Daha önce öğretim elemanı olarak görev yapmış olduğum Mersin’e
yaklaşık 15 yıl sonra, bu kez kentsel tasarım stüdyosu öğrencileri
ile birlikte, inceleme gezisi için gittim. Mersin, bir sürü
özelliği başka kentlerde de bulunan, fakat başka hiçbir kentin bu
özelliklerin tümünü barındırmadığı, özgül bir kent. Ve geçtiğimiz
15 yılda Mersin, hemen her Türkiye metropolü gibi, denetlenemeyen
-ya da denetlenmesi istenmeyen- bir büyüme yaşamışsa da,
özgüllükleri onu ilgi çekici kılmaya devam ediyor.
Her şeyden önce Mersin çok yakın zamanda, 19. yüzyılın
başlarında bir balıkçı köyü iken, yeni kurulan liman sayesinde
gelişmeye başlamış bir kent. Yani, bugünkü kent, civarında neolitik
döneme kadar geri giden ve bugünün metropolü tarafından yutulmuş
bulunan yerleşim alanları olsa da, modern bir inşa faaliyetinin
ürünü. Dahası, kentin hızla büyümesi, bölgesel ve hatta küresel
gelişmelere de (belki tesadüflere demek daha doğru) çok şey borçlu.
Başlangıçta aslen Doğu Akdeniz’in deniz ticaret ağı içinde bir
liman kenti olarak gelişti; bu yüzden de kentin ilk göç(men)
katmanını oluşturan Levantenlerin bu gelişimde önemli bir payı var.
Fakat çok geçmeden, Kavalalı İbrahim Paşa’nın kısa süreli kontrolü
altında endüstriyel ölçekte pamuk üretimiyle tanışan Çukurova
bölgesinin dünya pazarına eklemlendiği bağlantı noktası olma rolünü
de üstlendi. Bu süreçte bölgeye gelen Arap nüfus -önce Mısır’dan
tarım yapmaları için getirilen Sünni Araplar, daha sonra Suriye’den
gelecek olan Arap Aleviler, yeni göç katmanlarını oluşturdu. Bu
süreçte kentin Hıristiyan nüfusu da hem Osmanlı tebaasından hem de
yabancı uyruklulardan olmak üzere arttı. 19. yüzyılın sonuna
gelindiğinde kentte birçok caminin yanı sıra Rum Ortodoks, Arap
Ortodoks, Ermeni Ortodoks, Ermeni Katolik, Latin Katolik ve Marunî
Katolik kiliseleri bulunmaktaydı. Ama bu nüfus artışı ve
çeşitlenmesi bir başka tarihsel olayla da beslenmişti. Amerikan İç
Savaşı’nın yarattığı koşullarda Çukurova pamuğu küresel çapta bir
sınai hammadde olarak parladıkça, Mersin’in önemi de arttı; kentin
ve limanın Bağdat demiryolu hattına bağlanması, ticarete ek olarak
tarım ve sanayinin de liman üzerinden dünyaya eklemlenmesini
sağladı.
Cumhuriyetten sonra Mersin’in liman kenti olarak önemi
azalmadıysa da, bekleneceği gibi kozmopolit dokusu zayıfladı. Her
yerde olduğu gibi Mersin’de de ulus inşasının önemli veçhelerinden
biri (David Harvey’in başka bir tarihsel bağlamda
kavramsallaştırdığı ifadeyle) “mülksüzleştirme yoluyla birikim”di.
Erken Cumhuriyet döneminde ulus inşasının önemli kurumsal
araçlarından biri olan Halkevlerinin en görkemli binalarından biri
Mersin’de inşa edilirken, inşaat sırasında, yıktırılan Rum Ortodoks
Kilisesinin taşları kullanılacaktı. Her şeye rağmen, Mersin’in
kuruluş sürecine karakterini veren kozmopolitanizm, kendini hiç
beklenmedik bir yerde mekânsallaştırmış bulunuyor. Kentin fiziksel
gelişimini şehir plancısı hocalardan dinlemiş bulunan öğrencilere
kentteki toplumsal dokuyu anlatmasını rica ettiğim sevgili Ulaş
Bayraktar bizi şehir mezarlığına davet ettiğinde ilk anda ben de
şaşırdım. Fakat gerçekten de Mersin şehir mezarlığı Müslüman ve
Gayrımüslim mezarlarının yan yana olduğu sıra dışı bir mezarlık.
Bunun da ötesinde, yakıcı güneşin altında bir mezardan diğerine
gezerek dinlediğimiz insan ölçeğindeki kentsel tarih anlatısını
başka türlü dinlemek bu kadar amacına ulaşmazdı.
20. yüzyıl boyunca da Mersin’in göç katmanları birbiri üzerine
eklenmeye devam etti. Ancak burada kentin morfolojik yapısına
değinmekte yarar var. Kuzeyde Toros Dağları ile güneyde Akdeniz
sahili arasına yerleşmiş bulunan kent, doğu ucunu liman ve istasyon
civarında yerleşik sanayi işgal ettiğinden, hep sahil boyunca
batıya doğru büyüdü. Ancak bu büyüme kente yeni katılanların batıya
yerleşmesi yoluyla olmadı. Aksine, Adana üzerinden gelen göç
dalgalarının getirdiği yoksul göçmenler gecekondularıyla doğu ve
kuzeydoğuda tarım alanlarına yerleşirken, kent batıda yeni
prestijli konut alanları geliştirerek büyüdü. Yani batıya doğru
hareket, statü artışının da bir ifadesiydi. Bu durum yakın zamana
kadar da böyle devam etti.
50’lerden 80’lere kadar kentin doğu ve kuzeydoğusuna yerleşen
gecekondular, yeni bir göç(men) katmanı ekledi Mersin’e; kentin
etnik yapısı daha da çeşitlendi. 80’lerde kentin batı ucu yazlık
sitelerle iyice saçaklanırken 90’lar bu kez zorunlu göçle gelen
yoksul Kürt nüfusun kente dahline sahne oldu. 90’larda kentin
merkezi üç ilçesi, kentteki Türk, Arap ve Kürt nüfusların hem
sınıfsal konumları, hem etnik kimlikleri hem de siyasal
tutumlarıyla kentin gerilimli fakat dengedeki siyasal yapısını net
bir biçimde somutluyordu. 1999 Yerel seçimlerinde bu üç ilçede
(Akdeniz, Yenişehir ve Toroslar) belediyeleri sırasıyla HADEP, DSP
ve MHP kazanmış, büyükşehir belediyesi ise tartışmalı biçimde
DSP’de kalmıştı. Bu çarpıcı denge halinin kentsel siyasette hâlâ
geçerli olduğunu söylemek mümkün.
Suriye iç savaşının ardından tetiklenen yeni göç dalgası da
Mersin’de başka türlü yaşanmış görünüyor. Kentin ticaret kapasitesi
belli ki özel bir cazibe yaratmış; Mersin, İstanbul’dan sonra en
fazla Suriye sermayeli işletmeye sahip olan kent. Yani Mersin’in
aldığı Suriyeli göçü önemli büyüklükte bir yoksul bileşene sahipse
de, orta sınıf niteliği de taşıyor. Bu durum -kaba bir kişisel
gözlemle söyleyecek olursam- Suriyelilerin Mersin’de kentsel
hayata, örneğin Adana’da olduğundan daha kolay entegre oldukları
izlenimini verdi bana.
İlginç bir biçimde, Mersin’in göç katmanları Suriyelilerle de
bitmiyor. Önce Akkuyu nükleer santral inşaatıyla kayda değer bir
Rus nüfus kente eklenmiş, daha sonra da bu aşinalığın sonucu
olarak, Rusya-Ukrayna savaşı sebebiyle Rus ve Ukraynalı bir göçmen
katmanı kente -bu kez doğrudan batı yakasına- yerleşmiş. Bu beyaz
yakalı ve orta sınıf göçmen grubu, yer yer üniversite civarında
barınan öğrenci nüfusunu da yerinden etmeye başlamış.
Tabii bu mekânsal gerilimlerin dengede olması sancısız oldukları
anlamına gelmiyor. 20. yüzyıldan bugüne yıkım ve inşa, salt
büyümeyle değil ideolojik çekişmeyle de şekillendi. Kentin uzun
süre batı çeperini oluşturan ve daha sonra da (ve hâlâ) hem
ekolojik hem de sosyal bir eşik olarak işleyen “Efrenk Deresi”nin
adı, bir noktada “Müftü Deresi”ne dönüşür. 80’lerin ortalarında
Özal neoliberalizminin alamet-i farikalarından olan serbest bölge
ile birlikte 52 katlı bir gökdelen inşa edilir. 2000 yılına kadar
Türkiye’nin en yüksek yapısı olan ve 2014’e kadar da Anadolu’nun en
yükseği sıfatını taşımayı sürdüren, neoliberal Mersin’in sembolü
gökdelen büyük bir fiyaskodur; ne ekonomik getiri sağlar, ne kent
merkezinde istenen dönüşümü. Yıktığı ve diktiğiyle kalır. Müftü
Deresi’nin denize kavuştuğu yerde bulunan ve erken cumhuriyet
döneminin önemli mimari eserlerinden biri olan stadyum yakın
zamanda yıkılıp yerini millet bahçesine bırakır.
Sosyal statü yükselişine paralel olarak batıya yönelen sosyal
hareketlilik, son yıllarda Müftü Deresi’nin doğusuna geri dönerek
eski kent yerleşimini bu kez kuzeye, düzensiz ve çok lüks konut
siteleriyle büyütmekte. Bu bir anlamda orta sınıfların merkeze geri
dönüş eğiliminin bir işareti. Aşağıda geleceğim; kentteki siyasal
denge hali büyük ölçekli projelerin hayata geçmesini engelliyor. Bu
yüzden de Mersin’de büyük ölçekli kentsel dönüşüm projeleri
uygulanmış değil. Fakat böylesi projeler gündeme geldiğinde yeni
gelişen lüks konut alanlarının eski gecekondu kuşağına doğru
ilerleyişinin araçları olacağını kestirmek mümkün.
Mersin’de kentsel yoksulluk oldukça yoğun. 80 öncesinin göç
dalgası ile gelenler batıya doğru süren hareketin parçası oldular;
birikim sağlayabildikleri ölçüde daha batıya hareket edenlerin
yerlerini aldılar. 90’larda gelen göç dalgası ise daha kalıcı bir
yoksul doku oluşturdu. Kentin (fiziksel olarak 2-3 katlı betonarme
yapılardan oluşan) gecekondu kuşağı, bugün Suriyeli yoksul
göçmenlerin yerleştiği bölge. Dahası, bu mahallelerde gezen
öğrencilerimizin şaşırarak “tabelasız ve kepenkleri inik dükkanlar”
olarak tarif ettikleri zemin katlar aslında yoğun bir sömürünün
yaşandığı enformel atölyeler ve imalathaneler.
Mersin göç katmanlarıyla oluşmuş bir kent. Her göç dalgası
kentin kenarına ilişerek değil, tüm kenti etkileyecek bir
etkileşimler yumağını üstlerine sererek katılıyor kendinden
öncekilere. Belki kentlerin büyük kısmı için bunu söylemek mümkün
ama bunun farkında olarak yaşayan az sayıda kentten biri Mersin.
Dahası, barındırdığı tüm gerilime rağmen, her göç katmanının kente
eklediği yeni grupların kendilerini, kimliklerini ve hatta
çıkarlarını -görece- ifade edebildiği ve örgütleyebildiği, Türkiye
koşullarında tuhaf bir kent. Örneğin bir liman kenti olarak
benzeştiği İzmir’den de, Çukurova bölgesinde aynı göç dalgalarıyla
yoğurulmuş Adana’dan da çok farklı göçle ve göçmenlerle başa çıkma
kapasitesi. Bunu bir “hoşgörü” meselesi olarak görmek yüzeysel ve
romantik bir değerlendirme olur. Söz konusu olan daha ziyade
kentsel güç ilişkilerinin hegemonik bir yoğunlaşmaya izin
vermemesi. Hegemonik bir bloğun oluş(a)mayışı bir yandan kentsel
gelişimi ve uzun erimli birikim stratejilerini olanaksız kılarken,
bir yandan da kentsel demokrasi adına bir olasılık sunuyor.