Erden Kıral’ın amacı Mavi Sürgün ile bir ‘yol filmi’ yapmak, Cevat Şakir’in iç dünyasına girerek…“Bu filmin gerçekleri söylemekten başka hiçbir amacı yok. Hem Cevat Şakir'in hem de yaşadığı dönemin gerçekleri…”
Sürgünde iki sanatçı, biri mavi sürgündü, Cevat Şakir Kabaağaçlı, bilinen adıyla Halikarnas Balıkçısı.
Erden Kıral için bir renk önermeden önce sevgili Onat Kutlar’ın “Yedinci sanatın uçsuz bucaksız ülkesinde uzun yolculuklar yaptı. Kırmızı, mavi yolculuklar, sürgünler yaşadı.” sözlerine kulak verdiğinizde, renk ortaya çıkacaktır. Almanya’da ‘gönüllü sürgün’ yaşadı. “Türkiye’de film yapma olanağım kalmadığı için -Bereketli Topraklar Üzerinde ve Hakkâri’de Bir Mevsim yasaklanmıştı- aslında gönüllü sürgün gittim oraya” diyecektir.
Ve bir gerçek varki, her ikisini de buluşturan “Mavi Sürgün”.
Mavi Sürgün, Balıkçı’nın sağlığında kendi yaşamıyla ilgili yazdığı, uyarlamasıysa Türkiye’nin Oscar adayı olmuş bir film. Filmin yan öykülerinden birine Balıkçı’nın Unuttuğu Türkü adını taşıyan kısa bir öyküsü de kaynaklık yapar.
Ayrıca Mavi Sürgün’e dek Erden Kıral edebiyatla sinemayı filmlerinde -Orhan Kemal’in “Bereketli Topraklar Üzerinde”, Ferit Edgü’nün “O” romanından “Hakkari’de Bir Mevsim”, Osman Şahin’in hikayesinden “Ayna”, Ömer Polat’ın romanından “Dilan”- en çok buluşturan yönetmendir… Tümünde düşüncesini gerçekleştirmişti; özümsedi ve sinema dilinde yeniden kurdu…
Ve tabii ki Halikarnas Balıkçısı’nın adı geçen bir ‘mavisi’ daha var: ‘Mavi Yolculuk’. Yanlışı şurada, günümüzde popüler/turistik mavi yolculuk ile ilgisi yok. Mavi Ege’de bir tekne ile yapılan, Balıkçı ve dostlarının çizdiği rotada bir araştırma, öğrenme yolculuğu. Kültür arkeolojisi.
Cevat Şakir’in ölümününün ardından elli yıl geçti, Erden Kıral’ın ölümünden bir yıl. Umarım her ikisi için de bir Enstitü kurulur…
Cevat Şakir öncesinde de sürgündür, Büyükada Robert Kolej arasındaki gel gitler bir yana, annesinden ayrılmak istemese de büyük elçi Şakir Paşa oğlu olarak gönderildiği Oxford onun için yine sürgündür. Zaten Oxford eğitimini tamamlayamadan dönecektir.
“İki üç sene kadar bulundum. Daha fazla okuyacaktım; fakat Oxford Üniversitesi'ndeki bir kısım haller engel oldu.”
Sonra, Selanik'teki yatırımları nedeniyle iflasa sürüklenen babasıyla yaşadığı çatışmalardan kurtulmak için gönüllü sürgünlüğü seçişi, yani Roma'ya gidişi, Güzel Sanatlar Akademisi'ne kaydolması ve evlendiği İtalyan model Agnesia Kafiera ile eve dönüşü.
Erden Kıral’ın amacı Mavi Sürgün ile bir ‘yol filmi’ yapmak, Cevat Şakir’in iç dünyasına girerek…“Bu filmin gerçekleri söylemekten başka hiçbir amacı yok. Hem Cevat Şakir'in hem de yaşadığı dönemin gerçekleri. Eğer filmde, Cevat Şakir'in dışavurumcu dünyası kurulabilirse, arka planda da o dönemin politik atmosferi vurgulanabilir.” diyecektir. Erden’e göre Cevat Şakir’in dış yolculuğu 6,5 aylık bir süreyi kapsamakta, iç yolculuk ise çocukluğuna kadar gitmektedir. Ve tabii ki Cevat Şakir’in derininde yatan olayın peşindedir: “Çok gariptir, son dönem Amerikan ve Avrupa sinemalarında, kahramanın baba motifini sorgulayarak kendi kimliğini araştırıp bulması gündeme geldi. Bu neden böyle oldu?” diye soracaktır, senaryoyu yazarken babası, ailesiyle olan sorunlarını, “bu sorunlarla bir çeşit Yunan trajedisi kahramanı gibi boğuşmasını” anlatmak ister.
Film çekmeye onu yaklaştıran nokta Cevat Şakir’in evlendiği Bodrum yerlisi Hatice’yle çektirdiği fotoğraftır. Onu etkileyen Cevat Şakir'in o fotoğraftaki acı çekmişliği ve yaşanmışlığı okunan, ama gözleri gülen yüzüdür.
Cevat Şakir’in acıları katmanlıdır, trajik olay-eşi Agnesia ilgili olduğu yorumu yapılan, belki baba oğulun yıllara dayanan şiddetli geçimsizliğinin tetiklediği aile içi/baba cinayeti ve on dört yıl yerine hastalığı dolayısıyla yedi yıl sonra özgür kalışı… Filme de yansıdığınca bir dergâha sığınması… “Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Ölüme Nasıl Giderler?” başlıklı öyküsünün bir dergide yayımlanması sonrası İstiklal Mahkemesi’nde idamla yargılanması, üç yıl Bodrum’da kalmak üzere kalebentliğe mahkûm/sürgün edilişi...
“En nihayet yokuşun tepesine gelmiştik. Yolcular, “Neredeyse Bodrum görünecek” dediler. Yüreğim çarpıyor, Kaç aydır buraya gelmeye uğraşıyordum yahu! Tepedeki bir dönemeci dönünce, “şırrrak”, “guuurr” diye Arşipel’in (Ege) koyu çividisi ölçülmez açıklıklara kadar yayılıverdi…"
Sürgün yıllarında çok özlem duyduğu denize açılmasının da yasak olması başka bir acıdır. Tüm bunları bir köylü kızla evlilik yapmış olması tabii ki silmeyecek, Bodrum’a girerken geçtiği köprüyü yeni bir yaşama adım atışının simgesi olarak kabullenecek, Erden Kıral’ın tanımıyla eskisini öldürüp-ayrıca Mavi Sürgün’ün önsözündeki gibi kendini insan kılığına giren sabırlık bitkisi ve tarla kuşuna benzettiği yeni bir kişilik yaratmayı başaracaktır.
“Halikarnas Balıkçısı ya da yalnızca 'Balıkçı' adını Bodrumlularla birlikte benimsemiştim.” diyecek ve Cevat Şakir adını silecektir.
“-Peki, nasıl bir adammış o?”
-Haa, o mu? Zararsız birisiymiş..
**
“ Öğreniyordum: “Zararsız” olmak da bir nitelik, bir erdemdi.” (Şadan Gökovalı)
Üç yıllık sürgün hayatının yarısını tamamlamanın dışında İstanbul’u da dönmek istemediklerinin listesine koyacaktır.
“Halikarnas’ta, üç-dört yaşındayken Faleron’da gördüğümü ve kaybettiğimi buldum, orada kaldım, yazdım, çiçek, ağaç ve yemiş ağaç yetiştirdim.”
Başka şeyler de yapmıştır, Deniz Gurbetçileri kitabının önsözüne koyduğu, üçüncü yüzyılda yaşayan ünlü tarihçi Opplanus’un Güney Ege denizi dalgıç ve denizcileri için söylediği “Hiçbir çile sünger avcılarınınkinden daha korkunç, hiçbir çaba onlarınkinden daha zor değildir.” sözleri anahtar olabilir. Kitabındaki Türklerin Türk sularında sünger avlamalarının yasaklanması üzerine birçok yere başvuran, hatta Genelkurmay’a telgraf çeken “Latif” Balıkçı’nın kendisidir aslında… Dahası Azra Erhat’a gönderdiği sünger yüklü develerle birlikte çekilmiş bir fotoğrafında görüldüğü gibi “gerçek yaşamında, Bodrumlu süngercilerin çıkardıkları süngerleri yurtdışına satma işine bile bakmıştır.”
Çocuklarının okuması, iş/geçim olanakları için uygun olacağını düşündüğü İzmir’e yurt seçtiği Bodrum’dan yirmi yedi yıl sonra gidecek, ilk turist rehberi olarak yerleşecektir. Ve orada da Bodrum’daki gibi yetişen çicek ve ağaçlarda emeği vardır.
Mavi Sürgün filmini Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde (1993) izlemiştim. Film başladığında yapımcı ve görüntü yönetmeni Kenan Ormanlar’ın öfkeli bağırış-çağırışı gözlerimin önünde, filmi oynatmayı durdurdu. Haklıydı, resmen çamur gibi bir görüntü, ne perde perde ne projeksiyon adam gibi. Projeksiyon odasına gitti, uğraştı, didindi, sonuçta küfrederek geri döndü.
Filmin son sahnesinde Cevat Şakir takım elbisesi, şapkasıyla bir ağacın altına uzanırken iç ses duyulur: “Bitti işte sürgünlük de bitti. Nereye gidersen kendini de beraberinde götürüyorsun doğru. Peki ama benim dışımdaki bu haksızlıklar, bu korkular bu iğrençlikler, bu namussuzluklar ne olacak?” diye ağlayarak sorar.
"Şimdi kendi kendime soruyorum gitmek mi, kalmak mı? Nereye gitmek? Nerede kalmak?”.
Bu sözlerin yanıtı at gibi gözleri bağlanmış Hatice’nin bahçedeki su dolabını döndürürken görüntüleriyle verilecektir. Cevat Hatice’nin yanına gelecek ve su dolabını birlikte döndüreceklerdir. Ta ki altta aktaracağım Cevat’ın sözleri bitince dolabı döndürmeyi bırakıp, ağlayan Hatice’nin gözündeki bağı açıp, birbirlerine sarılıncaya dek.
“…suyu çıkardığın için mutlu olmak. Aya ve yıldızlara bakmak. Güneşte terlemek, denizin maviliğini yaşamak, bereketini paylaşmak. Bu dünyadan biri olmak. Tek kurtuluş bu, bir dünya sürgünü için. Tek kurtuluş.”
Erden, Cevat Şakir’in belleğindekilerle kurduğu, ama film yapmak için mutlaka ‘ihanet’ etmesi gereken -Ferit Edgü roman için ‘güzel ihanet etmeniz gerekir’ diyecektir- anlatının gücü, etkisi ve büyüsüne yakalanmıştır.
Canlandırdığı Cevat Şakir karakteri üzerine sorulduğunda Cevat Şakir’i oynayan Can Togay şöyle diyecektir:
“…bu çok çağdaş bir film, insan doğası üzerine, kendi kendine sorduğu sorunları olan ve bütün bunları aşıp doğruyu bulduğunda, kendi kişiliğini oluşturabilen bir insan.” (Bülent Peker, Gösteri, Ağustos 1992)
Kendi kişiliğini oluşturan bu insana, balıkçıların, korsanların, denizcilerin, dalgıçların ve süngercilerin dostu Halikarnas Balıkçısı’na turizm otoritelerinden Hullot ve Roger Williams -The Fisherman of Halicarnassus isimli kitabında- “Çağdaş Homeros” diyecektir. Halikarnas Balıkçısı’nın İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca vb. yayımlanması istenen yazılarını, kendinin o dillerde yazdığı bilinir. “Kendimi kendim bile tercüme edemiyorum. En iyisi, o dilde yeniden yazmak oluyor” diyecektir. Dünya Düşünce Adamları Komitesi “L’astrado” (Yol), Türkiye’den Balıkçı’yı üye seçer…
Batı uygarlığının asıl kaynağının Anadolu’daki uygarlıklar olduğu tezini savunduğu son kitabındaki, Sokrates Gerçeği başlıklı yazısında Balıkçı “Bu yapıtın konusu Anadolu’nun düşünce bakımından tarihi değil, sanat bakımından tarihidir... Buraya dek, Anadolu'nun ırmak ve sularıyla akıldı. Dağları ve taşlarıyla sarmaş dolaş olundu. Denizlerinde yol alındı. Efsaneleri anıldı. İlkçağının tarihiyle gezildi. Hacılar’a, Çatalhöyük’lere uğrandı. Uzak geçmişin olayları gözden ve gönülden geçirildikten sonra, tüm bu yerlere: “HEY KOCA YURT!..” denmez de ne denir?” diye soracaktır.
Sonsöz yerine: “Ağaçlar ve bitkiler, yapraklarıyla güneş ışığını toplayan avuçlar gibi el açıyorlardı ışığa. Bu ışığı tam değerlendiren başlara onun için ‘aydın’ derler her dilde.”(Halikarnas Balıkçısı)
Cevat Şakir ve Erden Kıral, bu iki aydın kişinin yolu Mavi Sürgün’de kesişir.
Halikarnas Balıkçısı ve Yemek
Cevat Şakir'in Bodrum’a sürgün gitmeden önce kaldığı hapisanenin koğuşunda, Ankara'nın en büyük lokantasının -ortaklarının oyunuyla içeri tıkılan- Fransız şefi de vardır. “Adamcağız mesleğinin tutkunuydu. Dışarıdan içkiden başka her istediğimizi getirtebiliyorduk. O Fransız şefi yemek pişirme takımlarının hemen hepsini dışarıdan getirtti. Her gün kollarını sıvar, yemesine doyulmayan yemekler pişirirdi… Ben gerçi Fransızların fine bouche, yani nazik ağızlı dedikleri takımından değildim. Demek istediğim şu ki, bir usta aşçının ve bir acemi aşçının pişirecekleri yemekleri hiç ayırd edemem. Acıkırsam yediğim acemice pişmişse bile, bana pek tatlı gelir, acıkmadığım zaman ise yemeye zorlandığım yemek bana bir işkence olur.” açıklamasını yaparak yemeğe bakışını da aktarmış olur. Bu yazıya bir Bodrum yöresel yemeği tarifi iyi gider düşüncesindeyim…
Bodrum Çökertmesi
400 g biftek ya da bonfile (ince doğranmış)
Sıvı yağ
kekik, pul biber, kimyon, karabiber
1 adet soğan (rendelenmiş)
1çorba kaşığı yoğurt
--------
500 g patates (kibritçöpünden kalınca)
Süzme yoğurt (sarımsaklı)
2 yemek kaşığı tereyağı
Etleri derin bir kapta yukarıdaki malzemelerle marine edin, buzdolabında iki saat kadar bekletin. Çıkardığınız etleri sıvı yağ koyduğunuz tavada yüksek ateşte hızlı pişirin. Patatesleri kızartın ve servis tabağına alın. Ortasına etleri yerleştirin, çevresinde süzme yoğurdu -dilerseniz domates sosu- , tümü üzerinde kızgın tavada pul biberle hazırlayacağınız tereyağını gezdirin.