Mesele haber değil bir toplumun yok oluşu
Romanlar tüm dünyada ayrımcılığa uğruyor. Bu konuda konuştuğumuz Hacer Foggo, bu ayrımcılığın ortadan kalkması için eşitlikten başka yol olmadığını söylüyor.
DUVAR - Romanlar, hemen hemen tüm dünyada bütün toplumlar tarafından ayrımcılığa uğruyor. Ama her şeye rağmen onlarla birlikte olan ve Romanların haklarını savunan insanlar da var. Hacer Foggo da onlardan biri. Eski bir gazeteci olan Foggo, yaptığı haberlerde de eşitsizlikler ve yoksullarla ilgili haberler yapıyordu. “Ama,” diyor kendisi “ne zaman kentsel dönüşüm ilan edildi ve Sulukule’ye gittim, o zaman mesele benim için bir haber olmaktan çıktı. Orada hayatın, kültürün, bir toplumun yok oluş sürecini gördüm.”
Bundan sonra da o bölgeden ve Romanların yanından hiç ayrılmamış Hacer Foggo. Şimdilerde Avrupa Roman Hakları Merkezi’nde Türkiye İnsan Hakları gözlemciliği görevini yürütüyor. Ama gönüllü çalışmalarını hiçbir zaman bırakmamış. Son 11 yıldır da “ikinci ailem” dediği Dum Ailesi’nin hukuk mücadelesinde onların yanında yer alıyor. Hacer Foggo ile tüm bu yaptıkları üzerine konuştuk.
Her şeyden önce şunu sormak istiyorum: Nedir bu Romanların çektiği? Bütün dünyadaki bu negatif bakış neden kaynaklanıyor?
Romanlar hem Türkiye’de hem de dünyada çok dışlanan bir toplum. Mesela Macaristan’da zihinsel engelli çocukların gittiği okullara gidebiliyorlar ancak. Slovakya’da Romanlarla Roman olmayanlar arasında inşa edilmiş duvarlar var. Çekya’da Roman kadınlar kısırlaştırılır. Bizde neyse ki bu denli bir ayrımcılık yok. Sanırım o dönemde göçebe bir yaşam sürdükleri ve mülksüz olduklarından dolayı kaynaklanmış bu ayrımcılık.
'SAĞCI DA SOLCU DA İSTEMİYOR'
Kentsel dönüşüm ilk hayatımıza girdiğinde hep yoksul mahallelerde başladı. Sulukule, Tarlabaşı, Küçükbakkalköy, Kağıthane Yahya Kemal mahallesi, Ankara’daki Çinçin mahallesi. Bugünden bakınca şunu düşünüyorum: Beyaz Türkler’in de, entelektüellerin de çok tepki göstermeyeceği yerler. Sağcısının da, solcusunun da istemediği alanlardı. Hatta o dönem Sulukule için bir avukat ihtiyacı vardı. Eski solcu birine gittik. Bize “Ya bırakın yıksınlar zaten oraları” dedi. Her kesimin dışladığı bir topluluk.
Sulukule’ye yolunuz nasıl düştü? Romanlarla olan bağınız nasıl kuruldu?
Sulukule, 1054 yılında kurulan bir mahalle. Hindistan’dan sonra Anadolu’ya gelen Romanların ikinci yerleşim yeri. Orada bir tarih gizli. Ve orada çok yoksul bir halk yaşıyor. “Yoksul” derken, biz buna “derin yoksulluk” diyoruz. Yani, sınıf atlaması Roman olmayanlardan çok daha zor, hatta imkansız olan insanlar. Belki oraya “kentsel dönüşüm Romanların hayatını nasıl etkileyecek” diye gittim ama orada başka bir şeyle karşılaştım. Orada bir evin kapısını açtığınız zaman başka bir şeylere tanık oluyorsunuz.
'GÜLSÜM TEYZE'NİN EVİ YIKILINCAYA KADAR ORADAYDIM'
Okulda dışlanan çocuklarla tanışıyorsunuz. Bizim çocuklarımız rahatlıkla okula gidebiliyor ama Romanların çocukları okulda ayrımcılığa uğruyor. Mesela arka sıralarda oturtuluyorlar, “çingene” diyorlar ya da aileler “bu okulda Romanlar var” diye çocuklarını o okuldan alıyorlar. Orada başka bir şey olduğunu görüyorsun. Aslında “kentsel dönüşüm” deyip oraya girdikten sonra bütün bunlarla karşılaşınca orada kalıyorsun.
Sulukule’de dört yıl boyunca bulundum. Orada bir Gülsüm Teyze’miz var bizim, Gülsüm Bitirmiş'in evi son evdi yıkılan, onun evi yıkılıncaya kadar oradaydım. Davalar açıldı, Sulukule Platformu’nu oluşturduk, o davaların bir kısmı hâlâ sürüyor, belediye ile sürekli görüşmelerimiz oldu vesaire. Bir sürü insan dağıldı. O evler yıkıldı. Yerine böyle ucube, tuhaf evler yapıldı.
'KENTSEL DÖNÜŞÜM DEĞİL, YOKSULLAR İÇİN DÖNÜŞÜM OLMALI'
Ne oldu o insanlara?
Önce Taşoluk’a yönlendirilmişlerdi. Ama şimdi orada da kimse kalmadı. Eskisinden de daha yoksul bir şekilde şimdi Karagümrük, Balat civarında yaşıyorlar. Ama o mahallede bir ekonomi vardı, bir dayanışma vardı. Orada hiç kimse açlıktan ölmezdi en azından. Ama bu durum insanları işsizliğe ve açlığa itti. O zaman da hep söyledik, “kentsel dönüşüm değil, derin yoksulluk yaşayan yoksul kesim için bir sosyal dönüşüm olsun” diye. Türkiye’deki ilk kentsel dönüşüm aslında Sulukule. Şu anda “maşallah” her yerde bir dönüşüm var.
Sulukule’de nasıl bir mücadele verdiniz?
Artık dokunmak, değiştirmek için çalışıyorsun. “Değişmek” derken, kendimize benzetmek değil, bize benzesin değil. Bu değişim ve eşitlik mevzusunu da tartışmak gerekiyor. Çünkü değişim ve eşitliği böyle anlıyor insanlar; bana benzesin, benim gibi yaşasın. Oysa ki değişim kendi kültürüyle, diliyle var olmak ama bizlerin sahip olduğu yurttaşlık haklarına adım atmak. Benim 11 yıldır yaptığım çalışma bu. Onların ulaşmak istediği bu hayata nasıl destek verebilirim. Sadece bu.
Sulukule’de bir platform kurdunuz...
Evet, Sulukule Platformu. Sulukule Platformu’nda bir hiyerarşi yoktu. Orada şuna benzer şeyler oldu: Sulukule’de yürürken, bir gün Sevim Abla’ya rastladım. Kapısının önünde oturuyor, ağlıyor. “Ben ne yapacağım, evim elden gidecek” diye. Eve bakarken dedim ki “Sevim Abla, aslında senin evin tarihi bir ev. Sen bunu kurtarabilirsin. Sana bir dilekçe yazalım. Bunu Koruma Kurulu’na bir götür ver. Bakalım ne çıkacak?” Ama ben sanat tarihçisi, mimar, şehir planlamacısı değilim sonuçta. Neyse, biz dilekçeyi yazdık, Sevim Abla da götürdü. Sonra cevap geldi ve o evin tarihi olduğu anlaşıldı. Yani evi kurtuldu.
Bunu bizim platformdaki mimar arkadaşım Aslı’ya anlattım. Aslı Mimar Sinan Üniversitesi’ndeki bütün öğrencileri topladı. 37 evle ilgili böyle dilekçeler yazdılar ve bu evlerin yaklaşık 20 tanesi kurtuldu. İşi bilenin bir görev üstlenmesi ve bir şeyi değiştirmesi. Aslında sivil toplum bu.
'SİVİL TOPLUM FON YÖNETİMİNE DÖNÜŞTÜ'
“Aslında” dediğinize göre öyle olmayan bir sivil toplum durumu var sanırım?
Türkiye'de yaklaşık 6 milyon Roman yaşıyor. Sadece Romanlarla ilgili 300’ü aşkın dernek, platform, federasyon var. Bir takım sivil toplum örgütleri sektörleşti, şirket gibi çalışıyor; bazıları da fazlaca siyasete angaje oldu. Bu değişim sadece Türkiye’de değil, Avrupa'da da bu hale geldi. Öyle sivil toplum örgütleri var ki binasından içeriye girerken sanki bir holding binasına giriyormuşsun gibi. O yüzden de o ruhu hissetmiyorsun. Brüksel’e kadar uzanan böyle bir yapı var. Vitrine oynuyorlar. Dertleri bir şeyleri düzeltmek değil. Al projeyi, ver projeyi.
Yani şirket gibi çalışan bir sivil toplum örgütünün çalışma alanı olan yoksullara nasıl bir faydası dokunur ki? Hak bilinci yoksa bir holdingin bağış gecesinden ne farkı kalır? Böyle olunca da tabandan, sahadan kopmuş oluyor. İnsanların hayatında bir değişim, dönüşüm yaratmıyorsun. Herhangi bir şirkette çalışıyor olmaktan bunun bir farkı yok. Sivil toplumun çıkmazı da burada. Örneğin “Ay ben Romanları çok seviyorum,” derken bile orada yatan ayrımcı bir dil olduğunun farkında değiller; ama Roman projesi yürütüyor.
Ben hep sahada olmayı, insanlara dokunmayı, çocuklarla olmayı tercih ettim. Bir yerin başkanı olmamayı mesela. “Çimenev” diye bir yer kurduk. Orada, belki de yoksul çocukların ulaşamayacağı bir olanağı getirdi bir gönüllü arkadaşımız. Şimdi çocuklara üç boyutlu yazıcı ile kodlama dersi veriyor. Bir komşumuz kukla öğretiyor. Başka bir komşumuz geldi yaratıcı drama öğretiyor. İşte sivil toplum bu. Komşusu, annesi, velisi; o oradan bir şey getiriyor, başkası bir şey. Sonuçta ben orada eskisi kadar olmuyorum. Gençlerin, çocukların yönettiği bir yer haline geldi. Benim “sivil toplum” denilince anladığım bu.
'SOFRADA OTURAN BİR AİLE VE BİRDEN BİRE YIKILAN EVLERİ'
Sulukule’de tüm bu yıkımları yapan belediye en sonunda oraya bir Sulukule Sanat Akademisi açtı. Buna ne diyorsunuz?
Ünlü Roman yönetmen Tony Gatlif de Sulukule’yi ziyaret etmişti. “Sulukule’yle ilgili bir film yapsan ne düşünürsün, nasıl anlatırsın?” diye sormuştu bir gazeteci o zaman. O da demişti ki, “sofrada oturan bir aile ve birden bire evleri yıkılıyor. Öyle bir sahneyle başlardım.” Tony Gatlif, belediye başkanı ile de görüşmüş ve sohbet etmişti. Başkan, Gatlif’e orada yaşayanların “Roman olmadığını” söylemiş. Gatlif, başkana şu cevabı vermiş: “Bana bak. Ben bir Çingeneyim. Dünyanın neresinde olursa olsun çingeneleri tanırım. Buradakilerin hepsi Çingene” demiş.
Bu belediye başkanı yıllarca Sulukule'nin adını ağzına almak istemedi. Onun için orası Sulukule değil, Neslişah mahallesi, Hatice Sultan mahallesiydi ve bunu proje boyunca kullanmaya özen gösterdi. Böyle konuşan bir başkan. Sulukule’de yapılanlar yurt dışında da duyulup geniş bir kesime yayılınca, evler de yıkıldıktan sonra kendi imajını düzeltmek için bunu kurdu. Ama oranın Sulukule’nin müziğiyle, kültürüyle, dansıyla hiçbir alakası yok. Sulukulelilerin yaşamadığı bir yerde Sulukule Sanat Akademisi diye açılmış ücretli bir kurs işte.
Halbuki zamanında başkanla yaptığımız görüşmede Sulukule’deki bu kültürün, müziğin İspanya’daki Granada gibi yaşaması için destek vermesini istemiştik. Ama bütün bunları reddedip, bütün evleri yıktıktan sonra oraya bir tabela asıp “Al sana Sulukule” diyorsun.
11 yıldır Ataşehir’deki Dum Ailesi’nin durumu ile ilgileniyorsunuz. Orada ne oldu ve olmakta?
Bundan tam 10 yıl önce, o dönemde Kadıköy Belediyesi’ne bağlı olan Küçükbakkalköy Roman mahallesinde evler yıkıldı. Romanları çağırıyorlar, çevre düzenlemesi yapacağız diye. Sonra vahşice evlere giriyorlar ve eşyalarıyla birlikte evleri yıkıyorlar. Ve yıktıktan sonra o enkazı bırakıp çekip gidiyorlar. İnsanlar bir tane çeşmeyi saklıyorlar ki, elimizi yüzümüzü yıkayalım, yemek yapalım diye. Ama bir hafta sonra zabıta gelip bu suyu da kesiyor.
'GİT SOKAKTA YAŞA!'
Orada haksız bir biçimde yıkılan evlerden biri de, Yüksel Dum ve ailesine aitti. Yüksel Dum, Kadıköy Belediyesi’ne dava açtı. Bu arada dava sonuçlanıncaya kadar da, evinin enkazına bir baraka kurdu ve gelini, torunları dahil 18 kişilik ailesini bu barakaya yerleştirdi. Dava sürerken Kadıköy Belediyesi Dum ailesinin yerini ihaleyle S.S Ataşehir Hukukçular Konut Yapı Kooperatifi’ne sattı. Bu ihaleye hukuki yoldan itiraz edildi. İtiraz sonucu Danıştay, Dum ailesi lehine bir kaç kez aynı kararı verdi. Ama Kadıköy Belediyesi, Danıştay kararını tanımadı; ihaleyi iptal etmedi. Kooperatif, 18 kişilik aileye diyor ki “Git sokakta yaşa!”
On bir yıldır bu hukuksuzluğun durdurulması için çalmadığımız kapı kalmadı. Bu süre içerisinde barakada çok zor koşullarda yaşamını sürdüren, çiçekçilik yaparak ailesine bakan baba Yüksel Dum, ardından eşi Nigar Dum hayatını kaybetti. Çocuklar babaları ve annelerinin bıraktığı mücadeleyi sürdürüyor. Serhat, Ferdi, Başak ve Neşe okuyorlar. Asmin henüz 5 yaşında. Evleri yıkıldığından bu yana, 11 yıldır her türlü temel ihtiyaçtan yoksun koşullarda ve sürekli kooperatifin “çıkın” tehdidi altında yaşıyorlar.
FARELERLE BEBEKLER YAN YANA
Kadıköy Belediyesi’ne gittiğimde “Bir kere gidin oraya ve bu insanların 11 yıldır bu şartlarda yaşadığı yerde bir gün kalın bakalım.” 1 geceyi geçtim, 1 saat o evin içinde oturun ve bunu hissedin. Bütün hikâye de orada saklı. Kimse hissetmiyor. Çünkü insanlar sadece dışarıdan görüyor. Söz konusu Romanlar olunca “Bir şey olmaz, ne olacak ki, bugüne kadar böyle gelmiş” diyorlar. Bir sürü hikâye var aslında. Yıkımdan sonra gidip çadırlarda yaşayan insanların nasıl yaşadığını gördüm. Bebeklerin kulaklarını fareler kemiriyordu. Neler neler...
'EN BÜYÜK HAYALİ SICAK SU'
Dum ailesindeki çocuklar ne durumdalar?
“Çingene çocuk üşümez, onlar hastalanmaz. Onlara bir şey olmaz.” diye düşünüyorlar. Korkunç bir ırkçılık ve ayrımcılık yani. Serhat var mesela, barakadan okula gitmek istemiyor. Bu travmayı 12 yaşında kendi halletmeye çalışıyor. Rant yüzünden, o paralar yüzünden insanlar kafayı yemişler, gözleri dönmüş. O köşeyi alsınlar da rezidansı dikip rahatlasın müteahhitler. Oradaki 18 kişinin ne olacağı umurlarında değil. O çocukların en büyük hayali bir sıcak suyu, banyosu olan bir ev. Ama geldiğimiz noktada barakanın bile yıkılmaması için uğraşıyoruz.
RİSKLİ YAPI DEĞİL, RİSKLİ GELECEK
Danıştay'da davayı Dum Ailesi kazandığı halde Ataşehir Belediyesi Kentsel Dönüşüm Müdürlüğü gitmiş bu barakaya "riskli yapı" raporu yazmış yıkılması için. Orada bir yapı yok bir kere. Ayrıca oradaki çocuklar sokakta kalacaklar. Asıl risk bu. Bunun bedelini ödeyemezler. Senin çocuğuna sorsam ne olacaksın diye, bir cevap verir. Ama Serhat’a sorsam şöyle bir durur. Çünkü çocuğun başındaki damı gidecek. Bunu nasıl düşünsün. Damı giderse bu çocuk ya hurdacı olacak ya çiçekçi olacak. Başka çaresi yok. 11 yıldır hiçbir şey anlatamadık. 2 insan öldü bu süreçte. Geldiğimiz nokta ise barakanın yıkılmaması.
Ta en başında, o zamanki belediye başkanı Selami Öztürk'le ilk konuştuğumuzda bu durumu kabul etseydi, iş bu noktaya gelmeyecekti. Ama bu işin sağ ya da sosyal demokratı yok, “yoksul” hep yoksul. Farklı düşünselerdi evleri yıkılan bu insanların çoğu şimdi Pendik’te çadırlarda, çamurlar içinde yaşamayacaktı. Bu çocuklar belki de okula gidip üniversiteye girme şansı yakalayacaktı. Ama bu yüzden sorun halka halka büyüdü. Şimdi o çocuklar toplumun karşısına çok başka bir şekilde çıkacaklar.
Peki, geçmişte yapılan Roman açılımı bir işe yaramadı mı?
Romanlar daha çok görünür oldu. Mesela biz böyle bir söyleşi yapabildik bu sayede. Şu anda Türkiye’nin bir “Ulusal Roman Eylem Strateji Planı” var! Ama uygulamada henüz bir adım atılmadı, önyargılı bir bakış var. Strateji planına iki yıl emek verdim. Bizim önerdiğimiz izleme kurulundan bilemediğim bir nedenle ismim silindi. Trajikomik. İstihdam, barınma, eğitim konusunda daha kapsayıcı bir çalışma yapılmalı. Bu çalışmalar siyasetler üstü olmalı. Yoksul bir toplumu eşit vatandaşlık düzeyine getirmek istiyorsan hangi görüş, hangi partinin iktidarı olursa olsun siyaseti unutup hak temelli politika üreteceksin. Örneğin istihdam konusunda Romanlara “ne yapalım, ne istiyorsunuz?” diye sormalısın. Bazıları diyor ki, “Ama onlar da çalışmak istemiyor?” Peki nasıl bir iş verdin? Temizlik işi. Belki o kişi müzisyen, belki yeni bir şey öğrenmek istiyor. Önce önyargını yık. Kafalardaki kalıplar olduğu gibi duruyor.
Bir çeşit Roman romantizmi de yapmamak gerekiyor. “Ay Romanları çok seviyorum. Harika insanlar. Bayılıyorum onların özgür yanlarına” Bu da başka bir çeşit ayrımcılık. Yeşilçam’dan beri çizilen bir şey var: Romansan sabah oynarsın, akşam oynarsın. Kafanı hiçbir şeye takmazsın. Dünyadaki hiçbir kültürde böyle bir şey yok. Müziğe bir yetenekleri var diye, böyle bir hayat yaşamıyorlar ki. Akşama kadar 15-20 lira kazanayım, eve ekmek götüreyim derdindeler. Bunu da hurdacılık yaparak, itilip kakılarak yapıyorlar. Ne oynaması! Bütün büyük şarkıcıların orkestralarında Roman müzisyenler var. Sor bakalım, hangisinin sosyal güvencesi var. Aslında bunlarla mücadele etmek lazım. O kültürü yaşatmanın yolu eşitlikten geçiyor.