı ne kadar istese de çuvallayan anne çok ve her biri anlayışı ve desteği hak ediyor; yargılanmayı, eleştirilmeyi değil. Bütün bunlar bir politik tavır olarak okunabilir, evet.
'Küçük Yuvarlak Taşlar'daki karakterlerden Mehmet’le öyle bir “erkek” ve “baba” karakteri oluşturuyorsunuz ki, bu kez toplumların, kültürlerin dayattığı erkeklik kalıplarına “meydan okuyan” tavır kendini gösteriyor. Günümüzdeki hâkim erkeklik ve babalık tanımlarını nasıl yorumluyorsunuz?
Mehmet nadir birisi. "Ben sende bütün erkekleri temize çektim" diyebileceğim derecede erkekliğiyle barışık, yaşadığı travmaya rağmen ergenliğin karanlık sularında boğulmayan, yetişkin olmanın sorumluluklarının farkında, en önemlisi iyi bir annenin büyüttüğü iyi bir insan. Ama evet, ben pek tanımıyorum böyle babalar, erkekler. Bizde erkeklik daha çocukluktan sorunlu inşa ediliyor, oğlan çocukları çok yanlış motivasyonlarla yetiştiriliyor. Sevgi, şefkat, yumuşak kalplilik, hoşgörü, özeleştiri, hatanın kabulü, özür dilemek zayıflık olarak görülüyor, gösteriliyor. Nedense "tuttuğunu koparmanın" iyi bir şey olduğu sanılıyor. Pedagojiden en haberdar ailelerde bile bu işler arızalı. Kimse yoğurdum ekşi demiyor.
Öykülerinizde birey/toplum/sistem eleştirilerinizi hikâyenin ortasına yerleştirmiyor ya da olayları dramatize etmiyorsunuz. Hep daha sakin, olaylara daha çözümcü ve empatiyle yaklaşan karakterler ve kurguyla anlatıyorsunuz. Diliniz, üslubunuz, hatta karakterlerin içinde bulundukları mekânlar bile karakterleri kadar sakin, hatta huzur dolu… Bu tavır ve tarzın nedenlerini biraz açar mısınız?
Bağıranın ne dediği işitilmez. Sanırım bu yüzden. Yazarken derdimi biraz dip akıntılarla anlatmayı tercih ediyorum. Diğer türlüsü didaktik geliyor. O edebiyat olmuyor, propaganda oluyor sanki. İnsanın ancak sakinlik içerisinde hayatı anlayabileceğini düşünüyorum. Bu yüzden hikâyeleri suların durulduğu yerlere çekmeye çalışıyorum. Kafam öyle çalışıyor benim. Diğer türlü eserler yazılamaz mı; elbette yazılır, severek de okurum aksiyonu yüksek, dramatik, şiddetli metinleri. Ama yazar olarak oraları kurcalamayı sevmiyorum. Kötücül karakter yazamıyorum mesela. Her karakteri kendi hikâyesi içinde olumlamaya çalışıyorum. Çünkü galiba saf kötülüğe inanmıyorum ben. Kötü geçirilmiş çocukluk; dünyanın canına okuyan şey bundan başkası değil, her türlü arızanın altında bu var.