Mert Turak: Savaş belleğin öz yıkımıdır

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, Boris Vian ve John Steinbeck’in yazdığı, Işıl Yüce ve Ülkü Tamer’in çevirdiği, “Karıncalar (Bir Savaş Vardı)” adlı oyunu seyirciyle buluşturuyor. Gökhan Aktemur’un uyarladığı tek kişilik oyunda, bir askeri canlandıran Mert Turak ile oyuna, tiyatroya, savaş ve barışa dair sohbet ettik.

Abone ol

Bengi Avşar 

Levent Karataş 

Karıncalar adlı oyun, bugünlerde ülkemizde ve dünyada yaşanan büyük soruna denk düşüyor. İkinci sezon olarak oynanan Karıncalar’da, savaşın ölüm demek olduğu, ölümün de kimsenin kimliğine, yaşına, diline, ırkına bakmadığı gerçeği ağır basıyor. Brecht tiyatrosundan epik sahne ögelerinin yer aldığı oyun, epizotlardan oluşuyor. Ana aktör olarak oyuna damgasını vuran Mert Turak, “Savaş kadar kötü, savaş kadar acı, savaş kadar aptalca bir şey var mı?” diyor.

Karıncalar oyununda Brecht tiyatrosunda epik sahne öğeleri vardı. Sahnede işlevi olmayan dekor, aksesuar yoktu. Karıncalar’ı ikinci sezon yeniden oynamaya başladığında epik tiyatro anlayışıyla özdeşleştirildiğine dair neler söylemek istersiniz?

Ben oyuncu olarak bunu cevaplayabilirim. Brecht tiyatrosundan epik sahne öğeleri var, oyun zaten epizotlardan oluşuyor. Benim için hem zor tarafı var hem de keyifli... Örneğin mayının üzerindeyken ışık gidiyor geliyor. Saatler ve günler geçiyor gün doğuyor gün batıyor. Bunların hepsini içselleştirmek zorundayım. Orada beş saniye için gidebilir ama savaşta üç aya da tekabül edebilir. O yüzden bu hem benim iç aksiyonumu zorluyor hem de beni ayakta tutuyor. Sahne geçişlerinde gerekirse sadece bir kere nefes alıp enerjimi nötrleyip hemen yeni duyguya geçmek için bu epizotik anlatımda olabildiğince anlık geçişlere ve kendi iç aksiyonumu düzenlemeye yöneldim.

"Karıncalar" oyununda yüksek bir tiratla silahların din, dil, ırk ayrımı gözetmeden insanları öldürdüğü ifade ediliyor. Savaşların ve silahların korkunçluğunu nasıl anlatırsınız?

Savaş kadar kötü, savaş kadar acı, savaş kadar aptalca bir şey var mı? Kim ister ki savaşın olmasını. Bıçak kemiğe dayanmadığı sürece, canını, aileni, namusunu, ülkeni koruyamıyorsan, kendini müdafaa edecek durumda kalmıyorsan neden savaşırsın? Keşke sonsuza kadar dünyada savaş olmasa… Şöyle güzel güneşli bir günde huzurlu yürümek benim barıştan anladığım.

Savaşın sadece tankla, silahla yapıldığını düşünmüyorum. Kapitalizmle yapılıyor, ticaret ile yapılıyor, yatırımlarla yapılıyor.

'BARIŞIN OLASI BİR SEÇENEK OLDUĞU GÖZÜKÜYOR' 

Yine oyunda seslendirdiğiniz kahramanlardan çoğu kâbus görürken, siz hücuma yani savaş haline geçmeden, en saf rüyayı görüyordunuz. Jaklin’le atlıkarıncaya biniyordunuz. Savaş belleğinde öz yıkımı denilebilir mi?

Mert Turak ve Bengi Avşar

Savaş, tabii ki belleğin öz yıkımını sağlıyor. Oyundaki isimsiz askerin yolculuğunda bunu görüyoruz savaşın ilk günü her şeyi oyun zannediyor. Koğuşta fıkralar anlatılıyor ama yavaş yavaş yanında birileri ölmeye başlıyor. Arkadaşlarını kaybetmeye başladığında, kolların kafaların kopmaya başladığını gördüğünde, savaşa her şeyi ile şahitlik ettiğinde, sona doğru ölen arkadaşlarının mallarını, ayakkabılarını, cüzdanlarını çalanları gördükçe, mayınlı araziye koyun gibi salındığında artık son damla taşıyor.

Oyuna seyirci kayıtsız kalamıyor. 75 dakika sonrasında oyundan çıktıktan sonra dış dünyadan barışın olası bir seçenek olduğunu görüyorsunuz. Barışın nasıl bir seçenek olduğunu düşünüyorsun?

Keşke kimse kimseyi para için, ırkı için, dini için, katletmese öldürmese… Keşke sonsuza kadar barış içinde yaşasak ne güzel olur...

İsimsiz askerin güvertede gördüğü askerleri karıncalara benzettiğini ve ilk mayına basmasının ardından karıncaların postalına dolması ve canlandırdığınız askerin ağzına kadar yürümesi benzerliği karınca kolonisi çalışma sistemi benzerliği ile mi örtüşüyor? Dinlenmeksizin karıncanın doğayla mücadelesini yansıtan bu benzerlik aynı zamanda askerin düşmanla mücadelesini de sergiliyor. Savaş karşıtı oyun, isminin 'Karıncalar' olması karıncalarla mistik bir yazgı birliğine yol açıyor denilebilir mi?

Tabii ki hepsi asker hepsi çalışıyor, hepsinin görevi var. Karınca sadece postalına çıkan karınca değil ki… Askerlerin hepsi birer karınca mutlak bir bağ vardır… Oyunumuzun dramaturgu aynı zamanda uyarlayan Gökhan Aktemur daha detaylı anlatabilir.

Oyun kahramanlarından olan Çapkın’ın savaştan kurtuluşuna dair tüm umutlarını yansıtan bir sembol olan fasulye fidanı, oyunda bir onur meşalesi gibi göklere sunuluyor ve bu izlediğimiz kadarıyla seyirci de coşkulanmaya yol açıyor, ayrıca oyunun bu bölümü kahramanın güçlenmesinin de nedeni. Bu sahnede oynarken ne hissettiniz?

Fasulye yaşamı simgeliyor tabi, o kadarını biliyorum. Ben oyuncu olarak son bir yaşam belirtisi olduğunu söyleyebilirim. Asker her şeye rağmen fasulye filizini hayatta tutmaya çalışıyor. O sahnede genelde yağmur ne zaman yağacak? Nereye yağacak? Teknik ekip beni burada haşlar mı? Su çok sıcak gelirse ayağımı mayının üzerinden çekmeli miyim? Eyvah su çok soğuk gelirse beni hasta eder mi? Yağmur doğru yere mi yağıyor? Bedenimi önemi arkaya mı almalıyım? Oyunun nöbetçi rejisörü olmanın böyle sorumlulukları da var tabi.

Onun duygusal yanından öte oyun boyunca içimde uyumayan bir göz var, her şeyi kontrol etmem gerekiyor… O yaşam umudu olan fasulyeyi bu durumda bile kendinden daha önemli sayıyor. O yüzden fasulyeyi göklere kaldırıyor; bu çok önemli, oyunu oynarken de hissediyorum. Çapkın’ı da, Azman’ı da karakterleri, alt benlikleri ile varlar. Belki de kutsal bir görev gibi geliyor o fasulyeyi tutmak... Çok etkili bir sahne, evet!

'HAYATIMDA VERDİĞİM EN İYİ KARARLARDAN BİRİ'

Köklü tarihe, kitle kültürümüze derin izler bırakmış bir okul olduğu düşünülen "Darülbedayi İstabul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları" geleneğinin son kuşak temsilcilerinden birisiniz. Bu güzide kurumsal yapı için neler söylemek istersiniz?

Hayatımda verdiğim ender iyi kararlardan biriymiş şehir tiyatrolarına girmek. Burada kalmak, yani ben birçok şeyi hayatıma dair, aktörlüğüme dair İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın bana kattığı değerleri yazıya bile dökemem. Oynadığım başroller, daha oynayacağım roller, bu hazinenin yanında; bir sürü teknik ekip, dekorcu, kostümcü, realizatör, ışıkçı, personel, sahne direktörü, sahne yöneticisi, marangozhane, terzihane, artık evim gibi… Burası hayatımda birçok şeyi değiştirebilir. Tiyatromdan ayrı yapamam!

Geçen gün Harbiye’ye gittim, yitirdiğimiz sanatçılara bir baktım. Son iki sıra ile tanışmışım, çalışmışım, konuşmuşum, sahneye çıkmışım ve o insanlar şimdi artık yoklar… Biz onlardan öğrendiklerimizi öğretmeyecek miyiz? Ben şimdi Haşmet abiden (Haşmet Zeybek) bana kalan mirası böyle aktarabilirim; o anlamda şehir tiyatrosu benim evim. Öyle ikinci, üçüncü evimde, değil… Muhsin Ertuğrul’un bir lafı var: "Kimileri amca olur, teyze olur, dayı olur, kimileri aktör olur." Oyuncuda her zaman tiyatro önce gelir. Tiyatro izin verirse evlenirsin, tiyatro izin verirse çocuk sahibi olursun. O izin verirse işine gücüne, dizine bakarsın…

Böyle dizilerde birkaç hafta yer almak gibi ünlü olmaya delalet etmez; tiyatro başkadır. Seyirciler sizi görmeye Kağıthane’den kalkıp Ümraniye’ye geliyorlar, Sultanbeyli’den kalkıp Kadıköy’e geliyorlar! Bunlar çok büyük değerler… Çok seviyorum tiyatromu ve kendimi ona ait hissediyorum.

"Yeşil Deniz", "Mucize", "Beni Böyle Sev" gibi dizi ve sinema filmlerinde, farklı projelerde oynadınız. Bu oyunculuğunuza neler kattı? İzleyiciye televizyon ve Yeşilçam oyunculuğundan söz eder misiniz?

Bu soruyu bana bir kaç yıl önce sorsaydın "Tiyatro bir er meydanı" derdim. Herkesin tutkusu başkadır: Kimisi çocukken otobüs duraklarındaki film afişlerini görür, oyuncu olmak ister, sinema yapmak ister, sinemaya aşık olarak doğar. Ben tiyatroya aşığım. Ben bir tiyatro aktörüyüm. Jhon Malcovich ile röportaj yapmışlar, adam göğsünü gere gere demiş ki ben bir tiyatro aktörüyüm, şimdi bunu bizde söylesen menajerinde arar, annende arar, babanda arar: "Sen niye sadece tiyatro aktörüyüm dedin?" Böyledir bu her şey onunla başladı. Dünyanın en eski mesleklerinden biridir tiyatro.

Ne demek şimdi oynadığımız dizi senaryosu geliyor, beğenmiyorum diyorlar ki: "Size göre rol yazacaktık…" Bana göre niye rol yazıyorsun? Antik Yunan dönemini okumuşum, Shakespeare okumuşum ,Çehov okumuşum, Oscar Wilde okumuşum. Tiyatro benim için ayrıdır. Televizyonda yaptığınız oyunculuğun, dizide yaptığınız oyunculuğun, hatta sinemayı özel bir yere koyuyorum festival filmleri açısından, performans olabilir ama şöyle söyleyeyim bir dizide bir aktör olarak devamlılığınızı tutabilmeniz, kamera arkanıza geçtiğinizde, oyunculuğunuz nerede kalıyor Duygularınız nerede kalıyor?

Yönetmen o sahneyi önden mi kullanacak arkadan mı kullanacak? Ben o sahnede elimi kaldırıyorsam elimi sürekli mi kaldırmalıyım yoksa indirmeli miyim? Oynamanın belli teknik sorumlulukları, yükümlülükleri var. Sinemada soğuk bir perde de görürsünüz her şeyi; ama tiyatroda İngiltere kralı 4 metre ötenizde nefes alır!

.

'KUTSAL BİR EMANETİ TAŞIMAK GİBİ...' 

Oyunculuk serüveninde şimdiye kadar farklı rollerle başarılı performanslar sergilediniz. Tek kişilik anti-militarist öğeler taşıyan "Karıncalar" oyununda sorumluluğu omuzlarken neler hissettiniz? Hazırlık aşaması ve doğurganlık süreci nasıldı? Daha önce de tek kişilik oyun deneyiminiz oldu mu?

Daha önce "tiyatrohalt" diye bir tiyatromuz vardı, 2013-14 yılları arasında. Bir sigortacı, bir edebiyat öğretmeni, bir oyuncu bir olup, bir tiyatro kurmuştuk. Orada “Sen Olmak” adlı oyunla tek kişilik bir tiyatro deneyimim oldu. Oyunu bir bir buçuk sezon oynamıştık, şimdi kapandı orası.

"Karıncalar" Gökhan Aktemur’un, Ergun Üğlü’nün ve benim gözbebeğimiz gibi. 2011 yılında projelendirip, Ayşe Nil Şamlıoğlu’na sunmuştuk ve bizim için çok önemliydi. Şamlıoğlu, görevden ayrıldı olmadı... Oyunu Süha Uygur’ a sunduğumuzda ise çok heyecanlandı ve beğendi.

Üçümüzün ortak çocuğu olan, ilkleri yapan bir oyun John Steinbeck var, Boris Vian var... Gökhan Aktemur’un zaten kendi uyarlaması ve askerlik anıları var, dolayısıyla kutsal bir emanet gibi taşıyorum oyunu kendi sırtımda. Tarifsiz bir haz veriyor çünkü; rolü yıllar sonra başkaları da oynasa sizinle özdeşleşecek olması. Benden önce de Basri Albayrak oynamış, Gökhan Aktemur yönettiğinde fakat onlar kısa bir süre oynadı oyunu.

Tek Kişilik Oyunlar Festivali'nde Basri geçen gün oyuna geldi. "Performansına nazar değmesin!" dedi. Biz birbirimize devrediyoruz, Basri ile ikimiz, birbirimizin devresiyiz; bu tarifsiz bir haz ve sorumluluk.

Bir oyun olarak "Karıncalar" nasıl bir ivme kazandırdı? Bundan sonraki planlarınız neler?

Zaten "Karıncalar"a kadar geri döndüğümde, bütün oynadığım rollere bakıyorum; hepsinde beni cezbeden zor bir taraf varmış. Bir yılda çello çalmaya çalışmak ve Romeo ve Juliet’te bir trapezci gibi iplere tırmanmak, modern dans yapmak, Kabere oyununda jazz söylemek, dans etmek, Leons Lena da soytarıyı oynamak, "Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz"da üç buçuk saat Aziz Nesin ile başka bir yolculuğa çıkmak, "Postacı" ile Pablo Neruda’nın hayatını oynamak... Ve şimdi de "Karıncalar." Aktör olarak çok şey kattığını düşünüyorum bana. Yer yer sesim kısılıyor, "Keşke" diyorum, "Sesim kısılmasa!" ama o da o karaktere karanlık bir hava veriyor.

İşin en özel kısmı, bizim orada beş artı bir surrounded ses sistemlerimiz, büyük barkovizyon yok. Sahnede alevler çıkmıyor, sadece bir aktör, efektte canım Erhan Aşar, ışıkta Ali Kemal Yılmaz, oyun her ne kadar tek kişilik görünse de ben Erhan ile nefes alıyorum. Bombayı veriyor, verir vermez Ali Kemal ışık veriyor biz üçümüz beraber nefes alıyoruz. Bundan sonraki plan ne getirir bilmiyorum ama yine böyle oynamaya değer beni heyecanlandıracak bir iş olur umarım.