Adli yıl açılışı artık Beştepe’de yapılıyor. Kuvvetler ayrılığının bitip bütün kuvvetlerin hangi merkeze sadakatle görevli hale getirildiği konusunda ve sistemin karakteri hakkında sembolik olmayan kuvvetli bir gösterge. Beştepe, yargı mensuplarına imkanlarını açmıyor, onları bağlılıklarını sunmak için ayağına çağırıyor, onlar da talimatları dinlemeye gidiyorlar. Zaten talimatlar da gayet açık ve ilanen medya üzerinden verilmeye devam ediyor. Çoklu hukukun “muteber zevatı” güç temerküzü için aynı merkezde buluşuyor. Bu yılki törene bağlılık sunmakta sorun çıkaran barolar davet edilmemiş. Barolar hem sarayın kaçak olduğunun yargı kararıyla tescili hem de yargı bağımsızlığının ayaklar altına alınması dolayısıyla; “iyi olmuş, biz suça ortak olmayacağız” tepkisi vermişler. Muhtemelen gelecek yıl, açılacak 2 numaralı barolar törenlere katılırlar. Neticede daha kurulmadan parti genel başkanlarından talimat almaya ayaklarını alıştırdılar.
Yargı yılı açılış törenleri, yürütme ve yasamanın eş kuvvet olarak yargıya duydukları saygıyı gösterdikleri bir seremoni olarak vardı. Hatta yapılan konuşmaların, yargının şikayetlerini ifade ettiği, diğerlerinin de yargı bağımsızlığına bağlılıklarını teyit ettikleri içerikler taşıması usuldendi. Şimdi aralarından su sızmayan Metin Feyzioğlu’nun eleştirileri biraz rahatsızlık verdiği için, Erdoğan’ın tören terk etmişliği hatta Cumhurbaşkanı’na bile “kalk gidiyoruz” demişliği de var. Şimdi arzulanan hiyerarşi, saklama, gizleme gereği duyulmadan açıkça sergileniyor. Konuşmalardaki tonlama, beden dili, herkese yerini gayet güzel hatırlatılıyor. Erdoğan’ın, “milli iradeye engel çıkaran güç temerküzüne son verip, herkesin işini yapmaya başlaması” dediği şeyin ne olduğu çok açık.
Erdoğan, herkesin “haddini bildiği” sınıra çekilmesini reform olarak anlatıyor: Adalette ve özgürlüklerde -ifade hakkı da dahilmiş- çok ileri noktalara varıldığı iddiasını tekrarlıyor. Pek çok kişiye şaşırtıcı geliyor belki ama bu sözlere sahiden inanıyor. Bütün uluslararası kriterlere ve sıralamalara göre seviye düşen, artık alt ligde yer alan bir ülke olmayı çok önemsemiyor. Özgürlük ve hak diye neleri dikkate aldığına, bunların kim için geçerli olduğuna ve ayak bağı gördüklerinin yoldan ne kadar temizlendiğine göre bir reform tarif ediyor. İlerleme denilen şey, engellenmeden ne kadar ileri gidilebildiği olunca şaşılacak bir şey yok. Hemen her meselede olduğu gibi yapabildiklerinin nasıl karşılık bulduğuna, bir bedel yaratıp yaratmadığına bakarak karar veriyor. Bir zamanlar “Kopenhag kriterleri olmazsa yaparız Ankara kriterleri” demesi bu yüzdendi. “Ankara kriterlerinin” anlamını yaşayarak öğrendik. AİHM Başkanı bugün gururla Türkiye’den ödül almaya geliyorsa, sıralamaların ne önemi var.
Bu sene yapılan konuşmanın daha da özel bir bölümü vardı: Baroları sıkıştırmak yetmez “avukatlıktan men” imkanı da lazım ve “gereğini yapacağız” dedi Erdoğan: “Diğer kurumlarda kişiler nasıl mesleklerinden men edilebiliyorsa, avukatlar için de böyle bir yöntemin gerekip gerekmediği tartışılmalıdır”. Barolara yapılan muamelenin tam istenen neticeye varmadığı anlaşılıyor. Daha önce İçişleri Bakanı da yaptı, şimdi Erdoğan tekrar ediyor -ve ilk defa olmuyor- henüz sürmekte olan bir yargılama ile ilgili kanaat belirtip, “yüksek yargı” başkanları önünde alkışlarla hüküm kuruyor. Herkese cezasını kestiği gibi, savunmaya mezun olanların sınırlarını da oracıkta çiziveriyor. Hukukçu değilim, bu yüzden meselenin yargı bağımsızlığını sakatlama açısından nasıl tehdit içerdiği konusunu burada noktalayıp uzmanlarına bırakayım. Muhtemelen bu etraflıca tartışılacaktır. Barolar hukuki cevaplarını vermeye başladılar bile.
Bir gazeteci olarak, kendi mesleğimizde yaşanan deneyime dayanarak hukukçulara birkaç şey söylemek isterim: Artık her alanda, bağımsız hareket edebilenlere -etme riski taşıyanlara- veya kendi ağırlığı olan kavram ve kurumlara tahammülsüzlük sınırı aşıldı. Alanı kontrol etmek, ele geçirmek, sınırlamak yerine, alanı tamamen kapatma ve imha/ilga aşamasına geçildi. Gazetecilikte şöyle bir seyir takip etti: Önce gazetecilere baskı, sonra medyayı ele geçirme; kurumlara el konurken, akreditasyon uygulamaları ve sarı basın kartını gazetecilik ruhsatına çevirerek tek tek gazetecilerin işlerini yapmasını engelleme. Daha sonra kitapların, haberlerin bombadan tehlikeli olduğu söylenerek, “onlar gazeteci değil” suçlamasıyla kriminalize etme. Sonunda, gazeteciler alanlarını kaybederken, aslında mesleklerinin imha edildiğini izlemek zorunda kaldılar. Siyasette, akademide ve başka alanlarda da benzer süreçler izledik. Direnebilecek zeminler yaratarak devam etmeye çalışanlar elbette var.
Hukuk alanı, alternatif zemin yaratabilmeye imkan vermiyor. Dolayısıyla, tehlike hukukçularla sınırlı tutulamayacak kadar büyük. Buna, yine Ali Topuz’un kavramına müracaat ederek “anti-hukuk” atmosferinin tüm alanı boğması da diyebiliriz. Avukatların şu anda karşı karşıya kaldıkları ve hızla içinde ilerledikleri süreç, barolara yapılan sistemli saldırı ile -başta örgütlenme olmak üzere- haklarını kaybetmekten daha fazlasını içeriyor. Mesleklerini kaybetme riski bu. Avukatların güçlü ve yaygın bir mesleki örgütlenmelerinin olması önemli bir imkan olarak düşünülebilir. Baro düzenlemesi karşısında yürütülen mücadele -sonuç alamamış olsa da- önemli bir göstergeydi. Şimdi, açık yalan ve çarpıtmalarla bezeli suçlamalar eşliğinde yürütülen saldırılar karşısında, “ama öyle değildi” tarzı saçma savunma girişimleri sonuçsuz kalmaya mahkum. Pozisyon koruyarak mesleğinizin imhasını durduramazsınız, alanı korumak zorundasınız. Alan imha olduğunda “yeşil pasaportlu” mesleğiniz olmayacak.