Merhaba Burhan Sönmez
Romanda zamanın parçalanışını okuyoruz. Zaman mı acımazsız yoksa yazar mı sert bir biçimde zamanı parçalamış? Yazar ve zaman arasında bir ittifakı görüyoruz.
Bir aşk ve intikam romanı okuyoruz. Her şeyin en tepesinde aşkı ve öç almayı görüyoruz. Hayatın tüm küçük ayrıntılarıyla yücelen bir aşkın neler yapabileceğini hatırlıyoruz. Aşkın ve ihanetin sürekli göz kırptığı, birbirine zıt iki ucun nasıl da ahenkle dans ettiğini hissediyoruz. Aşkın yüceliğiyle her şeyin üstesinden gelişinin en saf halini takip ediyoruz. Zamanın önünde set gibi duran, aşındıkça aşkı içe doğru büyüyen ve yılların verdiği kovalamacanın biriktirdiği özlemin yürekte, akılda nasıl da bir kutsal inada dönüştüğünü anlamlandırma çabası bize hep yoldaşlık ediyor. Bazılarımız için mi yoksa hepimiz için mi bilinmez ama hayatı katlanılır kılmanın yegâne yolu aşk değil mi? Kafka’ya göre hayatı katlanılır kılan şey Milena’ya olan aşkıydı. Ve şöyle diyordu mektubunda; “Bugüne kadar hayata katlanamadığımı düşünürdüm. İnsanlara katlanamadığımı ve bundan çok utanırdım.
Ama şimdi sen, bana katlanılmaz gelenin hayat olmadığını gösteriyorsun.” Arthur Schopenhauer’un “acı döngüsü”nü de hatırlamakta fayda var. Katlanılmaz yaşamın içinden söküp çıkardığımız aşkın dinamiğidir bizi hareket ettiren. Kaplan ve Amalya’yı yaşama katlanır hale getiren de aşkın ta kendisiydi. “Amalya Ferdy’nin ağrıyan sağ şakağına dokundu, sonra yanağından öptü.”[s.12]. Aşk etrafında süslenen ve yaşamı yeniden inşa etmek için giriştikleri eylemlerin altında sadece aşkı görüyoruz. Joker’lerin aşkı yaşamı katlanır kılıyordu. Kaplan bir militandı, âşık bir militandı. Dönemin atmosferi ve siyasi olaylardan tutup baktığımızda her ateşli genç gibi dünyayı güzelleştirmek, yaşanılır kılmak, sömürülmeden hayata uyanmaktı gayesi. Ömrünü, hayatını verecek kadar inançla yürüyen despot, faşist ve gericilere karşı belki yapacakları eylemden sonra bir daha ne güneşi ne de yıldızları göremeyeceğini bildiği halde eyleme girişiyorsa bunu sadece aşk’la açıklayabiliriz. Ülkesi talan ve işgal edilmiş, toplumu parçalara bölünmüş bir halkın evlatları direniş cephesinde safları sıkıştırıyorlar altında yatanın nedeni özgürlüğe olan inanç ve o inancı diri tutan aşk değil midir? En nihayetinde kitabı kapattığımızda karşımıza çıkan şu soruyla baş başa kalıyoruz. İnanç mı aşkı harlıyor aşk mı inancı?
Burhan Sönmez’in son kitabı “Franz K. Âşıkları”nın karakterlerinden Ferdy Kaplan gerçekleştirdiği eylem, sonrasında sırtını yasladığı çıkarım ve sonuçlarıyla beni ikna etti. Başarılı, soğukkanlı bir karakter var karşımızda. Ne yaptığını bilen, neden ve niçin yaptığını kafasında ve yüreğinde çözümlemiş bir karakter var karşımızda. Etik ve onun sonuçları üzerine bol sorulu sakin cevaplarla tartışmalı bir süreci sahneleniyor. Sorgunun başından bize güçlü bir profilin özelliğini Kaplan veriyor. Elini açık oynamıyor ama ilginçtir o kadar da açık oynadığının izlenimini veriyor. Sanki soruları öncesinden kafasında tartışmış yani eylem gerçekleşmeden eylemin tüm ayrıntıları baştan sona değerlendirmiş bir profil var karşımızda. Kim bilir belki bile isteye yakalandı, yakalanmakta eylemin bir parçası olabilir mi? Neden olmasın, diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz bunun nedeni ise her şeyin ince ayrıntısına kadar düşünülmesidir. Gerçekleşen eylemin tek talihsizliği suçsuz bir gencin öldürülmesidir. Şimdi ilk bölümden iki paragraf okuyalım ve romanın gidişatı hakkında bize söyleneni dinleyelim:
Komîser Müller: “Oraya geleceğiz. Dosyada yazılanlara göre, Steglitz semtinde kalıyorsunuz. Anneniz Alman, babanız Türk. İstanbul’da yaşadığınız görülüyor. Sık sık Paris’e gidiyorsunuz. Önce bana, Berlin’e ne zaman geldiğinizi söyleyin?”
Ferdy Kaplan: “Ben burada doğdum. Buralıyım. Yabancıymışım gibi konuşmayın benimle.”[r.10].
Komiser Müller’in, Kaplan’ın bir Alman olmadığını ima etmesini ve aldığı cevabı yan yana koyunca hala “saf kan” anlayışının diri ve canlı olduğu akla geliyor. Kaplan’ın annesinin Alman olması ve orada doğması kabullenmesini yeterli kılmıyor. Hem kandan hem de kültürden Alman olması gerekiyor. Olayın yaşandığı dönem ikinci dünya savaşının hemen ertesi. Berlin şehrini ikiye bölen bir duvarın varlığı hem doğu hem batı yakasında, artık yaşamıyor olsa da Hitler’in varlığını hissettiriyor. Günümüz dünyasında gördüklerimize, yaşadıklarımıza, yaşatılana bakınca Hitler’in ruhu sadece Almanya’da değil dünyanın birçok yerinde görülmektedir. Kaplan, Komiser Müller’in iğneleyici “yabancı” imasını İstanbul’da da yaşıyor. Okul arkadaşları tarafından öteleniyor, alay ediliyor, çoğu kez bu öfke şiddet everiliyor. Nasıl annesinin Alman olması yetmiyorsa Berlin’de İstanbul’da babasının Türk olması da kar etmiyor.
İki farklı ülkenin ortak paydası kendisinden olmayana hem ilkel kan bağı üzerinden hem de kültür-dil üzerinden düşmanca davranmak. Kaplan her iki millet tarafından ötekileştirilmiş bir karakter. Tekrar sorgulamaya dönersek, Komiser Müller’in ipleri Kaplan’ın eline vermesi bir sorgulama tekniği mi yoksa günümüz mottosuyla söylersek kumpas mı bilinmez ama Kaplan’ın kaçırılmasına dek romanın başkahramanı ipleri elinde tutuyor. Sorgulanırken sorguluyor. En nihayetinde zayıf ve pasif bir Komiser duruyor karşımızda. Kaplan bu ikna etmeyi Komiser Müller, Mahkeme Heyeti ve en sonunda ise Max Brod’a borçlu. Gerek cezaevi sorgusunda gerek mahkemede sergilediği performansla okuru ikna ediyor yaptığı eylemle. Kaplan’ın yanlışlıkla öldürdüğü gencin ailesi karşısında suçunu kabul etmesi ve samimi özrü savunmasını daha da güçlendirmesine olanak tanıyor. Tüm deliller Kaplan’ın lehine.
Bize insanın kaotik olduğunu hatırlatıyor. Çelişkileri gösteriyor. Göstererek eleştiriyor, aynı zamanda nostaljik bir yerden eleştiriyi göz ardı etmiyor. Eskiyi seviyor kitap. Gidip gelmeler çok fazla olmasa da “eski”nin elini bir türlü bırakmıyor. Çarpık ve talancı değişimi, eskiye olan özlemin yâd edilişini sert bir şekilde okuyoruz. "Yanıp yıkılmış Berlin’den gelen on yaşındaki bir çocuk için İstanbul büyüleyiciydi. Kulelerin, kubbelerin, kale duvarlarının arasında Ferdy göğün bambaşka renklerine baktı. Cıvıl cıvıl çarşılara dalıp insanların yüzündeki mutluluğu izledi. At arabalarının, banliyö trenlerinin ve vapurların sesine kulak verdi" diyor yazar(r.13). Kapitalist, sömürgeci, daha fazla açgözlülüğün neticesinde ortaya çıkan ruhu askıda, betonu çürük, aklı karışık yeni şehirlerin teşhirini okuyoruz. Soğuk savaştan sonra dünyanın hallerini hatırlıyoruz. Ve o hallerin içinde sessiz bir yazar Kafka’ya arkadaşı Max tarafından ihaneti tartışıyoruz. Yazının devamında “Kafka’ya ihaneti” ayrıca konuşup tartışacağız. Yazar Sönmez Kaplan’ı sessizce ve soğukkanlılıkla konuşturmuş. Karakterin arkasında bir aşkın varoluşunu da yine sessizce işlemiş. Bana Franz K. Âşıkları romanının ne olduğu sorulsa yekten şu cevabı veririm; sessiz bir roman. Sessiz oluşu zaten onu içerden tartışmasını da kolaylaştırıyor.
Romanda zamanın parçalanışını okuyoruz. Zaman mı acımazsız yoksa yazar mı sert bir biçimde zamanı parçalamış? Yazar ve zaman arasında bir ittifakı görüyoruz. Aynı zamanda karşılıklı birbirinden intikam alışları da görüyoruz. Zamanın yıkıcılığına karşın yazarak ve hatırlatarak rövanş alıyor yazar. Romanın kurgusu, zamanlara ayrılan bölümler. Romanın tiyatro tekniğiyle yazılması kanımca romanı farklı bir yere oturtuyor. Bu kendine özgü yer nedir, diye sorarsanız cevabım “rahatlık” olur. Okur için konforlu bir okuma alanı yaratıyor. Yazarın oluşturduğu dil ve diyaloglar buna imkân tanıyor. Akıyor, sıkmıyor, eleştirel bağlamda göstergelerle somutlaşıyor…