8 Mart yaklaşıyor. Dünya kadınları bugünü kutlarken, Türkiye siyasetinde, sağ kanatta tek bir kadın lider olacak: Meral Akşener.
Ve siyasi olarak da, bu aralar önüne büyük bir karar gelecek Akşener’in... Belki de kendi kaderini de belirleyecek bir karar olacak bu...
Akşener’in dokunulmazlıklar konusu ile ilgili alacağı tavır, Türkiye siyasetinin yakın geleceğinde bir aks değişimi olup olmayacağını belirleyecek. Aks değişimi derken, illâki bir iktidar değişikliğini de kastetmiyorum. Sadece, bir yumuşama, normalleşme sürecinden; aslında gerçek siyasetin ön plana geçebileceği bir dönemin önünün açılmasından bahsediyorum.
Şimdiki Türkiye politikası ise, asıl siyasetin iş bağlamak, ticari ilişkiler, tapu daireleri, ihaleler, belediyelerde döndüğü bir halde. Diğer bir deyişle, asıl politika perde arkasında dönüyor. TBMM’de, Ankara'da, partilerde olup biten ise itiş kakışa indirgeniyor; ülke sorunlarını gerçekten çözümleyecek politikaların üretilmesine imkân verecek siyaset de, karalamalar, çekişmeler ve kavgalarla boğuluyor.
Sevgili dostum Ayşe Çavdar, Akşener ile saatlerini, uzun mesailerini geçirmişçesine, uzaktan kendisinin ruhuna adeta nüfuz ederek bir yazı yazdı zaten. Akşener’i siyasi yolculuğu genelinde şekillendiren, yakın zamanda da kendisini en motive eden, sinir uçlarına dokunan her ne konu varsa yakalamış Ayşe. Bir nevi ruhunu okumuş. Ayşe’nin şu sözlerini alalım:
“Böylesi bir hikâyede olabilecek her şey Meral Akşener’in de başına geldi. Eşini aldattığına dair bir video kaset olduğu iddiası dolaştırıldı yandaş medya aracılığıyla. Olabilecek en ağır ithamlardan biriydi muhafazakâr bir kadın siyasetçi için. Kendisinden beklenmeyeni yaptı. Meydan okudu. Halen yeri geldiğinde bu iftirayı anıyor ve meydan okumasını sürdürüyor. Büyücek bir tabuyu yıkıyor her seferinde. Bu tavrının muhafazakâr hanelerin kadınlarında nasıl bir karşılık bulduğunu bilmiyor olamaz.”
Gerçekten de Akşener, böylesi kendini yaralayan ve hakikaten canını yakan bir konuda, dik durup toparlanıp, acısından karşı bir atak ve hatta politik bir duruş çıkarmayı bildi.
Ayşe de benim sorduğum soruyu sorup, Akşener’in fezlekeler gibi Kürt Sorunu’na bağlanan bir konuda nasıl tavır alacağını sorgulamış:
"Akşener kendi hanesinde kurduğu masada kimlerle oturup kalkacağına baskıcı ve şedid ağabeyin onun hakkında ne düşündüğüne bakarak mı karar verecek? Şöyle de sorabiliriz: Yerel seçimlerde İstanbul pasını hazırlayıp takım arkadaşına gol attırdı. Şimdi top kendi ayağında, Bahçeli’ye bu golü bizzat atmaya cesaret edebilecek mi?"
Bu sorunun cevabını, HDP’li vekiller için Meclis’e getirilen fezlekeler esnasında göreceğiz. Akşener, şehrin merkezine kurduğu mütevazı haneyi, Devlet Bahçeli’nin nazarından koruyabilecek mi? Baba evinden, iddiasından vazgeçmediği için kendi iradesiyle çıkarak kurduğu bu yeni hanede kimlerle oturup kalktığına kendisi mi karar verecek, Devlet Bahçeli mi? Hülasa, fezlekeler oylanırken biz bir yandan da aslında İYİP’in kendini ve Akşener’in yolculuğunu inkâr edip etmediğini göreceğiz.”
Akşener’in başkaldırması gereken “ağabeyi” Devlet Bahçeli olsaydı, çok daha da kolay bir karar söz konusu olurdu. Belki işin içine, kendisine haksızlık eden, aleyhine karalama kampanyaları yürüten ve hatta “evden atan”, kendisini evsiz barksız, çatısız bırakan MHP Genel Başkanı’na karşı bir karar almak durumunda olsaydı sadece; kolay olurdu bu kararı vermek...
Akşener, kararıyla; gerçek hayattaki öz ağabeyinden, ailesinden, ülkücü köklerinden gelen ön kabulleri, ezberleri ve eskiden kabulü, uygulaması kolay formülleri sorgulamak zorunda kalacak.
Her şey değişiyor: Türkiye, Akşener’in ülkücülüğü özümsediği, 1960’larda 70’lerde değil. Ülkücü özle yaşadığı 1980’ler ve ertesinde Doğru Yol Partisi’nde de bu çizgiyi sürdürdüğü 1990’larda da değil. Eski ezberler, asıl evinden Akşener’i dışarı itti; “kolaysa kendi çatını kur, biz olmadan bir hiçsin” demeye vardırdı. Eskiye ve köklere kutsal nazarıyla bakan da, gün gelip değişmek zorunda: Ve aslında, İYİ Parti’yi kurarken de bunu yaşadı, atlattı Akşener.
Ancak sonrasında şu gerçeği aşamadı: Kamuoyu tarafından, şu an için en başarılı bulunan, en umut veren muhalefet lideri olarak algılansa da, Cumhurbaşkanlığı adaylığı söz konusu olunca diğer olası adaylardan geride kalıyor. Bunun başlıca sebebi de, Kürt seçmenlerin kendisinden uzak durması. Yine, MHP ve ülkücü kökenli Mansur Yavaş’a yapılmayan sorgulamalar, yönetilmeyen sorular, Akşener’e yapılıyor, yöneltiliyor. Ama unutmayalım ki, Yavaş’ın parti lideri veya Türkiye siyasetine henüz yön veren bir isim olması; hatta kendisinin böyle bir iddiayı henüz telaffuzu söz konusu değil. Ve evet, erkeklerin siyasette işi zaten daha kolay; şu veya bu şekilde daha kolay kabul görüyor, daha az sorgulanıyorlar.
Her halükârda, Akşener’in önüne gelen fezlekeler, dokunulmazlıkların kaldırılması, HDP’nin kapatılması gündemi, kendisine bir krizle gelen fırsat. Akşener, kendi Kürt Meselesi’ni çözebilecek mi? 21. yüzyılın nasıl bir milliyetçilik gerektirdiğine kafa yorup, ülkücü özüne sırtını dönmeden ve “ata kökünden” kopmadan, yeni bir siyasi duruş yaratabilecek mi? Meral Akşener, kendi Kürt Sorunu’nu çözerse, ironik biçimde, aynı zamanda seçmenlerin zihnindeki, “acaba dış politikada Türkiye’yi temsil edebilir mi”, “acaba Cumhurbaşkanlığı’nı taşıyabilir mi” gibi soruları da silmiş olacak. Çünkü, Kürt Meselesi, aynı zamanda Türkiye’nin dış politikasını, komşularıyla ve dünya güçleriyle ilişkisini; ekonomiden adalete, hak ve özgürlüklerden eşitliğe, iç politikasının her boyutunu da ilgilendiren bir konu.
Sevgili Sevilay Çelenk de, “Sevgili seçmen, vakit o vakit değil” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“İnsan yolunu kaybettiği zaman hızlanıp koşmaya başlarmış. Varoluşçu psikiyatrist Rollo May böyle söylüyor ve bunun ironik olduğunu da ekliyor. Bu sözlerin doğru olduğunu da genellikle tecrübeyle biliyoruz. Hayatında düz anlamıyla yolunu hiç kaybetmemiş kimse yoktur sanırım. Yolumuzu kaybetmeyi mecazi anlamlarıyla da yaşamışızdır çoğumuz. Kaybolduğunda ister istemez panikliyor ve koşmaya başlıyorsun.”
İnsan yanlış yolda gittiğini ve gittiği yolun kendisini bir yere götürmeyeceğini -tersine, olsa olsa uçuruma doğru ilerlettiğini de- anladığında da, aksi istikamete koşmaya başlayabilir. Ama o zaman çok çok geç olur: Bazı şanslar da bir daha gelmemek üzere uçup gider.
Elbette, krizlerden fırsat çıkarmak ve dahası, kendi geçmişiyle, kendi değerleri ve özüyle yüzleşmek kolay değil. Her insan günü gelince bunu yapmak zorunda kalıyor. Bir politikacı; hele de bir lider, bunu sadece kendi için değil, başkalarının geleceği için de yapmazsa, o zaman da ülkeye mal olmuyor, ülkenin lideri olamıyor. Aslında, bir milliyetçi için de çok ironik ve trajik olan bu ikinci seçenek: Ülkesine mal olamamak...