Merhamet hırsızlığı: Türkiye’deki Suriyeliler ve merhametini yitiren Türkiyeliler
Bugün, Türkiye’de binbir zorluğa rağmen metanet ve dirençle tutunmaya çalışan ve yeri geldiğinde yaşamdan zevk almaya çalışan Suriyeliler de hırsız. Kendi ülkelerinde savaş gerçeği ile yüzleşmemiş, dillerini bilmedikleri bir ülkeye sığınmak zorunda kalmamış yoksul ve zengin Türkiyelilerin merhametini çalıyor, “ev sahibi” olmanın verdiği üstünlük duygusunu karşılıksız bırakıyorlar.
*Deniz Yonucu
Bugün Türkiye’de yüzlerce Suriyeli hukuksuz bir şekilde Suriye’ye geri gönderilirken ve kalan Suriyeliler hem geri gönderilme korkusu hem de ırkçı saldırı tehdidi altında yaşarken, Türkiyelilerin birçoğu Suriyelilerin Türkiye’de oldukça rahat bir yaşam sürdüklerini düşünüyor ve buna öfke duyuyorlar. Irkçı saldırıların ülkede kabul edilebilir olduğunun geçmiş deneyimlerden de gelen tecrübe ile biliniyor olması ve ülkelerini terk etmek zorunda kalmış olmamanın verdiği rahatlık, özellikle savaşı ve ırkçılığı hiç deneyimlememiş Türkiyeli Türklerin öfkelerini kamusal alanda çekinmeden olanca şiddetiyle ifade etmelerine olanak sağlıyor. Öfkeyi ise en çok Suriyelilerin hayata tutunma çabası ve hayattan keyif alıyor gibi görünmeleri tetikliyor. Nargile içen ya da denize giren Suriyeli görüntüleri ve kamu yardımları alan Suriyeli tasvirleri (sosyal) medyada dolaşıma giren ırkçı söylemlerin en birinci eşlikçisi. Suriyeliler artık savaş mağduru olarak değil haz düşkünü, ahlaksız ve zararlı bir "kitle" olarak görülüyor.
Egemen gruplara mensup olanları en çok rahatsız eden şeylerden biri ezilenlerin yeterince mağdur olmamasıdır. Ayrıcalıklı gruplara mensup olanlar, ezilenin başarısını, direncini, keyfini, hayattan aldığı hazzı sanki kendilerine karşı yapılan bir saldırıymış gibi algılayabilirler.¹ Kimi okuyucuya tuhafmış gibi gelebilecek olan bu tespiti hayatının çoğunu sürgünde geçirmiş Filistin doğumlu yazar Jean Said Makdisi’nin bir öyküsü üzerinden açmaya çalışacağım.
Makdisi’nin hem “kurgusal kurgu olmayan"² hem de “kurgusal olmayan kurgu”³ olarak tanımladığı çok çarpıcı bir kısa hikâyesi vardır. Pieata⁴ (Merhamet) isimli bu hikâye Makdisi’ye göre her iki şekilde de gerçektir. Gerçekliği, yazarın kendi deyimiyle “reddedilemez ve ispat edilebilir” bir hakikati dile getirmesinden gelmektedir. Oysa, Makdisi’nin çeşitli kelime oyunlarıyla gerçekliğinin altını çizerek başladığı bu kısa hikâye, okuyucuyu akıl almaz bir kafa karışıklığı içinde bırakır. Çünkü, bazen hakikat inanılmaz bir şekilde kafa karıştırıcıdır. İnsanın kötülüğü ve bencilliği ise akıl almaz derecede komplekstir.
Hikâye, Lübnan’ın İsrail tarafından işgali sırasında, Beyrut’ta sığınma kampında kalan iki binin üzerinde Filistinli sığınmacının katledildiği Sabra ve Şatila katliamının hemen ardından, iki kadının Beyrut sokaklarında karşılaşmalarıyla başlar. Karakterlerden biri orta sınıftır, Beyrut’un orta sınıf ve görece güvenli mahallelerinden birinde yaşamaktadır; aynı zamanda hikâyenin anlatıcısı odur. Öyküde bu karakterin adının belirtilmemesi, yazarın anlatıcı karakterini bir sınıfsal ve mekânsal ayrıcalık pozisyonunu temsilen kurguladığına işaret ediyor olabilir.⁵ Samia adlı diğer karakter ise katliam sırasında İsrailliler tarafından bombalanan Filistin mülteci kamplarında yaşayan Filistinli bir kadındır. Hikâye, kadın anlatıcının kampların bombalanması sırasında, Samia’yı sık sık düşündüğünü söylemesiyle başlar. Kısa bir süre sonra, anlatıcı Samia ile yolda karşılaşır. Samia siyahlar içindedir. İki oğlunu, o yaz, İsrail karşıtı direnişte kaybetmiştir. Üçüncü oğlu yaralı halde kayıptır. En küçük oğlu ise kamplar bombalanırken evde ölmüştür. Evi yıkılmıştır. Kızları küçük yaşlarına rağmen bir kurtuluş çaresi olarak evlenip şehri terk etmişlerdir. Kocası daha önceden Filistin Kurtuluş Ordusu saflarında direniş sırasında hayatını kaybetmiştir. Kendisi, kamptaki yıkılmamış başka bir sığınmacı evinde sığınmacı olarak kalmakta, ama artık orada istenmemektedir. Samia evsiz, ailesiz, parasız ve bir başına kalmıştır.
Karşılaşmaları sırasında, Samia’nın bütün bu olanları bir çırpıda, büyük bir metanetle,⁶ ağlamadan, bağırmadan, çağırmadan anlatışı anlatıcıya büyük bir rahatsızlık verir: Samia nasıl olur da ağlamaz, bağırmaz, çağırmaz? Nasıl olur da yenik ve bitkin bir halde değildir? Anlatıcı, Samia ağlasın ister; bağırsın, çağırsın, elini göğsüne vursun, saçlarını yolsun... Öyle olsa, “bir tepki verebilirim” diye düşünür. Oysa, bu durumda söyleyecek söz kalmamıştır kendisine. Samia’nın vücuda gelmiş bir metanet örneği olarak karşısında dimdik durmasının kendisini sessizleştirdiğini düşünmektedir.
Samia yaşam derdindedir. İş aradığını söyler. Anlatıcı öfkelenir: Samia nasıl bir insandır? Nasıl bütün bu kayıpların üstüne hala para kazanmayı düşünebilir? Öfkesine rağmen, yine de anlatıcının ağzından “bizde kalmak ister misin?” sorusu çıkar; çıkar çıkmaz da pişmanlık sarar bütün ruhunu. Keşke “Bizde hizmetçi olarak çalışmak ister misin?” diye sorsaydım der. Neyse ki, Samia kadının sorusuna hemen “Hayır” cevabı vererek, onu rahatlatır. Sadece iş bulmak ve eski işi olan terziliğe devam etmek istediğini söyler. Anlatıcı, acı içinde yas tutması gerektiğini düşündüğü Samia’nın iş araması ve işler arasında tercih yapması karşısında bir kez daha hayrete düşer. Kendisinin Samia’nın durumu yüzünden Samia’dan daha çok acı çektiğini düşünür. Yine Samia’nin karakterini sorgulamaya başlar. Yoksulluğa dair hiçbir bilgisi olmadığını okuyucuya itiraf eden anlatıcının, evsiz ve meteliksiz bir sığınmacı olmanın ne anlama geldiğini anlamadığı açıktır. Hemen her şeyini kaybetmiş bir kadının dirençli durmak dışında başka hiçbir şansı olmadığını da görmemektedir. Samia’ya söyleyecek bir sözü, kadının eline tutuşturduğu iki üç kuruş paradan başka verebileceği bir şey yoktur. Tek istediği, bir an önce Samia’dan uzaklaşıp evine dönmektir.
Samia’nın büyük kayıplara, katliamlara, yoksunluklara rağmen metanetli ve dirençli duruşu, savaş koşullarında da olsa konforlu bir hayat yaşayan anlatıcıyı neden bu kadar rahatsız etmiştir? Neden bunun yerine, Samia’nın önünde ağlamasını, çaresizce göğsünü dövmesini, saçlarını yolmasını, yaşamı bir kenara itip, yaşamdan beklentisinin kalmamasını arzu etmektedir? Samia’nın yaşamdan bir beklentisinin olması (iş bulmak, para kazanmak, yaşama devam etmek) neden anlatıcıyı bu kadar rahatsız etmiştir?
Ayrıcalıklı sınıflara, ayrıcalıklı etnik, dini ve cinsel gruplara ait insanlar ayrıcalıksız gruplara ait olanlardan kendilerini üstün görmek isterler. Irkçılık, kadın ve eşcinsel düşmanlığı ya da sınıfsal elitizm olarak kendini gösteren bu üstünlük duygusu, bilinmeyen bir şey değil. Ancak, belki daha az bilinir ve konuşulur olan ise bu üstünlük duygusunun hangi mekanizma ve araçlarla ezilenlerden tahsil edildiğidir. Tıpkı, iyi ve üstün olduklarının kendilerine sürekli söylenmesine muhtaç narsistler gibi,⁷ doğuştan gelen ayrıcalıklarıyla barışık ve ayrıcalıkları onların doğal hakkıymış gibi yaşayan insanlar da üstün ve iyi hissettirilmeye ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyacı gidermek ezilenlerin onlara borcuymuş gibi yaşar ve her fırsatta ezilen gruplardan bunu tahsil etmek isterler. Mağdurun görevi ayrıcalıklı olana kendini iyi, akıllı, başarılı, yüce gönüllü ve iyiliksever hissettirmektir. Bu görevini yerine getirmeyenler ayrıcalıklıların gözünde suçludur. En büyük suçları ise hırsızlıktır; ayrıcalıklı olandan kendisine hak gördüğü üstünlük duygunu çalarlar.
Hikâyeye geri dönecek olursak, Samia ağlayıp sızlamadığı ve el pençe divan durup yardım dilenmediği için anlatıcının iyilikseverlik (dolayısıyla, ahlaki üstünlük) gösterisine olanak vermemiştir. Anlatıcının, Samia’dan beklediği bitap, biçare ve muhtaç halde olmasıdır. Yani kendisinden beklenen mağdurluk rolünü oynamasıdır. Öyle olsa, anlatıcı ona birkaç söz söyleyecektir (“üzülme her acı zamanla geçer” gibi mesela), birkaç tavsiyede bulunacak (“kendini topla,” “bir iş bul”) böylece kendini hem iyi hem de üstün hissedecektir. Samia’nın anlatıcıya bu olanakları sunmayışı hikâyede geçen karşılaşmada bir hırsızlık faaliyetidir. Samia bir hırsızdır. Anlatıcıdan ondan üstünlük ve merhamet duygusunu çalmıştır.
Bugün, Türkiye’de binbir zorluğa rağmen metanet ve dirençle tutunmaya çalışan ve yeri geldiğinde yaşamdan zevk almaya çalışan Suriyeliler de hırsız. Kendi ülkelerinde savaş gerçeği ile yüzleşmemiş, dillerini bilmedikleri bir ülkeye sığınmak zorunda kalmamış yoksul ve zengin Türkiyelilerin merhametini çalıyor, “ev sahibi” olmanın verdiği üstünlük duygusunu karşılıksız bırakıyorlar. Ölü bedenleri karaya vursa, uzakta bir yerlerde öldürülseler, evleri başlarına yıkılsa, o zaman kendi ülkelerini terk etmek zorunda kalmamış Türkiyeliler merhamet dolu insanlar olacaklar. Ağlayan Suriyeli kadınların, ürkmüş Suriyeli çocukların fotoğraflarını ve videolarını medyada görseler, belki göz yaşlarını tutamayacak, yüzlerinden süzülen her bir damlada kendilerini biraz daha sevecek, kendi yüce gönüllük ve iyilikseverliklerine biraz daha hayran kalacaklar.
[1] Bu konuda Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi isimli kitabında yaptığı beyazlık tartışması da aydınlatıcı olacaktır (Ünlü, Barış. 2018. Türklük sözleşmesi: oluşumu, işleyişi ve krizi. Dipnot Yayınları).
[2] Fictional non-fiction.
[3] Non-fictional fiction.
[4] İtalyanca merhamet anlamına gelen Pietà aynı zamanda, İsa’nın ölü bedenini taşıyan Kutsal Meryem heykellerine ve resimlerine verilen isimdir.
[5] O dönemde Beyrut’ta kamplar dışında yasayan çok sayıda Filistinli de olduğundan, anlatıcının Lübnanlı mı, Filistinli mi olduğu açık değildir. Filistinli olan Jean Said Makdisi aynı dönemde Beyrut’ta ikamet etmektedir.
[6] İngilizce olan bu hikâyede yazarın kullandığı kelime “stoicism”dir.
[7] Franz Fanon’un Yeryüzü’nün Lanetlileri isimli eserinde “Avrupa narsistir” diyerek, ayrıcalıklı olmak ve narsistik arasındaki bağa işaret eder. Bknz: Fanon, Fanon. (2001). Yeryüzünün Lanetlileri İstanbul: Avesta Yayınları.