Mesut Aşkın’la toplu şiirleri üstüne

Şair Mesut Aşkın, “Yer Isındım Gök Üşüdüm” adlı dosyası ve 1993-2019 yılları arasında yayımlanan şiirlerini Klaros Yayınları tarafından yayımlanan “İki Ülke Arasında Kalan Kış” kitabı ile bir araya getirdi. “Son dosyam ‘Yer Isındım Gök Üşüdüm’ü kitap olarak yayımlamak yerine, yakın zamanda yazdıklarımı da içine katarak toplu şiirleri çıkarmaya karar verdim” diyen Aşkın ile doksanlı yılların şiirlerini, kitaplarındaki soruları ve ‘takımdan ayrı düz koşan’ şairliğini konuştuk.

Abone ol

DUVAR - Mesut Aşkın, 1993-2019 yılları arasında yayımlanan üç kitabını ve Yer Isındım Gök Üşüdüm adlı son dosyasını İki Ülke Arasında Kalan Kış’ta bir araya getirdi. Aşkın’ın toplu şiirleri, Klaros Yayınları’nın Dip serisinden çıktı.

Uzunca bir şiir yolculuğu olan ve doksanlardan itibaren dergiler başta olmak üzere yayımladığı kitaplarla dikkat çeken Mesut Aşkın’la toplu şiirlerini, şairliği ve şiiri odak alarak söyleştik.

İki Ülke Arasında Kalan Kuş, Mesut Aşkın, 287 syf., Klaros Yayınları, 2020.

Doksanlı yıllarda şiir yazmaya başladın. Doksanların kendine ait bir şiiri olduğunu söyleyenler var. Daha önceki şiirden, seksenlerin “konformist” şiirinden ayrışmış ve sonraki genç kuşağın arayışına yol ve yön veren bir doksanlar şiiri var mı, oldu mu? Bu konuda senin düşüncelerin neler?

Doksanlı yılların da, şiirinin de hemen “seksen sonrası” olduğu için midir bilinmez, üzerinde yeteri kadar durulmamış, değerlendirilmemiştir. Ortak bir üslubun olmadığı bir dönemde, sebep-sonuç ilişkisi olarak baktığımızda 12 Eylül cuntasının dayatmalarının doksanlarda da hâlâ sürdüğü görülür.

Bu döneme, görünmeyenlerin dönemi de diyebiliriz. Doksanlardan kalan isimler de var, kaybolup gidenler de var ki, kaybolup gidenler her dönemde olmuştur. Ama başka ülkelerde de böyle dönem soruları ya da döneme ilişkin kitaplar, dergilerde dosya konuları var mıdır, bilmiyorum. Bizde “seksenler”, “doksanlar”, “iki binler” vs. olmasının nedeni, acaba diyorum on yılda bir olan darbeler mi? Zira cuntalar geldiklerinde her şeyi yerle bir ettikleri için, acaba edebiyat da yerle bir mi oluyor(du)? Buna evet cevabı da verilebilir. Zira her dönem içeri alınan yazar, şair, aydın... Gerçekten en geniş anlamıyla toplumun ve sanatın soluğu kesilmek için uygulanan baskılar nedeniyle bu soruları, soruyor, çoğaltıyoruz.

Doksanlarda yazılan şiirler de, İkinci Yeni’yi, az da olsa Garip’i takip ediyordu. Ki hâlâ İkinci Yeni takip ediliyor. Tıkalı bir dönem ve bağışla, ister istemez verdiğim cevaplar da bu tıkanıklıktan üzerine düşürüleni almış durumda.

‘DENEYSEL ŞİİRE SICAK BAKMADIM’

Her kitabın olduğu gibi, senin kitaplarının da soruları var? Biraz da bu nedenle her kitabından bir soru olacak. Üç Ayın Kırk Ayini’ninden bir soru şu. İlk kitabın Üç Ayın Kırk Ayini’nin sorusu ve yanıtı neydi? Okur, elbette yapıtla girdiği etkileşim ve edimle şairin, şiirin sorusunu da, yanıtını da keşfe çıkar. Ama kendi keşfiyle şairin amacı, hedefi arasında bir tutarlılık var mı, yok mu onu da bilmek ister. O aradaki alanın da aydınlanmasını önemser.

İlk olarak şunu söylemeliyim. Hiç deneysel şiire girmedim, yakın da olmadım ve sıcak da bakmadım. 1997’de Mersin’de Islık dergisini çıkardığım vakitlerde, düzyazı şiirler yazdım. Kendi dergimin dışında üç, bilemedin beş dergide yayımlandı. O dönemde Aloysius Bertrand’ın düzyazı şiiri “Gaspard de la Nuit”, A. Rimbaud, C. Baudelaire vb. kitaplar ve şairler çok okunur, haklarında çok yazılır, çok konuşulurdu. Türk şiirinde de bunu deneysel olarak yapanlar vardı. Zordur. Ben de yaptım ve bu süreçte, tematik bütünlüklü bir şiir yazmaya karar verdim.

O karardan sonra, bir yıla yakın bir süre hiç yazmadım; yazamadım da diyebilirim. Bu arada sürekli ve planlı bir okumaya yoğunlaşmıştım. O okumalar içerisinde bir gün, İbn-i Haldun’un Mukaddime’sinden sonra neyi yazacağıma karar verdim. Tematik bütünlüğün içeriğini gövde, gövdem, gövdemiz oluşturacaktı. Her şeye dokunan, dokunulan, kazanılan, ayıplanan, yüceltilen gövdeyi yazdım. Yazdıkça aslında gövdenin, bir aşk olduğunu, onun terk edilişinin ne olduğunu, nelere mal olduğunu hem kendime, hem okuruna anlattım. Bunu yaparken arkaik bir dili bilerek kullandım. Zordu, ama zor olanı bilerek yapınca müthiş haz veriyor. Benim için de öyle oldu diyebilirim. O süreçte eve kapandım, bir yıllık suskunluktan sonra kırk günde, kırk bir şiir yazdım. Biten dosyayı tekrar tekrar okudum ve kendimi şiirle buldum, şiirde buldum. Her sözcük bir kavramdı ve kavramlar üzerinden “ses”le birlikte yürüdüm. Ve o kitaptan sonra, aradığım sorunun cevabını da buldum. O da şuydu: Doğaya karşı haddini bilecek, egonu yükseltmeyeceksin. Tanrı katında değil, doğanın biçimlendirdiği, biricik insanlarlasın ve sen de onlardan birisin. Bunu buldum, bunu bildim, öyle yaşadım, yazdım ve yaşıyorum.

Ses, müzikle birlikte düşünülür. Ancak senin şiirinde ses bedensel bir devinim, daha çok bedenin terbiyesiyle ilgili gibi. Ses, müzikle ilgili bir performans olmaktan çok bir beden eğitimi sürecini ima ediyor. Senin dilinde de bedensel terbiyeyle alakalı olarak ses, şiirin asli öğesi haline geliyor sanki. Mesut Aşkın’ın şiirinde dikkati çeken başka şeyler de var, ama galiba en belirgin öğe ses. Öyle görünüyor. Ses-şiir ilişkisi ve sesin senin şiirindeki rolüne ilişkin ne söylemek istersin?

Ses; ritim, ölçü ve dizeler arası ilişki uyumuyla sağlanır. Sorundaki bedenin eğitimini, ben gövde-gövdenin halleri olarak düşünürüm. Gövdenin halleri de üzerindeki başa bağlıdır. Seni bir “kavgadan” kaçıran ya da “kavgaya” sokan gövde değil, onun omuzlarının üzerinde duran baştır. O başın aldığı, gelenek, gördükleri gövdenin yaşadığı alandır. Lenin’in de söylediği gibi “Birey, insan (gövde) olma halini içinde yaşadığı toplumsal varsıllıktan alır.” O varsıllık gövdenin omuzları üzerinde taşıdığı başı biçimlendirir. O biçimlenmiş baş, diğerleriyle seni (beni) ayırır. Bu ayırış, ister istemez bir ayrışmaya da gider. Bu gündelik, verili hayatın içinde de böyledir. Örneğin; bir vedalaşmada ya da telefon görüşmesinde “bye bye”ı, kadını niteleyen kelime olarak “bayan”ı kullanmam. Türkçede “hoşçakal” varken... Verili dilin gündelik kullanımında “ses” arar mıyım, hayır. Ama şiirde dili kullanırken verili dilin sözcüklerini olduğu gibi kullanmam, seçerim. “Seçerim”; benim için seçmek sözcüğü önemlidir. Başkasının iradesine değil, kendi irademin “mim” koyduğu şeyleri (nesneler ve objeler) seçerek, ayırarak kullanırım.

Ses-şiir ilişkisinde örneğin, resimden çok yararlanırım. Evime gelenler bilir. Salondan mutfağa kadar duvarları resimle hareketlendirmişimdir. Duvardaki hareketlilik “ses”tir. Resimdeki her renk bir tuvalin çapraz ilişkili renkleriyle, paralel ya da dikey ilişkiye sahiptir. Tabii iyi resim de.

“Ses” deyince neden resimden örnek verdim? Nedeni, yapılan bir resim doğaya ait bir nesnenin, objenin halini, o halin sesini biçimlendirerek çoğaltır. Resme müdahale fırçayla ya da boyayla değil, ressamın kafasındaki sesle ilintilidir. Şiir de böyle. Gördüğüm, dokunduğum şeylerin sesiyle ilişki kurar şiire bunu giydiririm.

‘MEDET MEDET YA KELİME’

İkinci ve üçüncü kitapların Harf Divanı ve Terk Divanı; aynı zamanda senin şiirinin taşıyıcı kolonları gibi. Külliyatında yer alan iki divan, aslında üzerinde uzun uzadıya durmayı, düşünmeyi kışkırtıyor. Örneğin birinde harf, ikincisinde terk divanına uzandığını düşünebiliriz. Bu durumda, şairin uzandığı Harf Divanı ve Terk Divanı deneyimiyle ilgili neler söylersin? Mesela niye oradaydı; Harf Divanı’na niye uzandı, ordan kalkıp sonra Terk Divanı’na nasıl gitti?

Harf Divanı da, Üç Ayın Kırk Ayin’i gibi tematik, kopuşsuz bir bütünlük içersinde yazıldı. O kitabın yazım sürecinde çok geziyordum, özellikle yurtdışına çok çıkıyordum. Tabii yanımda hep kitaplar; çoğunlukla roman ve öykü, çok az şiir. Gittiğim yerleri, gezdiğim yerleri yazarken ne kadar yabancı bir ülkede olsam da, hep Türkçe başucumda beni tetikleyip duruyordu. Bir gün Hamburg’da bir gezgin olduğum halde, bir sürgün şiiri yazdım. Defalarca okudum. Şiir iyi, ama benim değildi. Sonra eksik olanın ne olduğunu gördüm, ben gezgindim, sürgün değil. Hiçbir şeye biat etmiyordum. Bir tek şey hariç, o da “kelime”ydi. Ve ilk dizemde “medet medet ya kelime” olarak yazıldı. Kelimeye biatla başlayıp kelimeye başkaldıran bir kitaba dönüştü ve Harf Divanı çıktı.

Gelelim Terk Divanı’na. Divan, aynı zamanda toplanılan yerdir, bilirsin. İlk iki kitaptan önce yazdığım tematik bütünlüğü olmayan şiirler vardı. Tematik, kopuşsuz şiir yazmak zordur, gerçekten zordur, ki bunu yapanlar var, bilirler. Açıkçası biraz dinlenmek için dergilerde yayımladığım ve defterlerimde (divanda) toplanmış olanları çıkardım ve bir kitaba sığdırdım. Ve o dönemde, hem ailemden hem şiir-şair arkadaşlarımdan kayıplarım olmuştu. O kitabı onlara ithaf ederek bu süreci öyle kapattığımı söyleyeyim.

Dördü bir yerde; üç eski kitap ve bir yeni dosya; bir bakıma ne var ne yok; geçmiş, şimdi, belki biraz da gelecek; hepsi bir arada yani… Bu bir araya getirmek sanki biraz da düğüm gibi mi? Nasıl yorumlayalım; senin işaretleri, remilleri, rumuzları, sembolleri, simgeleri, şifreleri de imgeler gibi dilin içinden bulup çıkarıp şiire katttığını biliyoruz. Bu dört kitaptan oluşan “toplu şiirler”in metaforik anlamda karşılığı var mı?

Son cümlenden başlayarak söyleyeyim, toplu şiirler dört kitaptan oluştuğu için dört kutsal kitaba (metafor olarak) bir göndermem yok. Ama eğer “beşinci kitap” diye, bir kitap çıkarırsam bu gönderme olmaktan çıkar. Aslında toplu şiirler benim aklımda yoktu. KÇP Yayınevi’nde başladığım süreçle oluştu. İlk önce Üç Ayın Kırk Ayini, on yedi yıl sonra ikinci baskıyı yaptı, dokuz ay sonra da son dosyam Yer Isındım Gök Üşüdüm’ü kitap olarak yayımlamak yerine, yakın zamanda yazdıklarımı da içine katarak toplu şiirleri çıkarmaya karar verdim. Bir düğüm mü attım, hayır. Bir düğümü mü çözdüm, hayır. Yaptığım, elimde olanları sadece bir araya getirmektir.

Erken değil mi eleştirileri ve soruları vardı. Onlara da şunu söylemek isterim: Her gün şiir yazan biri değilim. Börtüye böceğe, denize vs… Bir de yaş erken değil mi diyenlere, kırkından evvel ölenleri de hatırlatmak istedim.

Toplu şiirlerin adıyla ilgili bir soru sormak istiyorum. İki Ülke Arasında Kalan Kış adı, çağrışımı geniş ve bir hayli soru kışkırtıyor. Örneğin söz konusu ülkeler ve arada kalan kışla ilgili neler söylersin?

İki Ülke Arasında Kalan Kış, maddi gerçeklikten kopuş gibi bir düşünceye itse de biz “Kuzeyliler” için (Kuzey Kafkasya halkları) tam da maddi gerçekliğin kendisidir aslında. 1864 göçüyle-sürgünüyle Kuzey Kafkasya’dan buraya (Türkiye) yerleşmiş dört kardeşin torunlarıyız. Orayla bağımızı kurmaya ilk giden bendim. Yüz yetmiş küsür yıl sonra amca çocuklarını bir başka ülkede buluyorsun ve hiç ayrılmamış gibi karşılanıyorsun. Annemin anlattıklarını oradakilere anlattım. Orda anlatılanları anneme anlattım. Ve annem konuşmalarımızı yarım bırakarak, oraya, bize ait bir ezgiyi mızıkayla çalmaya başladı. Ve ben yukardaki başlığa (İki Ülke Arasında Kış) ait şiiri bu şekilde yazdım. Bu vesileyle “Ağıdın Unutkan Dili” başlıklı şiirimden iki betiği buradan paylaşmak isterim:

annem görmediği ülkesi için

saçlarını yakmıştır annem

iki ülke arasında kalan kıştır

ağladıkça siyah beyaz

tuşlarında mızıkanın

annem ağıdın unutkan dili

“Ağıdın unutkan dili”; çünkü düşmüş bir hafızanın yerini bizde, oğullar, kızlar alıyor.

‘AYAK OYUNLARIM SADECE KENDİME’

Son soru; “takımdan ayrı düz koşan” bir şair olduğun söylenebilir mi? Hemen hemen her dönem, belki biraz da gereksinim olarak ortaya çıkan şiirin merkeze alındığı ağsal yapılanmalar; ortamlar, çevreler, gruplar söz konusu. Geçmişte olduğu gibi günümüz için de geçerli. O açıdan bakarak yöneltilmiş bir soru; takımla birlikte mi koşuyorsun, takımdan ayrı düz mü koşuyorsun?

Geçmişte bir sporcuydum. Aynı zamanda hem basketbol oynadım hem atletizmle uğraştım. Atletizmde hep yüz metre koştum, iyi de koşardım (birinden kaçmak için değil, yakalamak için). Latife bir yana, takım oyunu iyidir, egoya ve bencilliğe kaçmazsan bir gövde olur keyif alırsın. Öte yandan bireysel olandan, tek olmaktan hep keyif aldım.Onun duygusu başkadır. Şiir ortamına da çok girdim. Yaşımız gereği “abiler” vardı, zamanla gördüm ki abilikleri bize, bana değil, kendilerineymiş. Olsun dedim, bunu da bir tecrübe olarak ceketimin iç cebine koydum. O kalabalıktan, o güruhtan benim gibi ayrılanlarla güzel dostluklar kurdum. O zamanlar da hep şüpheyle yaklaşmış, uzak durmaya çalışmıştım. Şimdilerde daha iyi görüyorum, hatta kendileri gösteriyorlar bunu artık. Bir merkez yarattılar mı diyeyim ya da küfrettikleri merkeze mi dahil oldular diyeyim… Konuşacak olsam bu konuda çok şey söyleyebilirim. Ama tek başıma olmayı seviyorum, ayak oyunlarım sadece kendime. Temizim ve temiz kalmayı sürdüreceğim. Lakin kendini tek yaşayanların yan yana geldiği sloganla da yürüyorum, yürüyoruz. Neydi o: “You will never walk alone”... “Asla yalnız yürümeyeceksin” sloganını şiar edinenlerle…

Şiire ve hayata vakit ayırdığın için teşekkürler Sevgili Enver…