Menekşe Toprak: Kadın yazarlar belki de tarihte hiç olmadığı kadar varlık gösteriyorlar

Menekşe Toprak'ın kaleme aldığı 'Dejavu' Doğan Kitap tarafından yayımlandı. Toprak, "Suat Derviş’i bir roman kişisi olarak anlatma fikri her şeyden önce peşine düştüğüm sorularla doğdu" dedi.

Abone ol

Özlem Karahan

DUVAR - ‘Valizdeki Mektup’ ve ‘Hangi Dildedir Aşk’ adlı öykü kitaplarının yanı sıra ‘Ağıtın Sonu’, ‘Temmuz Çocukları’ ve ‘Arı Fısıltıları’ adlı romanlarıyla sıkı bir okur kitlesi olan, edebiyatımızın güçlü seslerinden Menekşe Toprak, ‘Dejavu’ adlı yepyeni romanıyla okurlarının karşısında.

Gerçek ve kurgunun yan yana salındığı bu yeni romanda iki kadının, edebiyat ve basın dünyasında derin izler bırakan gazeteci ve yazar Suat Derviş ile onun yaşadığı dönemden bir asır sonra Derviş’in hikâyesinin peşine düşen bir kadın akademisyenin hikâyesini anlatıyor.

1920’ler Berlin’i ile 2020’lerin Berlin’ini de anlattığı bu romanın kendisini çok değiştirdiğini söyleyen Menekşe Toprak’la ‘Dejavu’yu, Suat Derviş’i, insan hakları ekseninde göçü, kadın mücadelesini ve daha birçok başlığı konuştuk.

İki farklı yüzyılda yaşamış iki kadının paralel ilerleyen hikâyelerini anlatıyorsunuz. Bu kadınlardan biri gazeteci, yazar Suat Derviş. Onu bir roman kahramanı olarak yeniden kaleme alma fikri nasıl oluştu?

Suat Derviş’i bir roman kişisi olarak anlatma fikri her şeyden önce peşine düştüğüm sorularla doğdu. Önce Derviş’in Berlin’ini öğrenme ve anlama arzusuyla yola çıktım, romanlaştırma fikri çok sonra doğdu. Hitler faşizminin yerle bir etmeden önceki çok renkli ve çokkültürlü Berlin yıllarına Osmanlı’nın son döneminde yetişmiş İstanbullu bir kadın doğrudan tanıklık etmişti, üstelik böylesi bir kentte kalemiyle geçinebilmişti. İlk işittiğimde buna inanmakta zorluk çektim çünkü Suat Derviş’in adı Berlin bağlamında aşina olduğum güncel hiçbir kaynakta, araştırma ve incelemede geçmiyordu.

Dejavu, Menekşe Toprak, Doğan Kitap, 256 syf. 2022. 

Tam anlamıyla unutulmuş, adeta yok sayılmıştı Suat Derviş. Belki de Berlin yılları hakkında, kendi yazdığı kısacık anıları dışında tatminkâr bir bilgiye sahip olsaydık ne böylesi araştırmaya ihtiyaç duyardım ne de merakım bir romanla sonuçlanırdı. Çünkü ‘Dejavu’ romanıyla ben her şeyden önce on yıllarca yok sayılmış Suat Derviş gibi bir yazarın yaşarken matbuat dünyasından nasıl adım adım aforoz edildiğini takip etmek istedim.

Romanda anlatılan diğer kadın kahraman ise günümüzde yaşayan, Suat Derviş’in hayat hikâyesinin peşine düşen bir akademisyen. Gerçekten yaşamış biriyle kurgusal bir karakteri bir romanda bir araya getirmeye nasıl karar verdiniz?

Ben-anlatıcı kadın akademisyen de yine aklımdaki sorularla birlikte dâhil oldu metne. Suat Derviş gibi konaklarda büyümüş, Osmanlı sarayıyla ailesel bağları bulunan, çok genç yaşta yazıp kendini kanıtlamış, güzelliğiyle de hep dikkatleri üzerine çekmiş ve sonra yoksullaşıp yalnızlaşmış bir kadının bugün bize anlattığı ne? Ben bir okur ve bu dönemin yazarı olarak bu trajedinin neresindeyim? Beni ona çeken ve büyüleyen sadece trajik bir hayat hikâyesi mi, yoksa aramızda kurulmuş başka bir ortaklık mevcut mu? Bu ortaklığın tanımında yalnızlaştırılmak, aforoz edilmek, ülkesini terk etmek zorunda kalmak da var mı? Yok yere hapislerde yatmış, yoksulluğa mahkûm ve sürgün edilmiş Nâzım Hikmet, katledilmiş Sabahattin Ali gibi yazar ve şairler de bu tanıma dâhil mi? Bu sorularla birlikte romanın çerçeve metni de sayabileceğim genç akademisyenin hikâyesi kendiliğinden ortaya çıktı. Bu haliyle de planladığımın çok azına sadık kaldığım, kendi kendini yazdıran bir metin çıktı ortaya.

Suat Derviş’in hayat öyküsünde, ağırlıklı olarak Berlin’de geçen yıllarını odağınıza alıyorsunuz. Bu dönemin sizin için nasıl bir önemi var?

Aslında ‘Dejavu’ bir Berlin ve İstanbul romanı. Çünkü hem Berlin’deki Suat Derviş’in muhayyilesinde İstanbul var hem de İstanbul’un otuzlu ve kırklı yılları kurgu gereği mevcut romanda. 1924 yılında başlayıp 1933'te Nazi rejiminin iktidarıyla ortadan kaldırılan, Altın Yıllar olarak anılan Berlin’in bir dönemini araştırmak ve anlamaya çalışmak ise ayrıca çok cazipti. Modern hayatın, avangart sanatın, her türlü göçmenin başkenti sayılan şehirde kadın edebiyatçıların da starlaşabildiğini, kadının sokakta ve iş hayatında talepkâr olmaya başladığını biliyorum artık. Suat Derviş’in romanlarında içerden ve içtenlikle anlattığı kadın karakterlerinse böylesi bir ortamın ruhuyla beslendiğine inanıyorum artık. Kısaca, ben Nazilerin iktidara gelmesiyle Berlin’i terk etmek, o tarihten yirmi yıl sonra ise işsizliğe ve açlığa mahkûm edildiği için memleketi İstanbul’dan kaçarcasına Paris’e gitmek zorunda kalan Suat Derviş gibi bir kadına yakından bakmak, belli duraklarını anlatıya dönüştürerek kavramak istedim bu romanda.

Romanınızdaki Suat Derviş karakterinin yaşadıkları, yazarın gerçek hayat öyküsünden ayrışıyor mu? Kurmaca ne kadar devrede?

Ben Suat Derviş’in yazdıklarına, hayatına yön veren dönüm noktalarına, birlikte olduğu insanlara sadık kalarak oluşturdum metnimi. Yani bilinenden farklı bir kader çizmedim ona. Ama bir hayat hikâyesi, biyografik bir roman yazmak da değildi amacım. Çağrışımlar eşliğinde geçmişe dönüp belli duraklarda bir yazarın iç sesini yakalamak, her şeyden önce de herkesin kendini içinde bulabileceği, dost meclislerinde anlatılamayan hayatın gölgeli yanlarına bakmak önemli oldu benim için. Bu haliyle aslında sadece ben-anlatıcı akademisyen kadın figürüm değil, Suat Derviş’in anlatıldığı kısımlar da kurgudur. Derviş’in Nâzım Hikmet’e yazdığı mektup, Berlin’de Sabahattin Ali ve yıllar sonra evleneceği Reşat Fuat Bey’le karılaşması dâhil hepsi kurgu. Gazete arşivlerinden, başka yazarların anlatılarından ve biyografik metinlerden yakaladığım ipuçlarıyla bir roman dünyası kurdum, diyebilirim.

Menekşe Toprak

Derviş’in Berlin günlerini romanlaştırırken sizi en çok zorlayan ve size en keyif veren şeyler neler oldu?

Şunu baştan kabul ediyorum: Suat Derviş gibi bir ismi romanlaştırmak başlı başına bir risk. Tabii ben Berlin’de, tıpkı romandaki akademisyen gibi arşivlere girip araştırmaya başladığımda Suat Derviş henüz böylesine starlaşmamıştı. Berlin yılları daha birkaç yıl öncesine kadar muamma, hatta neredeyse efsane gibiydi… Belki söylence gibi görünmesi de çekti beni. Suat Derviş’in Berlin’deki gerçekliğine vakıf olabilmek için onun özellikle 1930’lu yıllarda yazdığı metinlerde iz sürmem, dönemin yazarlarını okumam, sinemasına yeniden bakmam, İkinci Dünya Savaşı’nın eskisini yerle bir ettiği Berlin’in sokaklarında farklı bir gözle yürümem gerekti.  Ama sadece Berlin değil, İstanbul’u, özellikle Suat Derviş’in çağdaşı olan yazarları yeniden keşfetmek, Küllük gibi dönemin yazar kahvelerini hayal etmek çok heyecan vericiydi. ’Dejavu’yu yazmaya başlamadan önceki benle sonraki ben arasında önemli fark var desem, kesinlikle abartmış olmam.

Suat Derviş her zaman cesur ve hayatının iplerini kendi ellerinde tutmak için durmaksızın mücadele eden bir kadın olmuş. Öte yandan bazı kaynaklara göre, feminist mücadeleye karşı her zaman da mesafeli olmuş. Sizin romanınızda işlediğiniz Suat Derviş’in feminizmle nasıl bir yakınlığı var?

Ben Suat Derviş’i feminist, insaflı ve maddi açıdan paylaşımcı bir kadın olarak görüyorum. Ama aynı Suat Derviş’in bireyselliği ve egosuyla da ortaya çıkan bir yazar, bir romancı olduğunu unutmamalıyız. Ablası Hamiyet ile gazeteci Neriman Hikmet dışında yakın bir kadın arkadaşı yok aslında. Erkekler dünyasında kendini ispatlamaya koyulmuş, böylesi bir düzene kafa tutmuş bir kadın. Üstelik yarattığı kadın figürleriyle bu dünyaya çok içerden kafa tutarak ezberleri bozmuş bir yazar. Benim gözümde en kıymetli yanı bu. Çünkü dönemin hemen hemen bütün erkek metinlerinde kadın ya fettan, erkeği yoldan çıkaran kötü ya da evine bağlı, sevilesi melek kadındır (Sabahattin Ali’nin ‘Kürk Mantolu Madonnası’nı bunlardan ayırıyorum – ki o da modern Berlin ruhunu taşır ve ama kadını maalesef yine şark usulü öldürür). Suat Derviş ise hayat kadınlarına dahi içerden bakar, seçimlerinin arkasındaki nedenleri görür ve en önemlisi de aslında onların gözüyle toplumun zaaflarını ve ikiyüzlülüğünü ortaya koyar. Bu benim gözümde feminizmdir.

Derviş’in Berlin’deki günlerini anlatırken bir yandan da Berlin’de olan siyasi ve toplumsal gelişmeleri anlatıyorsunuz. Şehrin tarihinin en parlak günlerinden Hitler’in iktidara gelişiyle faşizmin merkezine adım adım nasıl dönüştüğünü romanın arka planında gösteriyorsunuz. Roman için nasıl bir araştırma/hazırlık süreci geçirdiniz?

Aslında, az çok bildiğim, öteden beri merak ettiğim bir dönemdi bu. Hatta ilk öykü kitabım ‘Valizdeki Mektup’ta da Nazi tarihini ve faşizminin sonuçlarını merak edip işlemiştim... Ama bu kitap için daha farklı okumalar yapmam gerekti. Seksen doksan yıl öncesini hayal etmem, döneme daha uygun bir dil kullanmam, günlük yaşamın detaylarına vakıf olmak için eski yapılarda, bitpazarlarında ama en çok da dönemin romanlarında ve biyografi kitaplarında hikâyemi sahicileştirecek ipuçları yakalamam gerekti. Aynı şeyler İstanbul bölümleri için de geçerli.

Romanın diğer kahramanı olan ve günümüzde yaşayan kadın akademisyenin yaşadıklarına baktığımızda, bundan yüz yılı aşkın süre önce Derviş’in yaşadıklarından çok da farklı sıkıntıları olmadığını görüyoruz.

İki dönem gerçekten birbirine çok benziyor. Suat Derviş’in özellikle 1940’lardan itibaren siyasi kimliğiyle ortaya çıkıp da adım adım matbuat dünyasından kovulması, adeta yalnızlığa ve yoksulluğa mahkûm edilmesine biz bugün yabancı değiliz. Onun siyasi kimliği nedeniyle başına gelenler bugün işinden edilen akademisyen ve gazetecilerin kaderine ulanıyor. Belki de dünden bugüne toplu bir dejavu yaşıyoruz.

Göç olgusu, göç seçeneği, göç arzusu günümüzün en büyük gerçekliklerinden biri olduğu gibi romanlarınızda yer alan kavramlar; bu romanda da var. Bir röportajınızda “Göç, insanın bir uzvunu geride bırakması anlamına geliyor” demiştiniz. Buradan devamla sorayım: İçinde yaşadığımız bu “göç çağı”nı nasıl gözlemliyorsunuz?

Adını da koymuşsunuz: “Göç Çağı.”  Korkarım bu çağ henüz yeni başlıyor. Çünkü aslında savaşların, siyasi ve ekonomik çıkmazların sebep olduğu göçlere iklimsel göçler eklenmedi henüz, umarım yakın zamanda da olmaz bu. Göçün içine doğmuş biri olarak edebiyatımın temel konularından biri oldu göçmenlik. Aslında göçü yazmamak için direndiğim bir zamanda bu kez de Suat Derviş’in Berlin yıllarına yakalandım. Sonuçta ‘Dejavu’da anlattığım iki kadın - hem Suat Derviş hem de genç akademisyen kadın - birer göçmen ve sürgündürler.

Romanın yan karakterlerinden biri olan Kenan üzerinden edebiyat dünyasında kadın yazarlara dair önyargılara da yer veriyorsunuz romanda. Siz, edebiyat dünyasında bir kadın olarak, bunu nasıl yaşıyor ve izliyorsunuz?

Başka vesilelerle söylediğimi burada tekrarlayabilirim. Hatta şu sorularla yanıtlamaya çalışabilirim sorunuzu: Kadın yazarlar neden en çok kadın kimlikleriyle hatırlanmıyorlar bugün, hâlâ? Roman okuru daha çok kadın olmasına rağmen, kadın yazarların metinleri daha az okunup erkek romancı daha fazla ciddiye alınmıyor mu? Üstelik bu sadece bizim ülkemize özgü bir durum da değil. Almanya'da yapılan bir araştırmaya göre ödülleri oransal olarak en çok erkek yazarlar alıyor, erkeklerin kitapları hakkında daha fazla yazılıp çiziliyor. Yine de, her şeye rağmen, kadın yazarlar metinleriyle belki de tarihte hiç olmadığı kadar varlık gösteriyorlar. Bugün erkeklerce başlatılan savaşlara rağmen iddiam şu: 1920’lerle 2020’lerin ortak özelliği, "kadınlar dönemi" olmaları.

100 yıl arayla yaşamış bu iki kadından ilhamla genelleyecek olursak, geçmişten bugüne kadınların erkek egemen dünyada yaşadıkları zorluklar değişti mi? 

Dünden bugüne tabii ki çok şey değişti. Kadının talepleri, topluma ve kendine bakışı 100 yıl öncesinden çok daha farklı. Suat Derviş kişiliğindeki bir kadın kendi yüzyılı için müstesnaydı, bu yüzyıl içinse neredeyse ortalamayı temsil ediyor– ki bu ortalamaya katkıda bulunduğuna inandığım bir sestir Derviş. Diyeceğim, kadın yazını ve hareketi alanında muazzam bir bilgi ve bilinç birikimi var bugün. Ama yine de geçmişten el alan erkek egemen dünya kendini dayatmaya devam ediyor. Bizimki gibi bir ülkede ise bu dayatma can alabiliyor. Kadın cinayeti diye bir kavram yerleşmiş lügatimize. Aslında bireyselliğini talep eden kadının öldürülmesini anlatan korkunç bir kavram bu. Bunlara baktığınızda da bir kesim için pek bir şeyin değişmediğini ya da değişim karşısındaki ataerkil direnmeyi görürsünüz.