“Memleketimde Suriyeli istemiyorum” cümlesini hemen her siyasi görüşten insanın sesli ya da içinden zikrettiğini tahmin edebiliyoruz. O ünlü “ben ırkçı değilim aslında ama…” kalıbının en çok kullanıldığı zamanlardan geçiyoruz. Oysa bu dipsiz kuyuvari mevzuda kullanılabilecek tek “ama” şudur: “İktidarın Suriye politikasını ve bunun yarattığı plansız programsız mülteci ya da düzensiz göçmen (kavramları tartışmak da anlamsız artık) meselesi ortada, ama burada insan kavramından bahsediyoruz.” Büyük harfle yazalım hatta: İNSAN yahuu. Birçok ruhsatsız, illegal sivil ya da resmi bina ortadayken ya da Taksim Meydanı kaçak olduğu teyit edildiği halde bunların yıkılmasını istemeyen insanlar sıklıkla şunları der ya : “Aaa yapılmış olan bina yıkılır mı canım?” Lakin konu insana gelince, bir şekilde vatanlarını terk ederek, üstelik kaçak yolla da değil, Türkiye’nin kendi rızasıyla kapıları açmasıyla buralara gelmiş milyonlarca insanı kovmayı düşünürler, binalara, eşyalara/mallara yaptıkları muameleyi onlardan esirgerler. “Gelmişler artık, bundan sonra entegrasyondan bahsedelim, barıştan bahsedelim ki evlerine dönsünler, diplomasiye dönelim ki diğer ülkeler de üzerilerine düşeni yapsınlar” diyenler son derece azınlıkta kaldı ne yazık ki… Kaçak inşaata evet, kaçak (düzensiz) göçmene hayır, hakim olmaya başlayan mantık bu…
"Yanlış politikaların ihalesini bebeklere havale edemezsiniz" deyince “Onlar da korunsalardı, çocuk yapmasalardı canım” deniyor. Oysa meselenin Ortadoğulu, düzensiz göçmen ya da fakir olmak ile alakası olmadığını bize 1968 yapımı Ingmar Bergman’ın yönettiği Skammen (Utanç) filmi pek güzel anlatır. Bu sarsıcı savaş karşıtı filmde, ormanda izole bir hayat süren İsveçli müzisyen çiftin savaşın yıkıcılığına önden seyirci kaldıktan sonra, sağ kalma mücadelesi içinde nasıl şiddet eğilimine yöneldiklerini, katil olduklarını, birbirlerini aldattıklarını görürüz. Her şeye karşın çocuk da isterler. En nihayetinde savaşın acı gerçekliğiyle birlikte ikisi de kaçmaya karar verirler, başka insanlarla birlikte tekneyle denize açılırlar, teknede çocuklar da vardır. Tıpkı geçen Cuma’dan itibaren Ege’ye açılan Suriyeliler, Afganlar gibi… En son sahnede Eva, Jan’a gördüğü bir rüyayı anlatır. Rüyasında çocuk görmüştür. Çocuk varsa çünkü hayat da vardır. Savaş ve buhran zamanlarında ve sonrasında çocuk sayısındaki artışın nedeni de budur. Belki bencilce gelebilir ama içgüdüseldir üreyerek geleceğe tutunma eylemi. Sırça köşklerimizden ahkam kesmeye benzemeyecek kadar sofistike ve anlamamızın zor olduğu süreçtir, bakamayacağınızı bildiğiniz bir çocuğu hayata getirmek. “Utanç” filminde Eva’nın rüyasına dönelim: “…ve sonra yüksek bir duvarın yanına geldim, üstü güllerle kaplanmıştı. Sonra bir uçak geldi ve bütün gülleri ateşe verdi. Çok güzel olduğu için o kadar da korkunç değildi. Sudaki yansımalarını seyrettim. Ve güllerin nasıl yandığını gördüm. Ve kollarımda küçük bir kız vardı. Kızımızdı, bana sıkıca sarıldı ve yanağıma değen dudaklarını hissettim.” Çocuğu hissederek ayakta kalır insan. Bir yanda suçsuz ve neden hayata geldiğini kavramaktan yoksun bebekler, diğer yandan bebeklere paradoksal olarak kurtarıcı muamelesi yapan yetişkinler, düzensiz göçmenler. Cuma günü pembe tulumuyla bota binen ya da babasının kucağından düşen o bebeklere bakınca işte, ya “Bana ne, gelmeselerdi kardeşim, yapmasalardı onca çocuk” dersiniz ya da hayatın karmaşıklığını, acımasızlığını hatırlarsınız. Burada yapacağınız tercih hayata bakış açınızla da doğru orantılıdır.
Epictetus olayı pek güzel özetler aslında. "Bazı şeyler sizin kontrolünüz altındadır ve bazı şeyler değildir." Bu basit cümle son derece anlamlıdır zira annemizi, babamızı, vatanımızı, anadilimizi seçemeyiz. Dünyaya gözlerimizi açar açmaz bu gerçeklerle bir paket olarak karşılaşırız. Bu açıdan baktığımızda dünya bir tür piyangodur aslında. Bir başkanın kızı olmakla, kumsala vuran küçük bedeniyle beyinlerimize kazınan Alan bebek olmak arasında tarifsiz bir çaresizlik vardır, zira bütün bunlar seçimlerimizin dışındadır.
Söz konusu bir yerden diğer yere -zorunlu ya da değil- göç olduğunda yüzyıllar içinde kavramlar da altüst olur. Sözgelimi 1071'de Malazgirt'ten bu topraklara "göç etmek" günümüzde dahi hala gurur vesilesiyken, başka bir topraktan zorunlu göç edenlere aynı hoşgörü esirgenebilir. Üstelik Suriye’deki savaştan Türkiye'ye kaçmayı başaranlar, bu sefer de Türkiye'den kaçmak için ölümü göze alarak botlara biniyorken… Kabul edelim ki savaştan kaçmıyorlar aslında, savaştan zaten kaçtılar onlar, artık bizden kaçıyorlar. Çünkü Türkiye uğruna ölmeyi göze alabilecek riskler barındıran bir ülke haline dönmüş durumda. Aksi takdirde neden onca riske, onca belirsizliğe rağmen dalgalı sulara yönelir ki insan?
En nihayetinde yaşadığımız toprakların tarihinin ne derece göçmenler tarihi olduğunu hepimizin hatırlamasında ve idrak etmesinde yarar var. Ayşe Hür geçen hafta Twitter sayfasında bu konuda herkesin anlayacağı sadelikte yazdı: “Sadece 1864 sonrası 'Çerkes' sürgünüyle Anadolu'ya gelen nüfus 2 milyonu aşkındı. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'ndan sonra 500 bini aşkın insan; 1912-1913 Balkan hezimetinden sonra 413 bin insan Anadolu'ya sığındı. Kimse onları suçlamadı 'Niye savaşmadınız?' diye. Suriye'den Türkiye'ye göç etmek zorunda bırakılan insanları, gelirken de kalırlarken de giderken de aşağılayan, gizli ya da açık ırkçılara: '1071'den itibarenki göçleri bırakın, sadece Cumhuriyet dönemini esas alsak bile çoğumuz göçmen çocuğu, torunuyuz!' desek fayda eder mi acaba?”
Cevap veriyorum etmez, çünkü aleni ve sakil bir hipokrasinin makbul davranış biçimi olduğu dönemden geçiyoruz. Kendi ekmeğimize dokununcaya kadar “Ekmeğimizi bölüşeceğiz, ümmet kardeşiyiz” diyor, sonra “Ne halleri varsa görsünler” diyoruz, şehit haberlerine ağlıyor, sonra cenazelerinde selfiler çektiriyoruz. “Uğrunda ölmeye hazırız, vatan sana canım feda” diyor, bedelli askerlik yapıyoruz. Tezkereye onay veriyor, ortak bildiriler imzalıyor sonra da pişkince “Biz demiştik, iktidarın Suriye politikası yanlış” diyoruz.
Tüm bunlar olurken yine propaganda aygıtının mükemmel işlemesi neticesinde 33 askerin öldürülmesini nasıl da hemen unuttuk değil mi? Bu kez “Wag The Dog” filmindeki gibi bir savaş kurgulanmadı, tersine yaşanan savaş trajedisi yerini bir anda düzensiz göçmenlere bıraktı. Cüneyt Özdemir tekrardan sahalara indi, herkes Pazarkule’den haberler geçmeye başladı. İktidarın bu yön değiştirme konusundaki maharetine bir kez daha şapka çıkartmak gerekiyor. Zaten iki kelam eleştiri yapanlara hemen, “Şimdi sırası değil” denmiyor mu? Bu klişeyi dinleye dinleye o sıra hiç gelmeden başka bir “şimdi sırası değil”e geliyoruz, ki sonraki “şimdi sırası değil”e kadar susabilelim... Çünkü şimdi sırası değil, “şimdi” yaşanan savaşta “sırasız” ölümler ya da göç dramlarında asla bilemeyeceğimiz acı hikayeler zamanı...O beklediğimiz sıra hiç gelmiyor ve gelmeyecek gibi.
Son olarak sormak isterim: Çevrenizde bugün yaşananları alkışlayan, “Memleketimde Suriyeli istemiyorum” diyen Demet Akalınvari, kendisi ya da çocukları için yurtdışı planları yapan, Green Card’a başvurmuş, göçmen düşmanı Trump’ın kanatları altına girmeyi bile göze alan kaç aile var? Benim çevremde varlar ve o nedenle lütfen önce masum olan taşı atsın, daha da önce işe savaşa hayır demekle başlayalım. Sonrası zaten koskoca bir muamma...