Merhamet yorgunları parmak kaldırsın

Asıl büyük kırılma mültecilerin bireyselliklerini, içlerindeki farklılıkları göz ardı edip, toplulaştıran tanımlamalar oluyor. Böyle olunca da vicdani muhasebe yerini genelleştirilmiş endişelere ve itirazlara bırakıyor. Muhatap; Omar ya da Fatima değil, “Suriyeliler” ya da “mülteciler” olunca vicdan daha kolay kendini karartabiliyor.

Menekşe Tokyay meneksetokyay@gmail.com

Merhamet yorgunluğu (compassion fatigue), özellikle sağlık sektörü profesyonelleri arasında karşılaşılan, uzun süre boyunca başkalarının hastalıklarına, tedavi süreçlerine, travmalarına ve acılarına maruz kalıp onlarla empati yaptıktan sonra gelişen, kişinin bir noktadan sonra duyarsızlaştığı, başkalarına duyduğu şefkatin azaldığı ve bu yüzden de kendini bir ölçüde suçlu ama bir taraftan da rahatlamış ve günün normaline dönüşü meşrulaştırmanın verdiği bir duygu durumu, kimilerine göre bir tükenmişlik hali…

Bu durum sadece sağlık çalışanlarında da gözlenmiyor. Toplumun farklı kesimlerinde, özellikle de ağır insan hakkı ihlallerinin söz konusu olduğu alanlarda, kendisinden olanın acısına ve travmasına özen gösterip, “haricilerin” acısına sağır ve kalpsiz kesilen bir eğilim giderek kök salıyor.

Acının, travmanın, hastalığın biricik ilacı “merhamet” olsa da, giderek “alakart” hale getirilen acılar yarıştırılıyor; adeta “benim derdim seninkinden daha büyük” deniyor. “Ötekileştirilen” kişi, kendisinden “daha eksik insan” olarak görülüyor.

Bu aslında teknoloji sayesinde küçülen ve cebimize giren dünyada herkesin her an yaşanan her güzel ve her kötü şeyin farkında olmasından, dünyadaki gelişmelere şahitliğinden de kaynaklanıyor.

Afrika’da çocukların yaşadığı susuzluk ve kıtlığa da, Akdeniz’de boğulan yüzlerce mültecinin yaşadıklarına da günlük hayatımızda tanıklık ediyoruz. Bir noktadan sonra “çok bilmek” yoruyor ve huzursuz ediyor. 

Ve ne yazık ki bu yorgunluk ne vitamin takviyesiyle geçiyor, ne de kanepede oturup dinlenerek. Kişinin kalbinin orta yerine çökmeye görsün, tüm duygularını peyderpey köreltiyor. İnsan olmak da böyle bir şey zaten…

Doğru siyasi araçlarla ve sosyolojik temelde yönetilmediğinde de salgın etkisiyle çevreye yayılıyor. Zira merhamet hem çok güçlü, hem de yorgunluk karşısında çok kırılgan bir duygu hali…

Mültecilere ev sahipliği yapan bütün ülkelerde toplumların tavrındaki değişimler konusunda Migration Policy Institute (MPI) Europe ilginç bir karşılaştırmalı araştırma yapıyor.

Göç uzmanları M. Murat Erdoğan, Natalia Banulescu-Bogdan ve Lucia Salgado’nun üzerine çalıştıkları ve yakında yayınlanacak bu önemli araştırmanın konusu Türkiye’deki Suriyeliler, Kolombiya’daki Venezüellalılar ve Avrupa’daki Ukraynalılar örneklerinde kitlesel insani akınlar karşısında halk desteğinin değişimini anlamak ve toplumlardaki merhamet yorgunluğunun nedenlerini analiz etmek.

Toplumları ayrıştıran coğrafi sınırlar göç dalgaları karşısında anlamını yitirdikçe, bizi ötekinden ayıran fay hatları değişiyor ve bu değişime karşı savunma stratejilerimiz farklılaşıyor.

Her siyasi kırılma noktasında Suriyelileri ülkelerine geri gönderme konusundaki çağrıların alevlendiği, özellikle son genel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde birçok kampanyanın bu eksenden yürütüldüğü göz önüne alındığında, mültecilere yönelik olarak bir zamanlar onlara kucak açan bir halkın duygu durumu ve merhamet düzeyinin siyasi rüzgarlar karşısında ne kadar değişken olduğunu gördük.

Benzer bir durum; Kolombiya’da Venezüellalılara ve Avrupa’da da Ukraynalılara yönelik olarak yaşandı, yaşanmaya da devam ediyor. Kolombiya’da halk, sınırların artık bundan sonra yeni mülteci girişlerine kapatılması çağrısında bulunmaya başladıktan sonra ülkedeki Venezüellalılara sadece 10 yıl kalma hakkı verilmesi bunun bir örneği… Avrupalılar da Ukraynalılara verilen “cömert” mali destek konusunda sınırlamalar getirilmesi ve onların “geçici koruma” altına alınması konusundaki kamuoyu baskısını siyasetçiler üzerinde hissettiriyor.

Bu araştırma raporunun ana fikri ise şu şekilde: Büyük çapta yer değiştirmeler sonucunda, milyonlarca mültecinin ülkeye girişine hazırlıklı olmayan ev sahibi ülkeler açısından istikrarsızlık ve akut tehdit duyguları ortaya çıkabilir; ancak bu durum aynı zamanda yaratıcı ve cömert politika yanıtlarının verilmesi için bir dayanışma atmosferi de doğurabilir.

Ancak ilk başta ortaya çıkan dayanışma halinin uzun süreler boyunca devam ettirilmesi zor. Halklar, kendilerinden mültecilere ev sahipliği yaparken istenen “adanmışlık” ve “fedakarlığın” da bir “sınırı” olduğunu ifade etmeye başlar.

2011 yılından beri 4 milyonun üzerinde Suriyeliye ev sahipliği yapan Türkiye için de, 2015 yılından beri 2,5 milyonun üzerinde Venezüellalıyı kabul etmiş Kolombiya için de ve yakın zamanda 2 milyonun üzerinde Ukraynalıya kapılarını açmış Polonya için de durum aynı.

Üç durumda da, ortak tarih, kültür, din ve dil paylaşan mülteciler, ev sahibi topluluğa “buyur edildiler”, iç savaştan kaçıp Venezüella’ya sığındıklarında kendilerine “Venezüellalı kardeşim” dendi, “din kardeşlerimize yardım etmeliyiz” diye öğüt verildi, birkaç hafta önce Suriyeli ve Afgan mültecilere karşı en sert ifadelerin kullanıldığı ülkede, Ukraynalı mülteciler için tren istasyonlarına kasa kasa yemek getirildi, insanlar evlerini kendilerine benzeyen sarı saçlı, mavi gözlü Ukraynalılara açtı.

Aslında hemen her yerde ilk olumlu tepkinin dayanakları içinde, “nasılsa kısa zaman içinde geri dönecekler” beklentisi çok önemli rol oynuyor. Yani bu göç dalgalarının sınırlı süreli olacağı ve mültecilerin ülkelerine geri dönecekleri düşünülüyor. Türkiye’de Suriye iç savaşının ilk yıllarında yapılan tüm anketlerde, halkın yarısı Suriyelilerin geri döneceğini düşünüyordu. Ancak bu oran giderek yüzde 2’lere geriledi. Endişelerin ve tepkilerin trendi ise buna paralel biçimde olumsuz yönde değişti.

Prof. Erdoğan’ın yıllardır sistematik bir şekilde yürüttüğü Suriyeliler Barometresi’nde de görüleceği gibi, 2017 yılından sonra Türk kamuoyu Suriyelileri “savaştan kaçan, sığınma ihtiyacı duyan kurbanlar” olarak algılarken, bu algı giderek zayıfladı ve “ülkelerini savunmayan, bize yük oluşturan, tehdit kaynağı kişiler” olarak görülmeye başlandılar.

Kamuoyu yoklamaları artık Türkiye’de ev sahibi topluluğun Suriyelilere empatiyle yaklaşmadığını, onları daha ziyade ülkenin ekonomisini, güvenliğini, toplumsal dokusunu bozan kişiler olarak gördüklerini ortaya koyuyor.

Türkiye’deki en önemli üç sorundan biri olarak Suriyeliler görülüyor ve 2014 yılında toplumun sadece yüzde 30’u Suriyelilerin geri gönderilmesini savunurken, artık bu oran yüzde 88’lere tırmanmış durumda. Hatta eskiden “güvenli bölgelere gönderilsin” diyenler bile “neresi olursa olsun gönderilsin” demeye başladı.

Özetle; bu kabul süreci duygusal ve ahlaki bir görev çerçevesine büründü, adına “misafirperverlik”, “ensar” dendi ve ilk başta güçlü bir dayanışma temeli sunuldu.

Ancak, krizin aciliyeti ortadan kalkıp bu cömertliğin pratik sınırlarına zaman içerisinde “toslanmasıyla” birlikte ev sahibi topluluğun merhamet yorgunluğu, bir dizi endişeyle birlikte su yüzüne çıkmaya başladı: Yeni gelenler kaynaklarımızı tüketiyor mu? Kamu güvenliği açısından tehdit oluşturuyorlar mı? Onlara daha ne kadar “bakacağız”? Yeterince entegre oldular mı, yoksa gettolaşma eğilimindeler mi?

Zira artık beklentiler ile gerçeklik örtüşmemeye başlamıştı.

Mülteciler ülkeye “yük” olarak görülüyor, “ülke mülteci çöplüğüne döndü” nidaları yükseliyordu.  

Araştırma ekibinden Prof. Murat Erdoğan, araştırmada öne çıkan çözüm önerilerini şöyle özetliyor:

Öncelikle, merhamet yorgunluğuna sebep olan faktörler belirlenmeli. Ev sahibi toplulukta, mültecilere verilen destek ve yardımları gördükten sonra bir “adaletsizlik algısı” doğmuş olabilir.

“Biz kuru ekmeğe talim olurken, onlara Kızılay Kart ile alışveriş yapma imkanı neden tanınıyor?” diye sorulabilir.

Veya “bizim başımızı sokacak evimiz yokken Ukraynalılara ve Venezüellalılara konut verilmesi, hiç de adil değil!” diyerek isyan edilebilir.

Vapurda genç kızların görüntülerini gizlice çeken mülteciler üzerinden bu merhamet yorgunluğu daha da öfkeli bir hale bürünebilir.

Mülteciler, giderek “etiketlerle” sınıflandırılır: zengin-yoksul, eğitimli-eğitimsiz, dürüst-namus düşmanı, vs.

Görece haklı sorular ve insani endişeler yanıt bulmadıkça, yani ev sahibi toplulukta kaygı ve yorgunluk yaratan “acı ve yoksunluk noktalarına” yönelik tedavi yapılmadıkça, örneğin Kızılay Kart’ın aslında Avrupa Birliği fonlarıyla finanse edildiği gerçeğini gizleyen mezenformasyon ağları devreye girebilir.

Dolayısıyla, ev sahibi topluluğun ekonomik ve sosyal yoksunluk ve yoksulluk alanlarına yönelik devletin de yatırım yapması, bu merhamet yorgunluğuna yol açan sosyo-ekonomik dinamiklerin de yönetilmesini sağlar.

Prof. Erdoğan’a göre; burada asıl büyük kırılma ise mültecilerin bireyselliklerini, içlerindeki farklılıkları göz ardı edip, toplulaştıran tanımlamalar oluyor. Böyle olunca da vicdani muhasebe yerini genelleştirilmiş endişelere ve itirazlara bırakıyor. Muhatap; Omar ya da Fatima değil, “Suriyeliler” ya da “mülteciler” olunca vicdan daha kolay kendini karartabiliyor. Omar ve Fatima’yı unutan, dünyayı biz mi kurtaracağız bencilliğini daha kolay içselleştiriyor.

İkinci aşamada “iletişim” geliyor.

Hükümetlerin, mültecilere yönelik devlet desteği konusunda bir plan ve zamanlama içeren takvimi, doğru ve kapsamlı bir iletişim stratejisi eşliğinde kamuoyuna tanıtması gerekiyor. Çünkü toplumsal kabul olmadan devlet politikaları tıkanabilir.

Toplumun doğru bilgilendirilmemesi ve güven duygusunu kaybetmesi, büyük kriz ve reddiye yaratabiliyor. Örneğin mültecilere verilen desteğin kaynaklarının ve prosedürlerinin toplumla paylaşılması, tepkileri de dengeleyebilir. Toplum ikna edilmedikçe, popülist söylemler güç kazanır, insanlar tecrübelerinin değil, duyduklarının esiri olurlar.  

Benzer şekilde, 250.000’e yakın Suriyeliye, 100-150 bin Afgan ve Pakistanlıya vatandaşlık veren hükümetin, bu süreci de saydam bir şekilde yönetmesi, halkta bunun bir siyasi hesap olduğu yönündeki algıların ve soru işaretlerinin de bu şekilde bir karşılık bulması gerekiyor.

Hükümetlerin ayrıca, daha esnek, “krize dayanıklı” entegrasyon altyapıları ve hizmetleri kurmaları, mültecileri potansiyel olarak uzun vadeli entegrasyona ve son kertede geri dönüşe hazırlayan “çifte niyetli” politikalar tasarlamaları da öneriliyor. Zira Türkiye’nin ciddi bir ekonomik krizden geçtiği dönemde, Suriyelilerin bir “kalkınma aracı” değil, bir ekonomik yük olarak görüldüğü ve merhamet yorgunluğunun ekonomik gerçekliklerden de beslendiği malum.

Prof. Erdoğan, toplumun devletin süreç yönetimine duyduğu güvene de dikkat çeliyor. Şöyle ki, eğitim ve sağlık başta olmak üzere kamu hizmetlerinde mültecilerden kaynaklı sorunlar yaşanırsa, mültecilerin ülke içindeki yerleşimi konusu kontrolden çıkarsa, ya da yeni girişlerin ardı arkası kesilmezse “ülke yol geçen hanına döndü” algısı güçlenirse, en mağdur olan mülteciye bile dayanışma tükenebilir.

Ayrıca mültecilere yönelik uluslararası yardım ve kalkınma fonlarının, bir bölgedeki yerli halkın da faydalanacağı altyapı projelerini kapsayacak şekilde çeşitlendirilmesi ve bunun da topluma anlatılması gerekiyor.

Prof. Erdoğan’ın hesaplamalarına göre Türkiye’deki okul çağındaki Suriyeli ve diğer mülteci çocukları için en az 1500 ilave okul ve 50-60 bin ilave öğretmen gerekiyor.

Bunu yapamayınca, insanların tepkileri “mülteci” ya da “yabancı karşıtlığı”ndan değil, “eğitim kalitesi”nden dolayı artıyor. Devletin kapasiteyi güçlendirmesi hem mülteci çocuklar hem de yerel toplum için gerekiyor.

Her ne kadar 2016 yılında AB ile yapılan mülteci anlaşması büyük ölçüde bir dışsallaştırma politikası gütse de, bu anlaşma sayesinde Türkiye’de 300 civarında okul yapıldı. Ama bu ihtiyacı karşılamıyor. Daha büyük kaynaklar gerekiyor. UNICEF, Dünya Bankası, UNDP gibi kurumlar bu konuda daha aktif rol oynamalı. Ama başta AB olmak üzere uluslararası kurumların desteklerini kendilerini koruma planlaması ile yapmaları da toplumdaki tepkileri artırıyor, “çifte standart” uygulamaları Batı-karşıtı söylemleri destekliyor ve merhamet yorgunluğu meşrulaşıyor. 

ABD’nin 40. Devlet başkanı Ronald Reagan, Birleşmiş Milletler’in 21 Eylül 1987 tarihli 42. oturumunda yaptığı bir konuşmasında, “Bazen bu dünyanın dışından gelen bir uzaylı tehdidiyle karşı karşıya kalsaydık dünya çapındaki farklılıklarımızın ne kadar çabuk ortadan kalkacağını düşünüyorum,” demişti.

Uzaylı tehdidiyle umarım karşılaşmayız. Ancak mevcut şartlarda her ne kadar zor bir görev olsa da, bizden merhamet bekleyen insanlar halen var. Hem de çok yakınımızdalar… Bu merhamet duygusunun makul bir çerçeveye kavuşturulması için ise, karar alıcıların bu ve benzeri akademik çalışmalara kulak vermesinin vakti geldi de geçiyor bile…

Tüm yazılarını göster