Öncelikle merhaba, bizimki biraz hızlı ve gazeteci girişi oldu. Hemen içinde haber, güncel bilgi ve tartışma barındıran bir yazı dizisi ile evin avlusundan oturma odasına geçerek sobanın yanına kurulduk. Duvar’ın dibinde ama pencerenin yanındayım. Manzaram iyi. Uzun zaman oldu sürekli yazı yazmayalı, uzun süre de yazmamak için direndim. En son, şahane insanların omuz attığı BirGün gazetesinde yazmıştım. Sonra ara sıra bir yerlerde. Şimdi Duvar’da haftada bir gün yazıp sizlerle buluşacağım. Yazı yazma biz gazeteciler için inanın keyifli. Bazen sıkıntı duysak da yazacak konu bulmakta zorlansak da bunların tamamı okur ile kurulan o duygusal bağa herhangi bir ziyan gelmemesi hassasiyetindendir. Okur, saygıyı çok ama çok hak eden bir okuma emekçisidir. Bu kıymetlidir. Yoksa gazetecilik açısından hazmetme kapasitesi çok yüksek bir memleket burası. Bakın halen Mehmet Barlas’a gazeteci, yazar denilebiliyor. Örnekleri çoğaltabiliriz.
Dünya bir acayip dönemden geçiyor. Pandemi insan olma konusunda, bütün teknolojik ilerlemelere karşın bir arpa boyu yol alamadığımızı yüzümüze haykırdı. Avrupa’nın göbeğinde yaşlı hastalar, hastanelerden genç hastalara yer açılması için atıldılar, ölüme terk edildiler. Bunu en son insanlık, orta çağın barbarlık dönemlerinde yaşamıştı. Bir insanın yaşaması için başka bir insanın ölümüne karar verildi. Oysa buna karar verenler tanrılardı ve dinler binlerce yıl insanlara bunu anlatıp durmuştu.
Duygusuz insan modeli gelişiyor, farkında mısınız? Mekanik aletlere dönüyoruz, elimize verilen ya da önümüze konulan teknoloji harikası aletlerle “biz” olmaya çalışıyoruz. O aletlere ne kadar hükmediyorsak o kadar biziz! Sanırım hepimizde, cep telefonlarında olduğu gibi muhtelif tuşlar var. Bir “hal” de bu tuşları ihtiyaç durumunda devreye sokuyor. Bu yuvarlak olarak bile tanımlayamadığımız dünyada çok sık, aynen cep telefonlarında yes ve no tuşlarına aynı anda basarsanız ne oluyor ise bize de aynısı oluyor. Karma karış, içinden çıkılmaz bir ruh haline bürünüp kitleniyoruz. Ve bu çok sık oluyor. Bu durumdan çıkmak için de “pin” koduna; dostluğa, dayanışmaya biraz da sevgiye ihtiyaç var.
Memleket duygusunu kaybetti, öyle zayi ilanlarındaki “hükümsüzdür” tespitini bile geçersiz kılacak şekilde. Gerçekten hükmü yok artık. Şiirlerimizi kaybettik, yeni bir şarkımız, "hadi biraz daha ağır gidelim" marşımız yok. Çünkü bunları üreten, bizimle buluşturan ve bir arada kalmayı sağlayan duygu yok, kayboldu. O nedenle halen eski şiirlerle, şarkılarla idare ediyoruz. İhtiyaç halinde çalınacaklar listesinde hep nostalji parçaları var. Sayfaları katlanmaktan aşınmış şiir kitapları var masaların üstünde, günlük siyasete ilişkin yazıların hemen yanı başında. Bize şarkılar söyleyen sanatçıları öldürdüler, rakılarımızın mezesi Orhan Gencebay, artık bir davetsiz misafir meyhanelerimizde, şarkıları baki kalsa da. Şarkılarıyla biz alıp götüren Sezen Aksu’yu avuçlarımızın içine alarak korumaya çalışıyoruz. Artık, şarkılar, sözler duygu dünyamızdan önce politik reflekslerimizi harekete geçirir oldu. Her yeri olduğu gibi burayı da çürüttüler, elimizden aldılar. Oysa içinde yaşadığımız bu kadim coğrafyada, dağların, ağaçların, böceğinden çiçeğine bütün canlıların sesine ses olan ozanlar yaşadı. Aynı ozanlar o zamanın zalim hükümdarlarına direnirken bugünlere kadar ulaşılmasını sağladıkları ölümsüz aşkların da hem aktörleri hem de zabıt katipleriydiler. Muhteşemdiler.
Bu koşullar kimseyi yanıltmasın, hiçbir zaman en son, kendi idam sehpasını tekmeleyen bir devrimcinin attığı slogan olmadı duyduğumuz. Hüzünlerimiz aynı zamanda umutlarımız oldu. Hiçbir şeyi de unutmadık.
Duvar, duvarlar hep hayatımızda vardı. Özgürlüğümüzü sınırlayanlardan bahsetmiyorum, kim olduğumuzu üzerine yazılan sloganlarla bize anlatan duvarlardan söz ediyorum. Eski Türk filmlerindeki bazı karelere sıkışmış duvar yazılarını gördüğümüz zaman, nasıl çok eski bir dostu görmüş gibi oluyoruz ya, işte tam da bu anlatmak istediğim. Yani dün de duvara yazmak iyi bir şeydi bugün de.
Ankara siyasetini beraber okumaya çalışacağız Pazar yazılarında. Bazen çok karmaşık gelecektir, içerdiği anlam çok basit olsa da. Çünkü pratik Türkiye siyaseti tam da budur. Her hafta Pazar günleri buluşmak dileğiyle.