İyi ki Norveçli bir sütun yazarı değilim diye uyandım bugün.
Yazı günüm bugün, saat olmuş öğleden sonra; kalmış önümde iki saat.
Norveç’te olsan iki saatte yazacak konu bulamazsın. Bizde öyle mi
ya, diye düşünüyordum ki tam... Birden bire fark ettim. Ne çok olay
olmuş bir haftada arkaaş ya. Birkaç yüz Norveç yılını silme
dolduracak olayı bir haftaya sığdırmışız. Yetmemiş, bir devleti
yıkmış, yeni bir devlet kurmuşuz! Memleket değil derya kuzusu
mübarek. Sorun şu ki kuzu ipini koparmış kaçıyor. Nasıl ve
neresinden yakalayacağını bilemiyorsun.
Geldiğimiz aşamada, idari hakim olmak için tarla bitkileri
bölümünden mezun olmanın da yeterli olacağı kabul gördü. Olur neden
olmasın? Bir nevi halk jürisi yerine geçecek demek ki hakimlik
sistemi. Amariga’da da öyle değil mi. Çiftlik sahibi ceyarlar
filmlerde jüri sırasında oturuyor, her şeye karar veriyor. Tarla
bitkileri, su ürünleri, ondan sonracıma veterinerler, makine
mühendisleri neden hakimlik yapmasın? Hakimlik de bir nevi jüri
üyeliği sayılır. Biz üniversitede ne hakimler, pardon ne jüri
üyeleri gördük. Masanın üstüne fındık fıstık koysan, gayriihtiyari
zıplayacak kadar sevimliydiler... Bu arada, rektör olmak için de
profesörlüğe gerek kalmamış, ibişlik yeterli olacakmış.
Profesörlüğü ve ibişliği aynı kişide bulmak çok güç oluyormuş
nitekim.
Yetmedi özel sektör çalışanları veya serbest olarak en az beş
yıl çalışmış olanlar da artık şerif, pardon ya, vali olabilecekmiş.
Herkeşin herkeş olabileceği bir ülke, süzme eşitlik yatağında
demokrasi püresi...
Neyse işte konu çok olunca da Norveç’e bağlamak işten değil, ne
yazacağını şaşırıyor insan. Ben bu hafta da memleket gündeminden
mümkün mertebe kopayım diyorum. Mümkün olsa memleketten de
kopacağım ama paşaportumu vermiyollar. Zaten şimdi Duvar muvar
silme gündem döktürmesidir. Birimiz de lokma döktürelim, ağzımız
datlansın. Dün gece yarısı bir arkadaşımla yaptığım uzun telefon
konuşmasından esinlenerek, kalabalık ailelerdeki marazi bağlılığı
yazayım ben de. Dadından yenmesin. Sözünü ettiğim telefon
konuşmasıyla ilişkili detay verecek değilim tabii.
Evet. Geniş ailelerde gözlediğim ve kimi zaman marazi ölçülere
varan bir aşırı bağlılık meselesi var. Geniş aile derken, çok
çocuklu aileleri kast ediyorum. Bilhassa aile üyelerinin belirli
bir eğitim düzeyine sahip olduğu durumlarda –paradoksal olarak-
daha sık rastladığımız bir olgu bu. Sözünü ettiğim sıkı bağlılıklar
geliştirme ve canlı tutma meselesini daha çok Kürt coğrafyasından
gelip memleketin dört bir yanına dağılmış olanlarda gözlediğim için
bize mahsus bir durum olduğunu zannederdim ki bu düşüncemi sevgili
Paul Auster belirli bir ölçüde sarstı gerçi. Bana yazdığı bir
mektupta, “Seviloş dedi, bu bizde de böyle, inanamazsın!”
Şaka la şaka. Paul Auster’dan böyle bir mektup hiç almadım
tabii. Başka türlü bir mektup da almadım. Alsaydım hayatım bambaşka
olabilirdi. Auster, babasını anlattığı olağanüstü etkileyici eseri
Yalnızlığın Keşfi’nin bir
yerinde baba tarafının birbirine olan marazi düşkünlüğünden söz
ediyordu. Oradan biliyorum. O kadar ilginç birkaç satırdı ki,
neredeyse Auster’ın baba tarafının Kürt olduğuna kanaat
getirecektim.
Auster’ın kitabında bu konudaki ifade tam olarak şöyledir: “Dört
erkek kardeş birbirlerine çok bağlıydılar. Birbirlerine olan içten
bağlılıklarında neredeyse çağdışı bir yan vardı (...) Babamın
duygularını kimse değiştiremezdi. Kardeşlerinin hiçbiri aleyhine
bir şey söylemezdi. Ne yaptığı değil onun kim olduğu önemliydi.
Ağabeylerinden biri ona yüz vermese ya da karşı çıkılması gereken
bir şey yapsa, en azından hiç yorumda bulunmazdı. O benim kardeşim
derdi, sanki bu her şeyi açıklarmış gibi.”
Auster’ların büyük anne ve büyük babaları Avusturya Yahudisi
göçmenler olarak yerleşmişler ABD’ye. Göçmenlikle de kalmamış,
büyük bir dehşet, bir trajedi yaşanmış ailede. Anlatıp da şimdi
kitabı okumamış olanlara spoiler vermeyeyim. Benim için -şu anki
duygularımla- dünyanın en güzel iki kitabından biri budur...
Okumadıysanız okuyun işte.
Eksantrik Baba Auster ve kardeşler arasındaki o marazi bağlılık
–okuyunca hissediyorsunuz- göçmenlikten, ezilmişlikten ve en çok da
dehşetten kaynaklanıyor. Baba Auster kendi kurduğu aileye,
karısına, oğlu Paul’e ve kızına ise hep bir sis bulutunun ardından
bakıyordur. Onlara ayıracak bir enerjisi kalmamış gibidir. Bir
ailede bu tür travmalardan yükselen bir dehşet duygusu varsa
kuşaklar boyunca aktarılır. Bağlılık işte çoğunlukla dehşete
tanıklıktan filan değil, bir aktarımdan, ailenin ortak hafızasından
ve ataların bedenine işlenmiş acının genetik aktarımından türer.
Bunun öte ucunda da tümden bir bağını koparma vardır. İki uçtan
biri ya da diğerine savrulmak söz konusu olabilir yani. Ben bugün
aşırı bağlılıklardan söz edeceğim.
Aşırı bağlılık aktarılmış travmadır maalesef. Hiçbir dehşete ilk
elden maruz kalınmasa da kolektif hafızanın aktardığı bir travma ve
dışlanma duygusu (özellikle eğitimli kesimin aile üyelerini)
birbirine kenetler.
Felsefemizi özetlersek, “ulus” adı verilen büyük aileden
mütemadiyen dışlanıyor, her tür şirretlikle bu dışlanmana her daim
bir kılıf hazırlanıyorsa sen de kendi ailen içinde tuhaflık
ölçüsüne varan bağlılık ve özdeşlikler yaratabiliyorsun. Geniş bir
aile içinde yaşamış ve ebeveynleri tarafından pek şımartılmamış,
büyük aile olarak ulusun şefkatine mahzar olmaktan da uzak kalmış
olanlar, yoğun ve olgunlaşmamış bir empati duygusu içinden, yatay
ya da dikey düzlemde (ebeveynlere ve veya kardeşlere yönelik)
özdeşlikler geliştiriyorlar. Kimi zaman bireysellikleri silindir
gibi ezip geçen ölçülerde olabiliyor bu. Ailenin tüm üyeleri şu ya
da bu şekilde bu aşırı bağlılık sarmalına yakalanıyor. Kimisi bunu
diğerkâm biçimde yaşarken, kimi de işin suyunu çıkarıyor.
Neyse işte, Paul Auster’ın anıları sayesinde anladım ki aile
üyelerine marazi biçimde bağlanma sorunsalı dünyanın her yerinde
yaşanıyor. Hayatın belirli güçlüklerini ve belirli dışlanma
pratiklerini birlikte karşılamış olmakla ilişkili bir tarafı var
bunun. Mesela Türkiye’de iki ya da üç çocuklu çekirdek ailelere
baktığınızda, ister batıdan, isterse Kürt coğrafyasından olsun,
eğer aileyi birbirine marazi biçimde kenetleyen bir sorunları
yoksa, serinkanlı ve mesafeli bir ilişki çerçevesinde yaşayıp
gittiklerini görebilirsiniz. Bazen bu serinkanlılığı da epeyce
abartırlar o ayrı. “Kardeşin la o senin, az biraz ilgili ol” filan
demek istersiniz... Diğer yandan, ortak güçlüklerle veya
ötekileştirilme tecrübesiyle birbirine kenetlenmiş görece kalabalık
ailelerde, bir kişinin parmağı incinse ötekinin kalbinin duracak
gibi olduğu abartılı bir duruma da rastlayabilirsiniz. Çok
genelledim, farkındayım. Fakat ne yapalım, hayat da etrafımızda
gördüğümüzü genellemeye meyyal olduğumuz bir tecrübeler
bütünüdür.
Bugünkü konumuz bu kadar. Gördüğünüz gibi, bir yerlerden geliyor
ama münhasıran bir yere varmıyor. Memleket gibi. Fakat kimi kilit
kavramlar da yok değil, aile psikolojisine atfen kurcalanmış bu
meseleden, “aktarılmış travma,” “toplumsal hafıza,” “marazi
bağlılık” gibi kavramları seçerek, derya kuzusu memleketi bir
ucundan yakalayabiliriz. Ben bu kadar söyleyebilirim. Tatildeyim.
Üç günlük bir tatilim var zaten...