'Merhamet, iyi hikâye yazacakların işi değil'
Özcan Karabulut, en son 2008’da yayınlanan Amida, Eğer Sana Gelemezsem adlı romanının ardından suskunluğunu bozdu. Karabulut'un yeni kitabı Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati raflardaki yerini aldı.
Emrah Kolukısa emrahkolukisa1968@gmail.com
Sekiz yıl sonra yeni öykü kitabınız Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati geldi. Neden bu uzun ara? Neler oldu o sekiz yıllık dönemde?
Öncelikle belirtmeliyim ki çalışkan bir yazar değilim, dolayısıyla benden birkaç yılda bir kitap beklenmemeli. Öte yandan, otuz yılı aşkın bir süredir işçilerin sendikal dünyasında yer alıyorum. İçinde sık sık yolculukları olan, mesleki araştırmadan eğitime, kitaptan dergiye uzanan çok yoğun, çok yönlü bir çalışmayı gerektiren bir dünya bu. Bununla birlikte, yazar örgütlerinde çalıştığım, edebiyat dergileri çıkardığım, öykü festivalleri düzenlediğim düşünülürse, hiç boş durmadığım da söylenebilir. Diyeceğim, aslında daha önce ne olduysa son sekiz yıllık dönemde de o oldu. Bana şimdi mucize gibi gelen, yoğun bir koşuşturma içinde Amida, Eğer Sana Gelemezsem romanımı yaklaşık dört yılda bitirebilmiş olmamdır. Üstelik roman metninin bulunduğu flash disk’i kaybetmeme ve son yedi sekiz aylık yazdıklarımın uçup gitmesine rağmen. Benimkisi belki biraz daha fazlası, ama yine de söylemem gerekiyor: Hayatımızın aksine, edebiyatın sessizliğe ve yavaşlığa ihtiyacı var.
Sizin sorduğunuzu biz de soralım: Savaş edebiyatımıza neden yansımıyor?
Bu soru, Amida, Eğer Sana Gelemezsem romanımda ve Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati kitabında yer alan “Gece, Bir Otel Odasında” öyküsündeki yan karakterin sorduğu bir sorudur ve sorulduğu andan itibaren edebiyatımıza yansımıştır. Öykünün ve romanın geçtiği ve yazıldığı dönem 2000’li yılların ilk yarısıdır. Geçen son on-on beş yılda savaş ülkenin Güneydoğu’sundan tüm ülkeye ve Ortadoğu’ya yayıldı. Kısa sayılamacayacak bir süredir, ülkemizin Batı’sı da savaşı görüyor ve yaşıyor… Sansür, dolayısıyla otosansür, savaşın edebiyata yansımasını engelliyor olabilir. Savaşa, savaşın yol açtığı ölümlere, kadınların yaşadıklarına, çocukların cinsel istismarına, kısacası yaşanan trajediye sadece yazarlar değil, hiç kimse ilgisiz kalamaz, kalmamalı bence. Edebiyat sansürü bir şekilde aşar, aşabilir. Öte yandan, iş cinayetleri, savaş ya da Gezi Parkı eylemleri gibi konularda yazmak, bıçak sırtında yazmaya benzer. Çünkü olaylar henüz sıcaktır ve sadece belli bir duyarlılıkla yazamazsınız. Edebiyatın gerektirdiklerini unutmadan, toplumsal bir trajediyi edebiyat yapıtına dönüştürmelisiniz. Yok mu bu tür bir edebiyatın örnekleri? Var elbette. Coğrafyanın güneydoğusundan yazan yazarların, bu coğrafyanın, bu coğrafyanın insanlarının yaşadıkları trajedileri, savaşı yakıcı bir biçimde edebiyata yansıttıklarını söylemeliyiz.
HAYATA, 'TUZAKLARINI BİLİYORUM' DİYECEKSİNİZ
Yine sizin hikâyenizden bir alıntı yaparak soralım: İyilik ve merhamet, iyi hikâye yazacakların işi değil midir gerçekten?
Bu alıntı cümlesi, “Bay Kelimeler” öyküsünde önce var olan sonra kaybolan, daha doğrusu kelimelerden çıkıp yine kelimelere dönen Bay Kelimeler adındaki erkek öykü kişisinin edebiyat atölyesine katılanlara yönelik kurduğu bir cümle: “İyilik ve merhamet, iyi hikâye yazacakların işi değildir.” Bu cümle, atölyede bulunanlara ve özellikle maceralı bir sanal dünyadan gelen anlatıcı kadın karaktere bir şok etkisi yapmak üzere kurulmuştur. Öykü ilerledikçe,bu cümlenin kadının karakterin hayatında ve yazı macerasında bir karşılığının olduğu görülecektir… Gerçekçilik anlayışınız, toplumsal olanın yanında yalnızlık, cinsellik, karamsarlık vb. insani yanlarınızı da göz ardı etmeyecek… Hikâye yazarak parçalarınızı toplayacaksınız… Hayatın trajik akışına rağmen imkânsızı isteyecek, suları tersine akıtmaya çalışacaksınız… Tersini söyleme zevkinden ödün vermeyeceksiniz… Başka öykücülerin yazamayacakları öyküleri yazmaya soyunacaksınız… Entrikalara ve daha çok şeye ihtiyaç duyacaksınız… Dünyayı kendi arzularınıza göre değiştirip düzeltmek için yazacaksınız… Kıskandığınız öykülerden daha iyisini kendi sözcüklerinizle, kendi sesinizle yazacaksınız… Kendinizin ölümlü olduğunu bileceksiniz ve öykücülerin ölümünü hazırlamak için yazacaksınız… Melezliğin tadını çıkarmak, öyküyü elinize avcunuza sığdırmak için yazacaksınız… Hayata, “senin sırlarını, tuzaklarını biliyorum” diyeceksiniz ve niçin yazdığınızı bildiğiniz için öykü yazacaksınız… Öykünün alıştığımız, bildiğimiz tanımlarının sınırlarını zorlamak, öykünün kısıtlayıcılarını ortadan kaldırmak ya da kendi öykülerinize yeni kısıtlar getirmek için öykü yazacaksınız… Toplumun farklı kesimlerinden kadınları ve erkekleri ete kemiğe büründürmek, aşk ve bedeni birbiri içinde ve aynı cümlelerde buluşturmak için yazacaksınız… Ağrıyan yanlarınızı dindirmek için de yaşamaya, yazmaya çalışacaksınız ve iyiliğe, merhamete ihtiyaç duyacaksınız, akıllı uslu olacaksınız, öyle mi? Bence hiç değil. En azından yazarken, iyilik ve merhamet, iyi hikâye yazacakların işi değil gibi geliyor bana.
“Cin Ziyaretleri” adlı öykünüzde baba kavramı üzerinden inşa ediyorsunuz kurguyu. Baba neden önemli? Baba, ya da babasızlık mı demeli, nereye dokunuyor hayatımızda?
“Cin Ziyaretleri,” Esra’nın, anlatıcı erkeğin ve her ikisinin ölü babaları olan Cin Nuri ile Sarı Salim’in öyküsü. Öykünün mekânı her ne kadar Ankara olsa da, ölü babalar üzerinden asıl mekân Adana’dır. Bu yanıyla Adana şehrinin beşinci bir karakter olarak öykü karekterleri arasında yerini aldığı söylenebilir. Anlatıcı erkeğin, kadın karakter Esra’nın ağzından Cin Nuri’yi tanımasından sonra öykünün akışı değişir: Erkek öykü kişisi Esra-Cin Nuri, ya da kız-baba’nın yanınadahil olur. Ama öykü ilerledikçe asıl üçlemenin baba-oğul-Esra, yani erkek anlatıcı-Sarı Salim-Esra arasında kurulduğu görülür. Esra’nın bu üçlü arasındaki yeri, şimdiki zamandan geçmiş zamana uzanan ruhsal ve cinsel bir köprü oluşturmasıdır. Erkek anlatıcı, Esra’nın anımsattıkları üzerinden babasıyla ilişki kurar ve sürekli onunla hesaplaşır durur. Ve işte bu köprü oluştuktan sonra oğul artık baba mıdır, erkek anlatıcı kimdir, necidir sorusunun da peşine düşülür… Oğullar ve kızlar söz konusu olduğunda babalar birden fazla nedenle önemlidir. Babalarla çatışılır, babalarla sevişilir! Bu noktada oedipus ve elektra kompleksi etkisinden söz etmek mümkün. Öyküden hareket edecek olursak, baba oğlunun kendisi gibi olmasını ister, oğulsa devrim yapmak ister, diyebiliriz. Bu ise sürekli çatışma demek. Bana sorarsanız babalar, hayatımızın her alanına dokunabilirler. Ölü babalarınsa çocukları için daha büyük bir mesele haline geldikleri “Cin Ziyaretleri”nden de bellidir: Erkek anlatıcının baba meselesine artık ölüm meselesi de dahil olmuştur. En azından bu öyküde baba meselesi bir ölüm-kalım meselesidir.
Son soru: Yine uzun bir sessizlik dönemi mi bekliyor okurları yoksa bir sonraki kitabın çalışmaları başladı mı çoktan?
Yazmayı düşündüğüm, ama Amida, Eğer Sana Gelemezsem romanımın izin vermediği öyküleri yazıp Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati adlı öykü kitabımda topladım. Bu arada yeni öyküler için başka başka temalar, yüzler, sözler birikti tabii. Şu anda yeni öykülere yoğunlaşmam daha kolay gibi görünüyor. Sessizlik döneminin bir önceki dönem kadar uzun olmayacağını umuyorum. Çünkü sendikal alandaki çalışmalarımın sonuna doğru geldiğimi görüyor ve yirmi dört saat edebiyatın içinde olabileceğimi umut ediyorum. Bu yeni dönemde öykünün mü yoksa romanın mı öne çıkacağını doğrusu ben de merak ediyorum.
ÖZCAN KARABULUT KİMDİR?
1958’de Adana’da doğdu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde istatistik okudu. 1979-1982 döneminde ODTÜ Edebiyat Kulübü’nün, 2001-2003 yılları arasında kurucularından olduğu Edebiyatçılar Derneği’nin başkanlığını yaptı. 2009-2011 yılları arasında Türkiye PEN Merkezi 2. Başkanlığı görevinde bulundu. Ankara Öykü Günleri’nin kurucusudur. Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü’nün 68. Kongresi’nde kabul edilen 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nün fikir babası ve başlatıcısıdır. Hüzünle Bazı Günler, Baştan Sona Yalnızlık, Belki de Kaybeden Zaman, Aşkın Halleri adlı öykü kitaplarıyla Amida, Eğer Sana Gelemezsem adlı romanı Can Yayınları tarafından yayımlandı. Bu romanıyla 2009 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazandı. Öyküleri, öykü kitapları çeşitli ödüller aldı.
Özcan Karabulut’a, öykü günleri kurucusu ve 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nün fikir babası ve başlatıcısı olduğu için Bursa Yazın ve Sanat Derneği (BUYAZ) tarafından 2009 yılında Onur Ödülü verildi. “Gece”, “Bir Otel Odasında”, “Rojda”, “Ayna Yazıları”, “Kont’un Köpekleri” adlı öyküleri Uluslararası PEN’in Diversity Projesi çerçevesinde üç dile çevrilerek yayımlandı. Öyküleri Arapça ve İspanyolcaya çevrilen Karabulut’un Aşkın Halleri kitabı Makedoncaya, seçme öyküleri ise San Giovanni’ye Mektuplar adıyla Bulgarcaya, Rojda adıyla Kürtçeye çevrildi. Karabulut, Düşler Öyküler ve İmge Öyküler dergilerinin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Şubat 2012’de yayımlanmaya başlayan 14 Şubat Dünyanın Öyküsü dergisinin genel yayın yönetmeni olan Karabulut, Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği’nin başkanlığını yapmaktadır.