Mesut Arslan: Evrensel olmanın ilk kuralı lokal olmaktan geçer

Brüksel KVS Flaman Kraliyet Tiyatrosu yönetmenlerinden Mesut Arslan, insan ilişkilerinde de kibirli mesafeyi kaldırmış. Yapay nezaketin yerine, samimi entelektüel bir dil kullanıyor. Sistemin, hayatın merkezine alarak dönüştürdüğü insanı, oyunlarının odağı yapıp, onu dönüştüren şeyleri düşünmemizi istiyor... “Tiyatro nedir, ne değildir, zamana uygunluk sağlıyor mu?” diye tartışırken, tiyatroya bir de Mesut Arslan’ın bize açtığı pencereden bakalım...

Abone ol

Nuray Büyükdağ

Mesut Arslan, Belçika merkezli, Platform 0900 ve Brüksel KVS Flaman Kraliyet Tiyatrosu yönetmenlerinden biri. Eric De Volder adlı Belçikalı yazara ait “Gece Sempozyumu” adlı oyunu, daha önce Belçika’da sahnelendi. Türkiye’de ise 2018 den beri İstanbul Tiyatro Festivali işbirliğiyle Zorlu PSM prodüksiyonluğunda Skylounge sahnesinde sahneleniyor... Söyleşiye Mesut Arslan’dan dinlediğimiz bir aryayla başlıyoruz...

Sahneden perdeyi kaldıran Arslan, insan ilişkilerinde de kibirli mesafeyi kaldırmış. Yapay nezaketin yerine, samimi entelektüel bir dil kullanıyor. Sistemin, hayatın merkezine alarak dönüştürdüğü insanı, oyunlarının odağı yapıp, onu dönüştüren şeyleri düşünmemizi istiyor... “Mesele insan olabilmekte, insan kalabilmekte” diyor. Görsel tasarımın hakim olduğu, tiyatro algımızı yeni projeleriyle de esnetmeye ısrarla devam edeceğini söyleyen öncü bir yönetmen. “Tiyatro nedir, ne değildir, zamana uygunluk sağlıyor mu?” diye tartışırken, tiyatroya bir de Mesut Arslan’ın bize açtığı pencereden bakalım...

Eric De Volder’in Gece Sempozyumu oyununu sahneliyorsunuz. Sizi bu oyuna yönelten neydi?

Oyun çok küçük bir Flaman kasabasında endüstri devrimi ile birden bire zenginleşmiş, burjuvaziyle tanışmış, sonra tekrar dibi görmüş ama içinde bulunduğu koşulu belli etmemeye çalışan bir aileyi anlatıyor. Sistemin en küçük temsili olan, battığı çamurun içinde duygularını göstermemeye çalışırken “nasılsın” sorusunu sistematik bir “iyiyim”le geçiştiren bu aile hikâyesi dikkatimi çekmişti.

Çok lineer (akılsal/düşünsel) nedenleri düşünerek bir oyuna başlamıyorum. Yola çıkarken ne yapacağımı bilmiyorum ama ne yaptığımı biliyorum, hissediyorum. Bir şeyler tetikliyor, yola çıkıyorum ve her şey yolda gelişiyor. Bu oyunu da nasıl ortaya koyacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Topaçlarla karşılaştıktan sonra kafamda oyunla ilgili bir şeyler gelişmeye başladı. Sağa sola salınıp duran, nereye hareket edecekleri belli olmayan topaçlar bana insanın iç dünyası ve dolayısıyla bu ailenin iç çatışmalarını çağrıştırdı.

Oyunda babalarını planlayarak öldürdükten sonra çocukların ilk yaptıkları şey kalbini bulmaya çalışmak oluyor!

Akılla, duygularının, içgüdülerinin arasında kalan insanı işlemeye çalıştım oyunda. Sistemin istediği gibi planlar yapan, şirketler açan, evler satın alan, aileler kuran, çocuklar yapan insanlarla, içinde sevmek ve sevilmek gibi daha duygusal ihtiyaçları barındıran, bu iki dünya arasında kalan insanların çelişkilerini anlatmak istedim. Bu nedenle daireler ve çizgilerle uğraşıyorum. Tavanda asılı olan ve evin en küçük oğlu Charle’ın nişanlısı Minele eve ilk geldiğinde önüne çıkan ve yolunu kesen metal boru, evin bir sistemi olduğunu ve aileye dahil olmak için de o sisteme uymak zorunluluğunu hatırlatıyor ona. Tıpkı hepimizin yaptığı gibi, var olmak için sistemin parçası olmak. O sistemin dayattığı hayatı yaşamak zorunda kalıyoruz...

Bu oyunu daha önce Belçika’da oynadınız. Türkiye’de sahnelerken farklı bir uyarlamaya gittiniz mi, böyle bir ihtiyaç hissettiniz mi? Malum kültürel ve sosyal kodları, alışkanlıkları farklı olan iki toplum.

Aradaki tek fark çöplerimizi biriktirme biçimimiz. Onlar çöplerini tıpkı duyguları gibi ayrı ayrı poşetlerde evlerinde biriktirirler. Sokaklarında sabit çöp konteynırları görmek pek mümkün olmaz. Bizdeyse öfkemiz sevgimiz coşkumuz gibi çöplerimiz de her yerde sere serpe karşımıza çıkan konteynırlardan sokağa taşar.

Evrensel bir konuyu işliyor oyun; para, güç, iktidar. Mülkiyet üzerinden bir ailedeki iktidar savaşına tanık oluyoruz oyunda. Mülkiyet ve iktidar kavgası insanın var olduğu her yerde mevcut. Ve görsel bir tasarımla sahnelendiği için herhangi bir uyarlamaya ihtiyaç duymadım.

Geçen sezon sahnelediğiniz “When in Roma” daki gibi bu oyunda da tekrarlar var? Oyunda herkes üst üste birkaç defa birbirlerine “nasılsın?” sorusunu sorup, karşılığında “iyiyim!” cevabını alıyorlar. Bu tekrarlar neyi temsil ediyor?

Evet, nasılsın sorusuna herkes ruhsuz ve sistematik bir şekilde iyiyim cevabını veriyor. Bir kişi hariç; o da büyükanne. Nasılsın sorusuna “G...me parmağını sokar mısın?” diye cevap veriyor. Çocuklar ve yaşlılar bu sistemin dışındalar.

Deleuze bir kitabında tekrardan söz eder. “Yaratıcılık tekrarın içindedir” der. Ritüellerde, mitolojik hikayelerde olduğu gibi yeni bir şeyin başlaması için eskinin sona ermesi gerekir. Ölüm ve yaşam, güneşin doğması ve batması gibi.

Fakat burada sistematik bir şekilde “nasılsın, iyiyim” deniyor. “Nasılsın” derken aslında ben senin nasıl olduğunu merak etmiyorum. Karşı taraf da, “ben de sana kendi durumumdan bahsetmeyeceğim” diyor. Aslolan sistemi devam ettirmek. Öyleyse çok samimi olmadan, derinleşmeden işimizi yapalım!

Özgün bir tiyatro biçimi ve farklı bir form gördük sahnede, ya da arenada! Seyirci oyundan kafa karışıklığıyla çıkıyor. İzlediği şeyi anlamaya ve yorumlamaya çalışıyor. Türkiye’de anlatım dili daha yalın olan oyunları izleme alışkanlığımız var. Anlaşılır bir tiyatro yapmak önceliğiniz değil gibi.

Ben de hem doğululuk hem de batılılık var. Hem orta oyunu hem de enstelasyon kafası var. Kanlı Nigar’lardan çıkmış bir oyuncu olarak, Avrupa ya gidip Jan Fabre’ler, enstelasyonlar, soyut çalışmalar gördüm. Her şeyi anlattığımız bir tiyatrodan çıktıktan sonra tek bir şey üzerinden birçok şeyi ifade eden bir tiyatroyla karşılaştım başka bir yerde. Ama beslendiğim yer kendi köklerim. Evrensel olmanın ilk kuralı lokal olmaktan geçer. Bütün dünya tabii ki beni anlasın isterim. Ama Rumi’nin de dediği gibi benim sana anlatabildiğim senin anladığınla kısıtlıdır, der. Yapılan yayınlar, televizyon ve gazete haberleri, izlediklerimiz bizim tercihlerimiz gibi sunuluyor. Insanlar bunu talep ediyor deniyor. Hayır, bunlar insanlara dayatılıyor. Sistem seni istediği şekilde yönlendirip istediği şeye dönüştürüyor. Zevklerimiz, taleplerimiz, okuyup izlediklerimiz sistem tarafından belirleniyor ve alışkanlıklarımız haline getiriliyorlar.

Anadolu'nun bir köyünde pamuk toplayan bir amcayla karşılaşmıştım bir gün. Ona aşkın ne olduğunu sordum. O da pamuk toplarken bana döndü ve “16 yaşında aşık olduğum kızla Ayşe’yle evlenecektim. Babası vermedi Fatma’yla evlendim” dedi. Ben de anlatmanın başka bir yolunu deniyorum sadece.

Sahne-seyirci-oyuncu ilişkisi yine kendinize has üslubunuzla oyunun merkezinde. Seyirci elinde taburesi ile oyunu, sahnenin etrafında gezinerek izleyebiliyor. Oyuncular seyircilere müdahale edebiliyor. Bu steril tiyatro algısını, kibirli mesafeyi de bir nebze kırıyor.

Tiyatroda ateşin etrafındaki ritüellerden doğan anlatı vardı, oyuncu vardı, canlandırma vardı, dans vardı, hikâye vardı fakat bir tek şey yoktu; perde! Sahne ile seyirciyi ayıran dördüncü duvarı yani perdeyi batı koydu. İşte benim tiyatromda bu dördüncü perde yok. Ama gerisini koymaya çalışıyorum. Tıpkı ritüellerdeki gibi ateşin etrafında toplanan, hikayesini diğerleriyle paylaşan insanlar gibi düşünüyorum tiyatroyu. Böyle bir tiyatroya inanıyorum.

Oyunun sahne tasarımında enstelasyona, oyunculuklarda ise fiziksel performansa dayalı bir form gözleniyor.

Ben hikâyeye ulaşmak, derdini anlatmak için oyunu sadece maskeye sığdırmıyorum, maskeyi bütün bedene yayıyorum. Görsel sanatın birçok dalından faydalanıyorum. Bütün hareketlerin, devinimlerin üç yıl boyunca tek tek düşünülmüş anlamları var. Daha performatif bir anlatım dili kuruyorum. Hareketlerin belirli bir ritimle ama hikayeyi dramatize etmeden anlatmasını amaçlıyorum. Duygunun bir fiziksel ritmi, görseli oluyor. Sadece maskeye yerleştirmiyorum duyguyu, bütün bedene, fiziksel aksiyona ve sahneye, sese, ritme yayıyorum. Fiziksel ve soyut bir anlatım dili kullanıyorum.

Oyunculuklar böyle bir oyunun organik bütününe hizmet ediyor muydu?

Genel itibariyle çok iyi bir ekip kurduğumu düşünüyorum. Buradaki versiyona uygun performatif oyunculuklar sergilediler. Genelde metot oyunculuğuna ihtiyaç duyulan oyunlarda oynama alışkanlığı var. Böyle bir anlayıştan gelip daha soyut bir tiyatroda fiziksel performansa dayalı bir oyunculuk sahnelemek kolay değildir. Fakat büyük oranda bu organik bütünlüğü sağladığımızı düşünüyorum.

Türkiye’de tiyatro yapmanın zorluklarıyla karşılaştınız mı?

Türkiye'de tiyatro yapmak çok zor. Türkiye’de bağımsız tiyatro yapmak delilik, Donkişot’luk. Bağımsız tiyatroda iyi işler yapıp devam edemeyen birçok tiyatrocu var. Fakat bunun yanında bazen aceleye getirilmiş işlerle de karşılaşıyorum. Çabucak bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Tiyatro yapmak için kullandığımız üretim mekanlarını tüketim mekanına dönüştürüyoruz. Üst üste konmuş fakat işlenip bir ürüne dönüştürülmemiş fikirler görüyorum oyunlarda. Oyunla ilgili tasarladığımız her şeyi bir günde sahneye koymaya çalışıyoruz. Bu, bir dahi işi değil; iki günde yapılacak bir iş değil.

Önümüzdeki sezon Türkiye’de yapmayı planladığınız yeni bir projeniz var mı?

Edward Albee’nin oyunu; Türkçe’ye “kim korkar hain kurttan” diye çevrildi fakat orijinali “kim korkar Virginia Woolf’tan”dır. Ekimde oyunu Belçika’da sahneleyeceğim. Istanbul tiyatro festivalinde sahnelemek için görüşmeler yapıyoruz. Oyun sandalye enstelasyonuyla, 144 tane spotla büyük bir arenada oynanacak.