Geçtiğimiz hafta “şarkılı/türkülü kısa Türkiye tarihi”ni anlatmak üzere yazının başına oturmuş, gündemden yola çıkarak Adile Naşit’ten söz etmiştim. Memleket tarihinin önemli figürlerinden biri. Yıldızı ‘70’li yılların ikinci yarısında parladı, kalabalık kadrolu filmlerin aranan ismi oldu ve şahane gülüşüyle kalplerimizi fethetti. “Eski” Türkiye’nin simgelerinden biri. Bugün dönüp baktığımızda onunla geçirdiğimiz yılları özlememek mümkün değil. Birileri o dönemlerin “kabus gibi” olduğunu söylese de aslında yaşananlar bugünün fersah fersah uzağında. Bir kısmını hayal etmek bile mümkün değil. İnsanların birbirini Kürt – Türk – Ermeni ya da Sünnî – Alevî diyerek ayırmadığı yıllar bunlar. Şüphesiz ayrımcılık yapanlar var ya da bizzat devlet eliyle körükleniyor bu ayrımlar ama bunun “mahallede” karşılığı yok. Tarihe baktığımızda 6-7 Eylül’den Maraş olaylarına ayrımcılık facialarıyla dolu olduğunu görüyoruz. Bunda rol oynayanlar, devletin kışkırtmasıyla sokaklara dökülenler. Hepsinin faili belli ama hiçbiri cezalandırılmadı. Bugün de aynı şeyleri yaşıyoruz: Devlet kışkırtıyor, insanlar birbirine giriyor. O yıllardan farkı, kışkırtmanın yerele inmiş olması. Komşunun komşuya bilendiği, insanların birbirini yaftaladığı zamanlardayız. “Sayın muhbir vatandaşlar” her dem işbaşında ve insanlar kendilerinden olmayana tahammül edemiyor, onu yok etmek üzere ilerliyor. Önümüzdeki hafta seçim sonuçlandığında bir iktidar değişikliği olsa yarattıkları nefretin bile toplum içindeki izlerini kazımak yıllarımızı alacak.
Toplum içine nifak tohumlarının serilmesi, ‘50’li yıllara uzanıyor. Düzenlenen ilk çok partili seçimden büyük zaferle çıkan Demokrat Parti iktidarı süresince yapılan tek şey buydu neredeyse… İnsanların ayrıldığı, Adnan Menderes çevresinde oluşturulan “Vatan Cephesi”ne katılanların radyolarda duyurulduğu, katılmayanların cezalandırıldığı bir dönemden söz ediyorum –ki 6-7 Eylül olayları tam da bu dönemde yaşandı. Tarihin en büyük utançlarından biriydi: Komşu komşuya ilk kez saldırdı ve insanlar alışveriş yaptıkları dükkanları yağmaladı. Bir anda gelişen, durdurulamayan olayların sonunda yaşanan utanç da büyüktü. Hadisenin filmlere, romanlara, şarkılara yansıması için soğuması beklendi. Hâlâ içimizde büyük bir yara ama en azından üzerine konuşabiliyoruz. Ezginin Günlüğü şarkısı “Signomi” ve Tanju Duru’nun “Duru Zamanlar” albümünde yer alan iki şarkı (sözsüz “Altı Eylül” ve sözleriyle canımıza okuyan “Yedi Eylül”) tam da bu utancı anlatıyor.
Topluma en büyük nefret tohumlarından birini eken Menderes, aynı yıllarda Amerika’ya farklı hisler besliyordu. Bugün bu durumda olmamızın sebeplerinden biri, onun “küçük Amerika olacağız” sevdası. Dönemin cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın sözle ifade ettiği bu durum, Türkiye tarihinde bir kırılma noktası. Bugün “eyyy” ünlemiyle seslendiğimiz Amerika, Menderes sayesinde memleketin en içine girdi ve hızla iç işlerine karışmaya başladı. Celal İnce tarafından seslendirilen ve devletin bilgisi dahilinde yaptırılan “Dostluk Şarkısı”ndan şık Mahzuni Şerif imzalı “Katil Amerika”ya geçiş hızlı: Bir dönem çok sevdiğimiz Amerika hızla kendini halktan soğuttu ve ona karşı söylenen şarkılar/türküler dillerde dolanmaya başladı. Bugün Amerika’ya laf edenlerin onu memlekete sokanları “öncü” ilan etmesi şüphesiz tuhaf bir ikiyüzlülük. AKP icraatının temelinde bu var gerçi. İleride bugünün tarihini yazacak olanlar politikacıların ikiyüzlülüğünden sıklıkla dem vuracak.
Adnan Menderes bugün “kahraman” olarak anılıyor ama bir dönem adının anılması bile yasaktı. Ölümüne üzülenler bunu şarkılarında söyleyememiş, adını Menderes ırmağıyla özdeşleştirmiş, ölümünü ırmağın akışını engellemek üzere önüne kurulan bentlere betimlemişti. Turgut Özal, ona ve arkadaşlarına iade-i itibar veren, onları devlet katında yeniden onurlandıran isim. Bugünün iktidarı tarafından “öncü” olarak görülen isimlerin ikincisi. Ölümü şaibeli, cinayetse faili belli değil. Bugün o da “kahraman” olarak görülüyor ama yaşadığı dönemde ve sonrasında çok eleştirilmişti.
Bu tersine de dönebiliyor elbette… Bugün “kahraman” olarak anılanın yarın ne olacağı belli değil. İktidar biraz da böyle bir şey. Koltuğu bırakmama sebeplerinden biri, sonrasında yaşanabilecek olanlar. Dokunulmazlık gittiği anda her şey bambaşka oluyor ve dokunulamadığı zamanlarda yapılanlar ayağa dolanıyor.
Menderes ve Özal, AKP’nin sahiplendiği iki lider. Bunların yanına Süleyman Demirel’i de koymamız gerekiyor ama parti onu sahiplenmiyor. DP kurucuları da bir dönem onu dışlamış, AP’nin bu partinin devamı olamayacağını söylemişlerdi. Bunu anlatan bir plak var hatta: DP’nin devamı olduğunu iddia eden Demokratik Parti tarafından hazırlanan “Demirkırat Efsanesi”. Meraklısı bulsun, dinlesin, ben Demirel’e döneyim…
Süleyman Demirel, 1961 yılının 11 Şubat günü Ragıp Gümüşpala ve arkadaşları tarafından kurulan Adalet Partisi’nin başkanlığına geldiğinde çok gençti. 1965’te katıldığı seçimlerde tek başına iktidara gelen, 12 Mart muhtırasına kadar üç hükümet kuran Demirel, muhtıra sonrasında da durmadı. İki kere darbeyle gitti, çok bekletmeden geri döndü. Ona siyaseti yasaklayanlara inat cumhurbaşkanlığı yaptı. Hakkında yazılmış çok şarkı var ama biri ziyadesiyle önemli: Aytaç Altıntaç imzalı plak, memlekette yapılan ve bir lidere ithaf edilen plakların ilki. Bilhassa ‘70’li yıllarda Demirel (ve en yakın rakibi Ecevit) için çok sayıda plak yapıldı ama Altıntaç’ın “Demirel”i, bu furyanın çok öncesinde rafa çıkan plaklardan. Sanatçı, Demirel’in hikâyesini coşkuyla anlatıyor: “Köyden geldi şehire / Buldu kendini kürsüde / Hikâyesi örnektir / Bizim gibi gençlere // Demirel Demirel / Sen çok yaşa Demirel / Halkın seni çok sever…”
Bugün 17 Haziran. Süleyman Demirel, bundan üç yıl önce, bir 17 Haziran günü hayatını kaybetti. İcraatı tartışılır, yaptıkları tasvip edilemez belki ama hakkını vermek gerek, memleketin gördüğü en “renkli” politikacılardan biriydi. Sonrasında her şey renksizleşti zaten, yakın dönemin en büyük handikapı o. Demirel’in kelliğinden dem vuran şarkılar var, onunla alabildiğine dalga geçmişler. Bugün herhangi biri şarkısında iktidardakilere değinse başına neler geleceğini biliyoruz. Sorun tam da burada zaten. Baskı otokontrolü doğuruyor, otokontrol dediğimiz de otosansürün ta kendisi –ki başımıza gelebilecek en büyük felaket. Yazıya, filme, oyuna, romana, şiire, resme konulacak sansürün daha tehlikelisi kişinin kendi kendine uyguladığı sansür. Bunu yapmadığımız sürece varız, var olmaya devam edeceğiz.
Yazının başında “şarkılı/türkülü kısa Türkiye tarihi” dedim, sağ iktidarlar civarında dolandım. Önümüz seçim. Nereden nereye geldiğimize bakmak için tarihi unutmamakta fayda var. Menderes, Özal ve Demirel, bugünü hazırlayan figürler. Şarkılar onları bugüne taşıdı. Yazık ki bugünden yarına kalacak şarkı çok az. Bir gün yeniden yapılacaklar, ayrı.