Popülerlikle ve popüler olanla sağlam bir sevgi-nefret ilişkimiz var, toplumca. Bir yandan günlük muhabbetinin yarısından fazlası magazin figürleri ve popüler TV dizileri üzerine olan bir toplumuz. Her kesim için böyle bu. Bir yandan da özellikle bir parça eğitimli kesimde, zevk renk tayfı çok değişmediğinde bile popülerlik ileri derecede küçümsenen bir şey. Sokakta da mikrofon uzatıldığında en çok izlenen pek çok yapım ve sanatçı için, pek kimse “bayılarak izliyorum” demiyor. “Sinirlene sinirlene izliyorum” diyorlar ve içeriklerin bir kısmı için bu geçerli, gerçekten. Nefret, kızgınlık da sevgi kadar güçlü ve bağlayıcı duygular.
Bununla ters orantılı olarak da, müthiş bir görünürlük arzusu var. Herkes vasatı eleştiriyor ama eleştirenler de dahil olmak üzere, o vasatın üstünde çok az şey üretilebiliyor. Üstelik üretildiğinde eleştirenler de sahip çıkmıyor pek. Bu kez de hasetten mahalleciliğe, bambaşka mekanizmalar devreye giriyor. Tüm bunlar her şeyi büyük bir homurdanmaya ve “bizden olmaz/bizden çıkmaz” yılgınlığına kilitleyiveriyor. Bu duruma aldırmayıp gerçek bir yaratma tutkusuyla, heyecan duyduğu şeyleri üretmeye devam edenler, hangi alandan olursa olsun, başımızın tacı olmalı.
Sıkışıp kaldığımız siyasal ve toplumsal atmosferde son zamanlarda popüler sanatçılar giderek artan biçimde muhalefetin pek de yerine getiremediği işlevi üstlenir oldular. Benim de çok sevdiğim biricik Megastarımız Tarkan, “Geççek” diye hislerimize göbek attırdı, umut çölü yüreklere su serpti. Ondan öncesinde Sezen Aksu beş yıllık şarkı sözlerini bahane eden dil koparma tehditlerine, zarif “Avcı” çıkışıyla, sosyal medyadan yükselen büyük desteğin de katkısıyla, dimdik karşı durdu. Gülşen sahne kostümüne yönelik ikiyüzlü ötesi eleştirilere “hiçbir sıfatın kölesi değilim, ben kendimim, kendime aitim,” dedi, sıkı bir feminist duruş sergiledi. Sadece şarkıcılar değil, komedyenler de son dönemde artan biçimde muhalif sese katkı sunar oldular. Bunu da çok olumlu buluyorum, Murat Sevinç’in bu güzel yazısında ifade ettiklerine büyük oranda katılıyorum.
Üst üste yaşanan, her birinde 90’lardan beri hayatımızda var olan çok ünlü figürlerin başı çektiği bu çıkışlardan sonra Haluk Levent, ünlülerin muhalefet işlevini farklı bir yere taşıdı. Uzun zamandır Ahbap Derneği çerçevesinde yürüttüğü yardımseverlik faaliyetleri müzisyen kimliğinin çok önüne geçen Levent, Migros’la işçiler arasındaki sendikal pazarlığa aracılık etti ve olumlu sonucu sosyal medya hesaplarından duyurdu.
Bunun üzerine Meriç Şenyüz’ün attığı bir tweet, ilginç bir durum tespiti içeriyordu: “Sendikal pazarlık Haluk Levent’e, laik yaşam tarzı hassasiyetleri Gülşen’e, ifade özgürlüğü Sezen’e, muhalefet Tarkan’a, özetle memleket 90’lar Türk popuna emanet.”
90’ların popüler figürlerinin giderek etkinleşen muhalif tavrını esprili bir yaklaşımla ele alan tweet büyük ilgi görünce, altına da not düşmüş: “şakalar, komiklikler derken gerçek kahramanlar güme gitmesin. (Migros işçileri) Direndiler, kazandılar.”
Her genellemede olduğu gibi karşı çıkılacak noktaları olabilir ama ilginç ve toparlayıcı bir tespit. Öte yandan, ülkemizin şu an içinde bulunduğu cendereyi en çok andıran dönemi olan 90’ların ülkeye hakim karanlıktan bihaber görünen, vur patlasın çal oynasın pop müziğinin bugün sadece bir büyük nostalji öğesi olmayıp protest bir nitelik kazanmaya başlaması gerçekten ilginç. O günden bugüne her şey çok daha büyük bir felakete sürüklendiği için, o zamanlar görmezden gelinen artık dile mi geliyor, ne oluyor, bunu psikanalistler açıklasın.
Sebebi ne olursa olsun, bir göz kırpışla milyonları sürükleyebilecek ünlü sanatçıların şarkıyla, sözle, hatta mümkünse eylemlere katılarak çığlık çığlık yükselen bir “itiraz”a ses, hatta yüz olmalarında bir sakınca görmüyorum. Umarım artarak devam eder de el birliğiyle yıkılır bu korku iklimi. Ama mesele sendikal pazarlığa kadar uzanınca insan bir durup düşünüyor. Nitekim Haluk Levent de yeni bir açıklamasında “Her an Yemeksepeti’ni gitarla basabilirim. Haluk abiniz geldi ulan, ne oluyor, şu işi çözelim demeyi düşünüyorum” demiş. Gerçi haksızlık olmasın, esas paye verilmesi gerekenin direnen işçiler olduğunu, kendisinin sadece aracılık ettiğini de belirtmiş. Yine de çok büyük bir direniş ve dayanışmanın ürünü olan çözüme eklenen bu “bi abiniz, bi babanız” söylemini sorunlu buluyorum. Çok çektik bi’ abilerin, bi’ babaların metaforik kurtarıcılığından. Direnişin hakkı tamamen direnişe verilmeli, kendi gücümüzün, emeğin, dayanışmanın, direnişin gücünün çok daha farkında olmalıyız.
Hiçbir mekanizmanın doğru dürüst çalışmadığı ülkede, sosyal medya kadın cinayetlerinden marka boykotlarına, pek çok alanda adaleti sağlamanın aracı haline gelmiş durumda. Bunun kendisi de yer yer sorunlu olsa da, klavye başından yürütüldüğünde bile bir tür toplumsal eylemlilik halinin ifadesi, bu gücü de hafife almayalım; ortak güçtür. Ancak işte bir sanatçı, şarkıcı, sunucu, kendi üretim alanlarını aşan bir yerden kanaat önderliğine soyunduğu zaman sorunlar çıkıyor. Yıllardır gündüz kuşağı programlarında ailemizin yargıcı, doktoru, terapisti, polisi, ablası, tesisatçısı vs. her şeyi olarak ünlenmiş sunucuların biraz palazlanınca mağdurları suçlamak üzerinden yine temelde düzene hizmet ettiklerini unutmayalım mesela.
Bir yandan sürgit bir popüler kültür küçümsemesi, bir yandan da hemen hemen her şeyi magazinin konusu ve alanı haline getirecek biçimde, “sulandırmak”. Bu bizim kültürel çölümüzün değişmez özelliği.
Kim bundan ne kadar nemalanırsa nemalansın, hayatlara dokunmanın, ses olmanın değeri azımsanamaz günümüzde. Ama tam da kahramanlara değil, halkın, direnişin gücüne dikkat çekilmesi gereken zamanlar. Haluk Levent yine gitarını çalsın, ihtiyacı olanların yardımına koşsun, sağ olsun var olsun tüm emekleri için. Ama patronlar, markalar ve muktedir esas muhataplarının direnenler, ezilenler olduğunu bilsinler, toplum da kendi gücüne güvenmeyi öğrensin artık.
Yılların tozunu pasını nasıl da attı, nasıl umut ışığı oldu kuryelerin, işçilerin direnişleri ve kazanımları… Bu en dipten gelen umut, hepimizin umudu olsun, şarkısını da hep beraber besteleyip söyleyelim.