Meriç Demiray: Zor zamanlarda edebiyat son özgürlük alanıdır!
Meriç Demiray'ın yeni kitabı Kırmızı Bir Ölüm, Hep Kitap etiketiyle geçtiğimiz günlerde raflarda yerini aldı. Demiray, "Demokratik gelişmelerin zor zamanlarında edebiyat son özgürlük alanıdır ve bizde de öyle, bu alana henüz dokunulmadı. Edebiyatta henüz bir otosansür noktasına gelindiğini düşünmüyorum" dedi.
Merve Açıkgöz
DUVAR - Meriç Demiray ilk öykü kitabı Rocky Cohen ve Muhsin Bey’den Örneklerle Hayatım’ın ardından bu kez bir romanla okuyucunun karşısına çıkıyor. Kırmızı Bir Ölüm, Hep Kitap etiketiyle geçtiğimiz günlerde raflarda yerini aldı. Biz de Kahraman Odabaş’ın bisikletine atlayıp düştüğü yollardan yazarın yolculuğuna uzanan bir röportaj gerçekleştirdik. Demiray, "Demokratik gelişmelerin zor zamanlarında edebiyat son özgürlük alanıdır ve bizde de öyle, bu alana henüz dokunulmadı. Edebiyatta henüz bir otosansür noktasına gelindiğini düşünmüyorum" dedi.
Kırmızı Bir Ölüm’ü yazma fikri aklınıza nasıl düştü?
Sıralama şöyle oldu sanırım: Öykü kitabı yazdıktan sonra “Acaba roman da yazabilir miyim?” dedim. Sonra bunun bir yol romanı olması gerektiğine karar verdim. Ardından bu yolun bisikletle kat edilmesi gerektiğini düşününce iki aşkım, edebiyatla bisiklet birleşmiş oldu ve yazma motivasyonum oluştu. Kahraman’ın kişisel hikayesi gelişirken yolda bir çok kişi ve öyküyle karşılaştığı için aslında öykünün imkanlarının da kullanıldığı bir roman oldu.
Kahramanınızı böyle uzun bir yolculuğa çıkaracağınızı hesaplamış mıydınız, yoksa rota kaleminiz gittiği yere göre mi çizildi bu kitabın yazım sürecinde?
Biz senaryoculukta öykünün sonunu bilmeden yola çıkmayız. Yapı baştan sona ince ince kurulur, sonra aralar doldurulur. Romanda bunu yapmamam gereken bir Stephen King tavsiyesine uydum. Bu tavsiyeyi başkası yapsa çok önemsemezdim, ama öyküleri, dönüşleri ve finalleri bu derece önemseyen, hatta bu konuda bir ekol olan bir adamdan bunu duyunca denemeye karar verdim. Finali bilmeden yazmaya başladım romanı. Kahraman’ın yolculuğunu biraz arkadan izledim, ona hamle yapma şansı ve verdim ve baba haklı çıktı, final bu metinde en çok gurur duyduğum kısımlardan biri oldu. Sanırım bu, öykü geliştikçe, sayfalar yazıldıkça kahramanın olanaklarının derinleşmesiyle ilgili, gizemli ve oldukça heyecan verici bir denklem.
'ROMAN İLGİ İSTEYEN BİR SEVGİLİ GİBİ...'
Sizi en başta senaryo yazarlığıyla tanıyoruz. Edebiyata girişiniz ise bir öykü kitabı ile oldu. Şimdi bir roman... Türler arası geçişlerinizi ve deneyimlerinizi nasıl yorumluyorsunuz? Roman yazmanın öyküye göre zorlukları ya da kolaylıkları var mıdır?
Roman ilgi isteyen, ama bunu yeterince yaparsan sana kalbini açan ve hayatın sırrını sunan bir sevgili gibi, öyküye ve senaryoya göre çok daha fazla özen gerektiriyor, ama duygusal olarak onlardan fazlasını iade ediyor. Ben mesleki sebeplerle biraz parçalı çalıştım. Ara verdiğim dönemler oldu. Bu bile bir çok fiziksel hata olarak bana geri döndü. Bitmiş işi bir çok kez revize etmek zorunda kaldım. Yazdığım sürenin neredeyse yarısı kadar bir zaman bitmiş metnin üzerinde çalıştım, oynadım. Sonra bunun sonsuza kadar sürebileceğini fark ettim ve bıraktım.
'GEZİ BİTMİŞTİ... ÜLKE BİR KARANLIĞA DOĞRU İLERLİYORDU'
Bisiklet kullanan bir yazar olduğunuzu biliyoruz. Karakterinizi ise bir bisiklete atıp şehirlerce gezdiriyor, türlü maceralar yaşatıyorsunuz. Murakami “Koşmasaydım Yazamazdım” der, bu kitabın yazım sürecinde sizin için bisiklet kullanmanın öne geçtiği, bu şehirlerin içinde yazım sürecinizi devam ettirdiğiniz oldu mu?
Aslında bu kitabı bisiklet maceramın gerileme dönemine girdiği bir dönemde yazmaya başladım. Gezi bitmişti, ülke bir karanlığa doğru adım adım ilerliyordu. Bisiklet grubumuz dağılmıştı ve ben de yatak odamın balkonunda duran ve oldukça hüzünlü görünen bu aletle ne yapacağımı çok bilmiyordum. Bisiklet romanı yazmak hayatıma çok şeyler katan bisiklete, bisikletçiliğe bir nevi saygı duruşu gibi oldu. Kitapta anlatılan yolun 350 kilometrelik kısmını iki kez yapmıştım. Bu yaz da 500 kilometrelik Akdeniz kısmını kat etmeyi planlıyoruz. Hikayenin Kuşadası – Didim – Gümüşlük kısmında geçen yılki gezimden çok faydalandım. Bir çok yerde gerçek karakterler kullandım.
İlk kitabın Rocky Cohen ve Muhsin Bey’den Örneklerle Hayatım’da da bu kitapta da şarkılar sözcüklerinizin yanı başında. Yazarken sürekli dinler misiniz, yoksa kapalı kapılar arkasında çıt çıkmadan yazanlardan mısınız?
Saklanmayı sevmiyorum. Önümden insanlar geçmeli. Sabah erken saatler ve Starbucks (çünkü erken açılır) benim için optimum yazma alanı. Masaya otururum. Kahvemden birkaç yudum içerim. Bir Küçük İskender performansı ya da Turgut Uyar, Arkadaş Özger şiiri “dinlerim” youtubedan, ve yazmaya başlarım. En ufak bir ses sızdırmayan kulaklığımdan dünyanın en güzel şarkılarını dinlerim. Yazıyla müzik çoğu zaman büyülü bir şekilde bir araya gelir ve birbirini tamamlar. Senaryo yazarken de müziğin yol gösterdiğine, çözüm ürettiğine çok tanıklık etmişimdir. Yazı ve müzik birbirinin kardeşi gibi.
Kitap dışında daha genel sorulara geçecek olursak... Kimleri okuyup takip edersiniz? Son zamanlarda sizin için öne çıkan yazarlar var mı?
Bu aralar İshiguro’yla aşk yaşıyorum. Gençlere Orhan Pamuk’u okumadan Türk edebiyatını anlamak diye bir şey olmadığını her fırsatta anlatmaya çalışıyorum, bir gün Casas Ros’un Enigma’sı gibi bir kitap yazmak istiyorum ve bazen Murakami, Auster, Fowles, Marias, Marquez, tüm bu adamların yaşam sırrını elde etmiş, bir çeşit kulübe üye olduklarını düşünüyorum.
Bir ayağınız Portekiz’de, bir ayağınız Türkiye’de. Yazan bir kişi için bu ikili yolculuk nasıl yorumlanabilir?
Eşim ve kızım Portekiz’de. Ben gidip geliyorum. Biz de bunun nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışıyoruz bu dönem. Hayatımızı bu yeni denkleme göre kurmaya çalışıyoruz. Henüz delicesine tadını çıkarmış değiliz. Ama başta okyanusun görkemi ve insanların kibarlığı olmak üzere orada gördüklerim beni oldukça etkiliyor. Küçük kahveler içiyorlar, Nata yiyorlar, komünist ya da sosyalist partilere oy veriyorlar ve adres sorsanız bile neredeyse sizi sorduğunuz yere götürecek hale geliyorlar. Kardeşler, dostlar, barışçılar. Yolculuklar en başta insanın olabileceği şeyleri görmeye yarıyor.
Yazarken kendinizi özgür hissediyor musunuz? Ülkenin durumu roman yazarları üzerinde bir otosansür uygulama etkisi yaratabilir mi?
Bunu dizi dünyasında oldukça belirgin bir şekilde yaşıyoruz. Geldiğimiz noktada karakterlerin öpüşmesi bile sorun olmaya başladı. Ama romanda böyle bir sansür uygulamamaya, özellikle politik bazda asla sözümü sakınmamaya dikkat ettim. Hatta tersine, özellikle finalde yazınsal özgürlüğün bugünkü sınırlarını biraz zorladım. Konjonktürel olarak tehlikeli olabilecek cümleler yazdım, tespitlerde bulundum. Yayıncım da bu konuda cesur davrandı, bir cümle bile eksiltme talebi gelmedi, hatta bu konuyu konuşmadık bile. Demokratik gelişmelerin zor zamanlarında edebiyat son özgürlük alanıdır ve bizde de öyle, bu alana henüz dokunulmadı. Edebiyatta henüz bir otosansür noktasına gelindiğini düşünmüyorum.
“Ben Kahraman Odabaş olsam şunu yapamazdım....” dediğiniz şeyler var mı romanda?
Çok var. Ben meseleleri okuyarak ve yakınlarımla konuşarak çözmeye çalışıyorum. O gerçek bir oyuncu gibi, bedenini ve tutkusunu kullanıyor. Kasabalı bir çocuğum ama artık dövüşmeye, bir adamın suratına vurmaya inanmıyorum mesela. Çocuğumu onun kadar seviyorum ama beni bırakıp gitmesine asla izin vermezdim diye düşünüyorum ve yaşayacak tek bir günümü herhangi bir düşünce için asla feda etmek istemezdim.
Hayatınızın bir gününü bir roman kahramanı olarak geçirme hakkınız olsa, hangi roman kahramanının yerinde olmak isterdiniz? Neden?
Ne güzel bir soru, Moda Nero’nun balkonundan denize doğru bakıyorum ve gözümün önünden superman’ler don kişotlar geçiyor. Ama benim kahramanım Rocky galiba. Sadece kendine serseri olmadığını ispatlamak için ringde ayakta kalmaya çalışır, hiç konuşmayan bir kadını sever ve kötü espriler yapar.