Çocukken yazları, anne ve babası çalışan sınıf arkadaşlarımın bir bölümü memleketlerine, dede-ninelerinin yanına gönderilirlerdi. Üniversite öğrencisiyken de sınıf arkadaşlarımın çoğu tatil olur olmaz memleketlerine giderlerdi. Kirli çamaşırlar ve bütünlemeye kalınan derslerin notlarını gelişigüzel tıkıştırdıkları boş valizlerine, kışlık yiyecek-içecek, temiz çamaşır doldurmuş olarak dönerlerdi. Koliler, poşetler, çıkınlar da eşlik ederdi bu gurbet seferine.
O zamanlar bu memlekete gitme tecrübesine çok imrenirdim. Zihnimde su kenarına kurulu yemyeşil köyler, dağ eteklerinde serin kasabalar veya küçük sahil şehirleri canlanırdı. Böyle hayal ettiğim ama çoğu Ankara’yı aratacak boğuculukta, muhafazakarlığın kalesi sayılan memleketlerine giden arkadaşlarımın aileleri tarafından sarmalanmanın keyfini sürdüklerini tahayyül ettiğimden, büyük şehrin mevsimlik tenhalığı ve yalnızlığı hüzünlendirirdi beni.
Bizim de bir memleketimiz vardı halbuki. Çocukluk ve ilk gençlik çağlarında düğünler, bayramlar, cenazeler vesile edilerek sık sık ziyaret edilen, yer yataklarında sıkış tıkış yatmaktan bile keyif alınan, atlı arabalara doluşup neşe içinde bağlara gidilen, cadde üstündeki evimizde bulamadığımız hareket serbestisini tozlu ara sokaklarda, ceviz ağaçlarının arasında, o ağaçları sulayan arkların kenarında oynayarak elde ettiğimiz, evlerin terasında yıldızlı geceler geçirilen bir Orta Anadolu şehri. Ama tabii büyükler birer birer başka aleme, gençler ise daha büyük şehirlere göçünce uğranılmaz olmuş, çoğu memleket gibi iş-güç telaşıyla ihmal edilmiş, kaderine terk edilmişti bu şehir.
Geçtiğimiz günlerde iki kardeş çocukluğumuzun izini sürmek, bizi biz yapan hikayelerin kahramanlarından biri olan ve hâlâ rüyalarımızı ziyaret eden orta büyüklükteki bu Orta Anadolu şehrini yeniden görmek için yola revan olduk. Çocukluk insanın taşrası olduğuna göre, memleketimize gitmek çocukluğumuza gitmek demekti. Çocukluk cennetimizin ara sokaklarını, hayatlı evlerini, ahşap cumbaları, yaşlı ağaçları, yıkık kilise duvarlarını hatırlayıp, onları tekrar görecek olmanın heyecanıyla yol bir türlü bitmek bilmedi. Birbirimizin ağzından lafı alarak anılarımızı yad ettik. Kısa konukluklarda bize misafirperver yüzünü gösteren, çocuk tasasızlığıyla baktığımızda geniş ufuklar, dağda bayırda sonsuz oyun kurma imkanları keşfettiğimiz, akşamları lezzetli sofralar ve neşeli sohbetler yaşatan bir coğrafyaydı burası. Aile büyükleriyle iç içe yaşamak ve hastane, alışveriş, gezme bahanesiyle sık sık uğrayan akrabalar sayesinde, coğrafi olarak uzakta kalan memleketimiz karakterimize, dilimize, bedenimize sirayet etmişti. Oranın kültürünün, hatta faunasının, florasının bir parçası olduğumuza inanıyorduk. Ankara’da doğup büyümemize rağmen soranlara oralı olduğumuzu söylüyorduk gönül rahatlığıyla. Nitekim elinde büyüdüğümüz, hayatımızda önemli yeri olan anneannemizi yakın çevresi adıyla değil, memleketiyle anıyordu.
İşte bu güven ve beklentiyle yollandık memleketimize. Yokluğumuzda otobüs terminali bile üçüncü kez yer değiştirmiş ve granit taklidi malzeme ile camdan ibaret modern sonrası mimarinin kötü bir replikası olarak yeniden inşa edilmiş şehrimize ayak bastığımızda kendimizi tanımlarken başvurduğumuz referanslardan biri olan bu şehrin bizi içine almayacağı aşikar oldu. Daha iner inmez karşımıza çıkan ve şehirdeki her yürüyüşümüzde yeniden karşımıza çıkacak bayraklar, hilaller, açık televizyon ekranlarından naklen yayınlanan devlet büyüklerinin tehditkar beyanatları, şehadet mertebesini yücelten duvar yazıları ve sarkık bıyıklı erkek nüfusunun yoğunluğu buna delaletti.
Uzun zaman önce kurulan üniversite, sayıları artan resmi kurumlar, şehrin mücavir alandan aldığı göç yerli olmayan nüfusu epey arttırmıştı. Buna rağmen yabancı olduğumuz alnımızda yazıyor gibiydi ikimizin. Bakışlardan, hitaplardan, mimik ve jestlerden anlıyorduk bunu. Dışarlıklı olana bile belli bir aşinalık ve tahammül kesbetmiş bu yerde, kökleri buraya bağlı olan biz tam anlamıyla yabancıydık.
Dışarlıklının geçiciliğiyle bizimki bir değildi tabii. Biz iğretiydik. Şehirdeki yürüyüşümüz aşina olanın artık görmez hale gelmiş nazarlarından farklıydı. Turist bakışıydı bizimki. Tedirgin, aç ve meraklıydı. Teslim olmayan, mekan tutmayacağı belli bir varlıktı bizimkisi. Geçmişi, artık var olmayanı, çocukluğun altın çağını arayan iki çift göz. Ne yapsa kamufle olamayan iki siluet.
Bir zamanlar şehrin kadim kültürünün parçası olan Ermeniler ve Rumlar kadar yabancıydık biz de memleketimizde. Onlara ait izler şimdi yavaş yavaş koruma altına alınmıştı. Ama gözleri oyulmuş ikonalarıyla ölüme terk edilmiş ibadet yerleri, şehre karakterini veren cumbalı evleri, zanaatlara, yerel mutfağa, el işlerine armağan ettikleri zenginlik varlığını sürdürürken kendileri çoktan sürgün edilmişlerdi onların da.
Artık size tanıdık gelmeyen bir şehirde bir yerleri ararken sık sık sormak zorunda kalıyordunuz haliyle. Çocukluk taşramızın cenneti olan bağlarıyla ünlü semte gitmek istiyorduk. Şehrin merkezi bizi içine almamıştı çünkü. Denk geldiğimiz ilk orta yaşlı erkek, bağlara giden dolmuşun durağını tarif etti bize: “Bizim evin ordan kalkıyor.” Amcanın evinin nerede olduğunu şehrin sakinlerince malum ama bize yabancı lokantaları, marketleri, kasapları kerteriz alarak yaptığı tariflerle zor da olsa kestirebildik. Evin bulunduğu semti gözümüzde canlandırdıktan sonra, eve giden yolu bulmaya gelmişti sıra. Bir süre yürüyüp yine kaybolduktan sonra önümüze çıkan gençlere durağa hangi sokaktan ulaşabileceğimizi sorduğumuzda, muhtemelen şehrin çok ücra ve tekinsiz bir yerinde olduğu düşünüldüğü için “yürünemeyecek kadar uzak” olduğu cevabını aldık. Şaşkınlıkla birbirimize bakarken, taşrada zaman, mekan, mesafe algısının bile ne kadar farklı olduğunu idrak ettik. Şehrin yüzölçümünün küçüklüğü; cemaat türü ilişkilerin hakimiyeti; türlü sebeplerle yerli halkın yaşam alanlarının kısıtlanmış olması yaşanılan yeri gerektiğinde bir coğrafi birim, bir harita gibi görmeye de engeldi. Tarifler, birinin evine, başka birisinin dükkanına göre yapılıyor; mesafeler mobilite imkanlarının kısıtlılığıyla, bizim yabancılığımızı da belirginleştiren aheste yayalığın (özellikle de kadın yayalığının) avarelikle bir tutulan absürdlüğüyle ve dar yüzölçümleriyle belirleniyordu. Her şehri birbirine benzeten yapı ve AVM bolluğu, yerel kültürü, sosyal ilişkileri ve mekan algısını aynı hızla dönüştüremiyordu haliyle.
***
Bizde “memleketçilik” karakteristik bir özellik. Bir yere, kültüre ait olmak yerine göre avantaj yahut dezavantaj. Yeri geldiğinde etnik/dini kimliğinizi vurgulamak için memleketinizi, ilçesi ve köyüyle, hatta mahallesiyle beyan edersiniz. Ya da kendinizi korumak için ilinizi söyleyip geçersiniz. Bir yerli olmak bazen de bir fantezidir. Orasının size kattığı hiçbir şey yoktur, orayla hiçbir bağınız yoktur ama yüzyılımızda siyaset biçim değiştirdiğinden olsa gerek kimliklendirici bir işaret olarak kıymetlidir.
Bu kısa “memleket” ziyaretinin bana gösterdiği şu oldu: Bırakıp gittiğin yahut içinde uzun soluklu yaşamadığın, dönüşümüne şahitlik etmediğin, mahrumiyetlerine katlanmadığın, taş üstüne taş koymadığın, gölgeli sokaklarına girip çıkmadığın, insanlarına, evlerine aşinalık kazanmadığın bir yere memleketim demek zor. Belki kişiliğinin yapı taşlarından biri olan memleketin, rüyalarında ziyaret ettiğin bir bahçe olarak kalmalı. Lauren Elkin’in şahane kitabı, Flanöz, Şehirde Yürüyen Kadınlar’da söylediği gibi: “Şehirler arasında yaşarken, onları terk ettiğimiz kadar biz de onlar tarafından terk ediliriz. Zira bize istediğimiz her şeyi verselerdi ayrılmak zorunda da kalmazdık.” Yıllar sonraki kısa konukluğumda memleketim tarafından terk edildiğimi idrak ettiğime göre, bu yazının başlığı “Memlekete gidememek” olmalıydı belki.