Merhamet yorgunluğundan, umudu dürtmeye   

Prodüksiyonundan hiç kısılmamış, ayarı bozuk bir felaket filmi gibi her gün daha fazlasıyla karşılaştığımız aşırılık ve saldırganlık, “normal” saydığımız sınırların üstünden giderek kısalan aralıklarla dozerle geçerken… Toplum olarak ne yapacağız ve nasıl yapacağız?

Zehra Çelenk zcelenk@gazeteduvar.com.tr

Biri ya da birileri türlü yollarla düzenli olarak size saldırdığında, hayatına, kendisine ya da hayatın kendisine duyduğu öfkeyi çarpık biçimde size yönlendirdiğinde ne yaparsınız? Her tür sözleşmenin esası olan karşılıklık asgari biçimde olsun sağlanamadığında, haklarınız gasp edildiğinde nasıl davranırsınız? Ya da biri sırf kendisi daha rahat yürüyebilsin diye evinizin kapısının önüne uzanan tüm yolları kapattığında?

Derdinizi anlatmaya, bir diyalog yolu bulmaya çalışır, bunun mümkün olmadığını anladığınızda da daha fazla zarar görmemek için o ilişkiyi/iletişimi bitirir, o sözleşmeyi sonlandırır, “oradan” çıkmanın bir yolunu ararsınız. Barışçıl çözüme dair umudunuz tükenmiştir. Başlıca isteğiniz daha fazlasına maruz kalmamaktır, “bir son duygusu”.  Bunun mümkün olmadığı durumlarda hukuki yollara başvurursunuz, vekaleten hakkınızı ararsınız.

Yolunda gitmeyen, tıkanmış, zarar veren bir şeyleri sonlandırabilmek aynı zamanda hayata devam etmenin, başlangıçlar yapmanın, yürümenin, salt hayatta kalmanın değil yaşamanın da yoludur çünkü. Bunu yapamadığınızda, hayatta kalmaya çabalarken çocukluğun bilgisayar oyunlarının iki boyutlu rotasında yürüyen kahramanlarına dönersiniz. Dağlar, denizler, ormanlar, “gerçek hayat” hep başka bir boyutta, kontrol de başkalarının elindedir. Yürür ama ilerleyemezsiniz, o döngüde level da atlasanız, engelleri atlayamayıp yeniden de başlasanız, iyi ihtimalle yerinizde sayıyorsunuzdur. Kontrolü sizde olmayan, çıkışsız bir döngüye hapsolmak, yaşamak değil ömür çürütmektir.

Başta saydıklarımın hepsi, hepimizin günlük hayatta sık sık başına gelen, türlü biçimlerde başa çıkmaya çalıştığımız şeyler. Haksızlık, adaletsizlik, saldırganlık, yolunu şaşırmış öfke ve nefret bir ülkenin bütün yollarını tıkadığında bir toplum nasıl davranır, ne yapar peki?

Evleri değil kentleri enkaz altında bırakan bir depremin hiçbir yarası henüz sarılmamışken, hafızada taptaze acıların üstünü her gün yeni acılar kaplarken… Daha aylar öncesinde bir caninin katlettiği kedi Eros için yerin yerinden oynadığı ülke, alelacele çıkarılan bir yasayla sokak hayvanları için bir anda katliam mahalline dönmüşken… Kadın cinayetleri, nefret ve ayrımcılık suçları, yanı sıra irrasyonel şiddet her gün katlanarak artarken… Meclisin ortasında muhalif bir vekilin “sert bir üslupla da olsa” kürsüden ifade ettiği düşüncelerine bir iktidar vekili çıplak yumrukla saldırır, yardıma koşturan bir kadın vekilin de kanı dökülür, meclis artık fiilen bir suç mahalline dönüşürken…

Prodüksiyonundan hiç kısılmamış, ayarı bozuk bir felaket filmi gibi tüm bunlara bir de cehennem sıcağında art arda başlayıp yayılan orman yangınları eşlik ederken… Her gün daha fazlasıyla karşılaştığımız aşırılık ve saldırganlık, “normal” saydığımız sınırların üstünden giderek kısalan aralıklarla dozerle geçerken… Toplum olarak ne yapacağız ve nasıl yapacağız?

Alpay Özalan'ın TBMM Kürsüsünde Ahmet Şık'a saldırdığı anlar

Eskişehir’deki Neo-Nazi saldırısını gerçekleştiren 18 yaşındaki genç, şüphesiz, türlü özentinin tesirindeydi. Muhakkak ki yaptığını çok havalı buluyor, kendini bir film ya da oyun kahramanı gibi hissediyordu. Yine de asla bir bilgisayar oyununun etkisiyle yapmadı bunu. Oyun metaforunu kullanacaksak ille, hayatın kendisini kuralsız, yaptırımsız vahşet ve saldırganlıkla dolduran aşırı sağcı, yıkıcı bir tabloda kendisinin de bir yıkıcı piyona dönüştüğünü söyleyebiliriz. “15” dakikalığına değilse de iki günlüğüne ünlü, önemli ve “ait” hissetme pahasına hapis yatacak, çünkü suçunun, bu oluşturulan nefret iklimine değil bilgisayar oyunlarına atılmak kaydıyla, cezasız bırakılması mümkün değildi. Sonuçta kız arkadaşına, tanıdığı bir kadına saldırmadı ki türlü hazır hafifletici sebepten yararlansın. Hayatları ve bu arada kendi hayatını karartan bir genç cani ve etki altında bir piyon ama asla “bir oyunun” etkisi değil bu.

Ülkenin bile isteye içine sürüklendiği bu kaostan yararlanıp sokaktaki canlıları katleden “fırsatını bulmuşken psikopatlar”ın çoğu cezasız kalacak. Hapishanelerde onlara yer yok ama bir sokak röportajında fikirlerini söyleyen Dilruba hala içeride. Çünkü sokak hayvanlarını katledenler bu freni bozuk gidiş için tehdit oluşturmak bir yana, dehşeti taze tutup gündem yaratan kullanışlı yıkıcı piyonlar. Aklından geçenleri söyleyen biriyse daima tehlikelidir; hele de kadınsa ve sokaktaysa.

Yasa eliyle önü açılan, cezalandırılmayan bütün suçlar gibi, cezalar da aynı şeye hizmet ediyor. Bu korku, kaygı, kaos ve nefret atmosferinde “size de çıkabilir” duygusunu beslemeye.

Çok bilinen Hallac-ı Mansur sözüdür: “Cehennem acı çektiğimiz değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir.” Günümüzün iletişim olanaklarının (Benjamin’e atıfla, tekniğin ve muktedirin olanaklarıyla yeniden ve yeniden üretilebildiği çağda gündeliğin hem yakıtı hem de yapıtı olarak şiddetin…) katkısıyla sözü güncellemek mümkün: "Cehennem, acı çektiğinizi ve acı çekenleri her an herkesin görüp duyduğu ama sürgit bir acı yayın akışıyla acılarda ortaklaşmanın herkese unutturulduğu yerdir.” Göz göre göre körleşme.

Daha bugün bir köşe yazarı ve akademisyen, kedi yavruları için kendi “makul katletme önerisi”ni sosyal medya hesabında paylaştı. “Henüz gözleri açılmamışken su dolu bir kovaya bırakmak”. Dünyanın en masum ve güzel canlılarından birini, uykusunda suda boğmak yani! Çocukluğumuzda kulağımıza çarpan çok zalimce söylentileri hatırlattı bu, ürperdim. Çocukken yolda bir arabanın ezdiği bir kedi yavrusuyla karşılaşmanın günlerce nasıl kabuslarımıza girdiğini düşündüm. O ürperti artık hayatın tamamını ele geçirdi işte.

“Merhamet yorgunluğu yaratır,” diyorduk, şiddet görüntülerinin paylaşılmaması gerektiğine dair yıllardır yazdık, çizdik. Artık öyle bir çaresizlikteyiz ve bu sınır o kadar aşıldı ki, “tekrar görünür” kılabilmek için bu fotoğrafları, videoları paylaşmak durumunda kalıyoruz zaman zaman. Yetmiyor çünkü, söz anlatmaya yetmiyor. Parçalanmış çocuk bedenleriyle, zehirlenmiş köpek ve kürekle vurularak öldürülmüş kedilerle, sokak ortasında katledilen kadınların görüntüleriyle dolu görsel hafızamız ve artık maalesef bundan tam olarak kaçınmanın bir yolu yok.

Marmaris'teki yangının başlangıç noktasını bulan köpek; Kadro

Çocukken bir kedinin ölümüne şahit olmak günlerce uykularımızı kaçırıyordu. Büyüklerin önlemlerine rağmen izlediğimiz hiçbir kanlı film ya da kitap bizi şiddete o denli alışkın hale getirmedi. Şimdi, bu denli önü açılmış gündelik vahşet, çocukların psikolojisini nasıl etkileyecek? Her gün ya sokakta ya da elindeki tablette, telefonda çocukların ve sokak hayvanlarının parçalanmış bedenleriyle karşılaşan çocuk bunlardan değil de bilgisayar oyunlarından mı etkilenecek?

Biz yetişkinleri, hayat şartlarıyla beraber nasıl etkilediği gayet belli. Öfkeyi düzenli olarak yanlış yere boşaltangillerden, aktif veya pasif agresiflerden değilsek, her günü sürdürmeye, ses veremeyenin sesi olmaya, bu arada her günden kendimize “anlamlı bir parça” çıkarmaya, o neşe, sevgi, şefkat, iyilik, güzellik fragmanlarıyla gün sonunu getirmeye çalışıyoruz hepimiz. Ama böyle de gitmez bu. Bu şekilde level atlayabilir, günü devirebilir ama ilerleyemeyiz. Bu, yaşamak değil.

Hoyratlık ve her tür şiddet hayatı o kadar ele geçirdi ki en formelinden nezaket çoğu kez bundan daha katlanılır geliyor. Yine de yetmez. Her şey gibi nezaket ve zarafetin de “oltadaki yem” değil, bir köprü olması, içtenlik ve çaba taşıması gerekir. Düşünsel zarafetine, en keskin konuları dile getirirken koruduğu gerçek nezaketine en çok hayran olduğum insanlardan Murat Sevinç, şu nefis yazıyı yazmış. Biz hepimiz okuyalım zaten, umarım ilgililer de okusun, derin uykulardan uyansın. Murat hoca, son zamanların tatlı bir kalıbını da bence çarpıcı biçimde kullanmış: “Hukuksal anlamda bir anayasamız yok”. Yani, “ana” yasanın hukuksal olmayan bir anlamı olamayacağına göre, hiç yok! Markete krema almaya gidiyorsun ama bakıyorsun ki, tuz yok. Tertemiz, ürkütücü bir yokluk hali.

Bu yokluktan, kendimize değil yine ancak “ortaklıklara” sığınabiliriz. Bizi ülkeden “kaçırabilecek” bir şahsi teknemiz, iç bahçemiz yok. İnsanın içi bir yeraltı sığınağı değil, kâinatın tam ortasındaki bir bahçedir. Sokağı dilsizleştiriyorlar, sokağa ses ver. Umut da denge gibi, denizin ortasındaki kaya değil, alarm gibi her gün yeniden kurulan bir şeydir. Edip Cansever’in dediği gibi “Umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır.” Kendi canını herkes sever, biz “canseverler” olalım.  

Tüm yazılarını göster