Meral Danış Beştaş: Barış Çakan üzerinden kara propaganda yapılıyor

HDP'den Barış Çakan olayıyla ilgili yapılan yayınlara tepki geldi. Grup Başkanvekili Meral Danış Beştaş, "Kürtçe konuştuğu için Kürt olduğu için Kürtçe müzik dinlediği için sanki kimse öldürülmemiş, hiçbir vaka yokmuş, tarihimizde böyle bir olay yokmuş gibi bir tutum sergileniyor. Biz dillerin özgürlüğü noktasında iken bu konuda iktidar tek dil iddiasından vazgeçti mi?" diye sordu.

Abone ol

DUVAR - HDP Grup Başkanvekili Meral Danış Beştaş, Meclis'te düzenlediği basın toplantısında pazar gecesi öldürülen Barış Çakan üzerinden Kürtçe konusunda kara propaganda yapıldığını söyledi. Ailesi tarafından yapılan ilk açıklamada Kürtçe müzik dinlediği için öldürüldüğü söylenen ancak daha sonra babasının 'ezan okunurken yüksek sesle müzik dinlenmesine tepki gösterdiği için' öldürüldüğünü açıkladığı Barış Çakan olayıyla ilgili, "Sanki bu ülkede Kürtçe konuşan hiç kimse öldürülmemiş gibi algı yaratılıyor" diyen Beştaş'ın gündeme dair açıklamalarından başlıklar şöyle:

KENDİLERİNCE NORMALLEŞME İÇİN MECLİS AÇILDI: Uzunca bir aradan sonra yeniden Meclis’teyiz, çalışmalar başladı. Bütün taleplerimize rağmen, bütün aciliyetine rağmen, maalesef bu dönemde, korona döneminde infaz paketi sonrasında Meclis çalıştırılmadı. Meclis'in neden çalışmadığını, çalıştırılmadığını hepimiz biliyoruz. Meclis’le ilgili kararları, çalışmasıyla ilgili kararları parlamento vermiyor. Cumhurbaşkanlığı tarafından çizilen yol haritası, öngörülen kanun teklifleri, tasarılar gündemiyle parlamento çalıştırılıyor. Biz HDP olarak ilk günden itibaren, Meclis'in mutlak surette çalışması gerektiğini, fabrikaların bacaları tüterken, emekçiler iş yerlerinde çalışırken yani hayatın her alanında işler devam ederken halkın temsilcileri neden çalışmasın, neden bu sorunlara çözüm üretmesin diye defalarca çağrılarda bulunduk. Maalesef bu çağrılarımız karşılık bulmadı. Şimdi de Bekçiler Yasasıyla, daha pandemi bitmeden, kendilerince normalleşme döneminde bir yasayla Genel Kurul açıldı. Bekçiler Yasası gibi hem çok tehlikeli hem de toplumun hiçbir ihtiyacına cevap vermekten uzak olan bir yasa tasarısı önümüzde duruyor. Bekçiler Yasası yeni bir şiddet yasasıdır aslında. Şu ana kadar hele hele son dönemlerde kamuoyuna yansıyan şiddet görüntüleriyle birlikte düşündüğümüzde bunun sonuçlarını öngörmek hiç de zor olmayacaktır.

KURUMLAR İŞKENCEYİ SAVUNUYOR: Polis şiddetini görmek, Bekçiler Yasasının ne getireceğini ne götüreceğini nasıl bir şiddet dalgası yaratacağını öngörmek açısından ciddi ipuçları veriyor. Son bir haftanın en önemli gündemi maalesef polis şiddeti, kolluk şiddeti ve bu anlamda yaşananlar. Buna Diyarbakır Bağlar’daki olayı en son olay olduğu için örnek vererek başlamak isterim. Polis Atakan Arslan’ın ölümüne neden olduğu iddia edilen M.C.E. isimli gencin görüntüleri bütün basın yayın organlarında yayınlandı. Burada gözaltında işkenceye uğradığını alenen gördük. Daha da vahimi bu fotoğraflar MHP Mersin Milletvekili Olcay Kılavuz’un danışmanı Emre Soylu tarafından sosyal medya üzerinden paylaşıldı. Şu soruyu sormadan edemiyoruz. Bu fotoğrafları kim servis etti? Hangi saikle bu fotoğrafları sosyal medyada paylaştı? Bu sorularımızı da sormuş olalım. Bunu üzerine hem Diyarbakır Valiliği, İl Emniyet Müdürlüğü hem de İçişleri Bakanlığı sözcüsü açıklamalar yaptı. Bu açıklamalarda maalesef işkence objektif olarak savunuldu. İşkenceye karşı tek bir laf edilmedi. İşkencenin olduğu da inkar edilmedi. İşkence savunuldu. Bu konuda Süleyman Soylu da açıklama yaptı ve tam tersine işkenceyi kınayan, eleştiren, işkencenin karşısında duranlara saldırdı. İşkencenin yapılmasına dair bir söz kurmadı. Öyle bir yere getirdi ki sanki polisin ölmesinden toplum sorunluymuş gibi, sanki bu fotoğrafı eleştirenler bunu destekliyormuş gibi korkunç bir algı yaratmayı da ihmal etmedi. Oysa ki bizim bulunduğumuz yer tabii ki bu ölümü savunma noktası olamaz. Böyle bir iddia bile korkunçtur.

BAKANLIK SUÇ ÜSTÜ YAKALANDI: Bu onların suçluluk psikolojisini gösteriyor. İşkence de en az ölüm kadar ağır bir suçtur. Bütün suçlara karşı olmak gerekiyor. Ve İçişleri Bakanlığı kolluk teşkilatını yöneten biri olarak nasıl ki ölümlere karşı soruşturma ve bu konudaki işlemleri yapma görevindeyse işkence yapanlara karşı da aynı hassasiyeti göstermesi gerekmektedir. Bütün Türkiye’nin gördüğü fotoğrafı ben de yorumlamak isterim. Onlar yaptığı açıklamada şunu söylüyorlar, zanlı ağzındaki jiletle polise zarar vermeye çalışmış, bunun üzerine o görüntü ortaya çıkmış. Ama hepimiz gördük ki, orantılı güç olduğu iddia ediliyor ama zanlının kolları önden değil arkadan kelepçeli. Arkadan kelepçeli kolun polise zarar vermeyeceğini herhalde söylemeye gerek yok. Hukukçu olmaya, polis olmaya gerek yok. Bunu hayatın olağan akışı içinde hepimiz değerlendirebiliriz. Bu ifadelerden 90’lı yıllardaki dava dosyalarını hatırlamamak mümkün değil. Bugüne kadar bununla ilgili bir pratik var. Bir kolluk, yargı ve idari pratik var. Ne zaman işkence yapsalar, kolluk tarafından kaba kuvvet kullanılsa, buna ilişkin absürt, hayatın olağan akışına uymayan bazen de hayatın olağan akışına uygun gerekçeler sunuldu hep. Bizzat takip ettiğim dosyalarda da bunu sıklıkla gördüm. Örneğin kafası yarılan, vücudunda yara bere izi olan şüphelilerde, 90’lı yıllarda polis şöyle tutanaklar tutardı: “Direndi. Kafasını duvara vurdu. Yerde debelendi, biz onu etkisiz hale getirmek için mecburen orantılı güç kullandık”. Şimdi bu jilet meselesinde aslında kolluk da İçişleri Bakanlığı da suçüstü yakalanmıştır. Olayın ayrıntısına girmeden,olayın resmini çözümlemeden doğrudan sanki bunu eleştirenler kolluğu saldırıyor, ölümden mutluymuş gibi bir dil kurmaları da siyasi kutuplaştırmanın, ayrıştırmanın, nefret söyleminin nereden kaynaklandığını ortaya koymaktadır. Bu nedenle biz İçişleri Bakanlığı’na da ilgili bürokratlara da işkence karşısında sıfır toleranstan nereye geldikleri konusunda bir uyarı yapmak istiyoruz.

HER YERDE ŞİDDET GÖRÜNTÜLERİNE TANIK OLDUK: İşkence en ağır suçlardandır. TCK’da bile bu düzenlenmiştir. Uluslararası mevzuata göre düzenlenmiştir ve bu suçun zaman aşımı yoktur. İşkenceyi uygulayanlar mutlaka adil yargı önünde-adil yargıyı göreceğimiz günleri de umut ederek söylüyorum- bunun hesabını verecektir. Bu konuda hiçbir kuşkumuz yoktur. Tabii başka bir açıklama da var. Bursa’da meydana gelen şiddet vakasındaki açıklamada da aynı şekilde hedef gösteriliyor. Bu en üst yerden talimat verilmesidir. İşkence yapanların sırtının sıvazlanmasıdır. Siz işkence yapın arkanızdayız demektir. Bir yandan Bakanlık bunu söylerken bir yandan da cezasızlık politikasıyla işkence yapanların hiçbir ceza almadan devamlı aklandığını da kamuoyunun dikkatine sunmak istiyoruz. Bununla ilgili söylenecek çok fazla vaka var. Sadece Diyarbakır ve Nusaybin değil, Bursa’dan Çorlu’ya ve oradan bir çok ile kadar maalesef bu şiddet görüntülerine son bir haftada tanıklık ettik. Bu olaylar ne zaman kamuoyuna yansıdı, bir tepki oluştu usulen bir 'görevden aldık' açıklaması yapılıyor ama kamuoyuna yansımadan bu meselenin yasak olduğu bunun uygulanamaz olduğu konusunda bir talimatın bir yaptırımın olmadığını da çok açık bir şekilde görüyoruz. Ve maalesef bununla ilgili ciddi bir cezasızlık ve teşvik var.

İKTİDAR TEK DİLDEN VAZGEÇTİ Mİ? Barış Çakan olayı, son iki gündür ciddi bir şekilde tartışılıyor. Öncelikle acılı ailesine, bütün sevenlerine başsağlığı diliyorum. Kendisine Allah’tan rahmet diliyorum. Çok üzüntülüyüz. Çok acılıyız. Öyle bir algı yaratıldığı ki sanki bu ülkede böyle bir olay olması tarihsel olarak mümkün değilmiş gibi. Bunu kabul etmemiz mümkün değil. Bu ülkede Kürtçe konuştuğu için Kürt olduğu için Kürtçe müzik dinlediği için sanki kimse öldürülmemiş, hiçbir vaka yokmuş, tarihimizde böyle bir olay yokmuş gibi bir tutum sergileniyor. Bunu söyleyenlere şunu hatırlatmak istiyorum. Biz HDP olarak Kürtçe başta olmak üzere bütün dillerin özgürce kullanılmasını savunuyoruz. Hem kamusal alanda hem toplumsal hayatta, hayatın her alanında bütün dillerin özgürlüğünü savunuyoruz. Şimdi biz dillerin özgürlüğü noktasında iken bu konuda iktidar tek dil iddiasından vazgeçti mi? Barış Çakan’ın acılı olayı sebebiyle, artık tüm dillerin özgürlüğünü mü savunuyor? Bunu sormak istiyoruz gelin hep birlikte bunun yanıtını alalım. Eğer bu noktaya geldiyseniz biz bundan sadece mutluluk duyarız. Türkiye toplumunun ve halklarının bir arada barış içinde kardeşçe eşit olarak yaşamasının gerekçesi olarak görürüz ve bu konuda kesinlikle arkalarında oluruz. Şimdi şöyle bir mesele var. Barış meselesi yeni bir gündem gibi geliyor ama aslında hiç değişmeyen bir gündem olan dillerin özgürlüğü meselesini önümüze koydu. Gelin dillerin özgürlüğüne parlamentodan başlayalım. Parlamentoda verdiğimiz Kürtçe soru önergelerimiz, araştırma önergelerimiz neden iade ediliyor?

KÜRT MİLLETVEKİLİYİM, ANADİLİM KÜRTÇE: Bu parlamentoda bütün etnik kimliklerden, inançlardan, dillerden kültürlerden vekiller var. Ben bir Kürt milletvekiliyim, kökenli falan da değilim. Benim anadilim Kürtçe. Ben kendi anadilimde önerge verdiğimde reddediliyor. Ben kürsüden sadece selamlama olarak bile bir cümle, iki cümle bile konuştuğumda iktidar ve ortağı tarafından bir zıplama hali, saldırı hali dile karşı adeta bir düşmanlık gösteriyor. Bu bizim bilmediğimiz bir mesele değil. Dilimiz, kullandığımız cümle X olarak geçiyor kayıtlara. Gelin dillerin özgürleşmesine parlamentodan başlayalım. Gelin Kürt dilini yasaklamaktan vazgeçin. Anadilin önündeki Anayasal engeli kaldırın. Gelin Kürt dilinin hem kamusal hem toplumsal alanda hem siyasi ve ekonomik alanda kullanılmasının önündeki engelleri kaldıralım. Öyle bir aşamaya gelelim ki bunu tartışmayalım artık. Kürtçe’den dolayı acaba öyle mi oldu, şöyle mi oldu meselesini tartışmayalım. Gerçekten medyayı izleyince bunları düşünmemek mümkün değil. Ayrıca bu nefret iklimi, bu kutuplaştırma siyaseti bu kamplaştırma projesi sadece dile ilişkin de değil. Daha dün Hrant Dink Vakfının mailine giden tehdit mektupları var. Sevgili Rakel Dink'in tehdit edildiğine yönelik çok ciddi bir hassasiyet oluştu. Toplumun her kesimine, iktidardan yana olmayan kesimine yönelik tehdit dili devam ediyor. İşte bu nefret ikliminden, bu kutuplaştırma ikliminden çıkmanın yollarını biliyoruz. Bunu biraz sonra partimizin eş genel başkanlarının açıkladığı tutum belgemizde ifade edeceğim.

KARA PROPAGANDA YAPILIYOR: Peki nedir bu şiddet? Barış Çakan’ın öldürülmesi meselesi nedir? Bunların hiçbiri diğerinden bağımsız değil. Türkiye’de yaşayan 82 milyon yurttaşın dili hangi dil olursa olsun aynı hak ve özgürlüklere sahip mi değil mi? Hangi diller yasaklı gelin bunu tartışalım. Sanki bunlar yeni açığa çıkmış gibi bir kara propaganda var. Bunu kabul etmemiz mümkün değil. Barış (Çakan) meselesinde şunu ifade etmek istiyorum. Partimizin genel merkezi adına şu açıklamayı yaptık ve biz bu cinayete ilişkin şüphelerimizi koruyoruz. Bu şüphelerin giderileceği yer kesinlikle medya ve siyaset alanı değildir. Adil yargılamadır. Adil bir yargı ile bu cinayetin sebepleri ve sonuçları ilgili kesimleri ortaya çıkarılmalıdır. Ama görüyoruz ki medya kanallarında, iktidarın bazı birimlerinde mahkemeler kurulmuş kararlar verilmiş, olayın sebebi açıklanıyor, neredeyse şu kadar ceza verilecek gibi bir noktaya gelmişler. Bunu kabul etmemiz mümkün değil. Bu cinayetten ve soruşturma dosyasından herkes elini çeksin. Birilerine açıklama yaptırılmasın. Bu konuda görevliler savcılar ve kolluktur. Araştırmayı yapacak olan ve tanıkları dinleyecek olan, savunma makamı ve müdahale makamıdır. Yargı böyle işler. Yargıya her yerden bir söz söyleyip yargıyı etki altına almak, asıl suç budur. Adil yargılamayı etkileme suçudur. Hiç kimse yargıya talimat veremez.

ÇIKIŞ HARİTASINI AÇIKLADIK: Son olarak Pazartesi günü Eş Genel Başkanlarımız açıkladığı tutum belgesine dair birkaç noktaya işaret etmek istiyorum. İçinde bulunduğumuz koşullardan çıkışın yol haritasını açıkladık. Bu girdaptan nasıl çıkılacağını ilan ettik. Cuma günü demokratik mücadele programımızın ilk etabını da Parti Sözcümüz kamuoyuna açıklayacak. Bu iktidarın sorunları çözemeyeceğini, krizi derinleştireceğini görüyoruz. Kriz yaratan krizin kaynağı olan bu iktidar krizi çözemez. Tutum belgemizin en temel dayanağı bu. Biz yol olarak, çözümü gerçekleştirecek demokratik hamleler yapmaya devam edeceğiz. Biz toplumun şu anda temel ihtiyacının ne olduğunu biliyoruz. Bunu tutum belgesinde tüm kamuoyuna açıkladık. Adalet, barış, demokrasi, yoksulluğun kaldırılması, demokratik anayasa ve diğer başlıklarla devam edeceğiz. Eşit ve bir arada yaşama koşullarını oluşturmamız gerekiyor. Alevi diye kimsenin ayrımcılığa uğramadığı, Ermenilerin öldürülmediği, tehdit edilmediği, Kürtlerin dilleri ve kültürlerinden dolayı hiçbir ayrımcılığa maruz bırakılmadığı bir Türkiye’ye uyanabiliriz. Bunu inşa edebiliriz. Bunu birlikte kurabiliriz. Buna yürekten inanabiliriz. Bu konuda 82 milyona açık teklifte bulunuyoruz. Bununla birlikte demokratik siyasette buluşma çağrısıdır bizim çağrımız. Partimiz her zaman demokratik değişimin öncüsü olmuştur. 7 Haziran'dan bu yana bütün saldırılara rağmen demokratik değişim öncü olma iddiamız ve misyonumuzdan bir adım geri adım atmadık, atmayacağız.

O BELEDİYELER HALKIN: (Genel kurulda kayyımlar ile ilgili tartışmalar oldu, bununla ilgili görüşlerinizi alabilir miyiz? sorusun üzerine): Zaman olmadığı için ona girmedim. Kayyım darbe siyaseti devam ediyor en son Iğdır, Siirt, Baykan, Kurtalan, Muş Altınova belediyelerine kayyım atandı. Bu iktidarın iflasıdır. Bu bir darbe yöntemidir, kayyım darbedir dedik ve demeye devam ediyoruz. İktidarın kazanamadığı belediyelere el koyma siyasetidir dedik demeye devam edeceğiz. Özellikle Siirt kayyımının ilk iş olarak Celadet Elî Bedirxan Kütüphanesini yıkmasını dikkatlerinize sunmak istiyorum. Kürtçe kitaplardan oluşan bir kütüphane idi. Kütüphane yıkmakla birlikte büyük bir tepki oluştu, şimdi işten çıkarmalarla devam ediyorlar. 70'e yakın işçi ve memurun iş yerini değiştiriyorlar. Sanatçıyı çöpe veriyorlar ya da bir müdürü başka bir birime veriyorlar. Kayyımlarla mücadelede hep birlikte hareket etmeliyiz. Darbeciliğe itiraz eden herkesin sesini yükseltmesi gerekiyor. Kayyım halkın seçme ve seçilme hakkının tümüyle inkarıdır. Kürt düşmanlığının geldiği çok yüksek bir çıtayı ifade ediyor. Kürtlere ilişkin yeni bir yaklaşımız var diyenlere bunu da sormak istiyoruz. Neden her dilde, İngilizce’den Fransızca’ya, bütün dünya dillerinde tabelalar asılabiliyor, kitaplar serbest neden Kürt diline karşı bu düşmanlık yapılıyor. Biz bu nedenle kayyım siyasetinin aslında iktidar açısından bir iflas, bir acziyet ve zavallılık olduğunu ifade etmekten imtina etmiyoruz. Kaybettikleri yerlere el koyma siyasetlerini devam ediyorlar. O belediyeler halkın değil, sadece devletin belediyesi olabilir. Halka hizmet yerleri olmaktan çıktılar, şu anda o belediyeler birer karakol olarak ucube bir şekilde duruyorlar. (HABER MERKEZİ)