Hayatta en sevdiğim anlardan biri: Selim Temo anlatmak.
Buraya, duvar’a yaptığımız söyleşinin girişinde “Biliyorsun seninle fahri akrabayız” demişti Selim Abi. Kan bağıyla abim yok ama bu hayatta şahane abilerim oldu. Ali Abi, Vecdi Abi, Selim Abi... Önce okuru oldum Selim Abi’nin – kaç defa anlattım? Dedem kalp krizi geçirmiş (tesadüf mü?), Diyarbakır’daki uzun hastane mesaisinin ardından (tesadüf?) dönüyoruz, steyşın bir arabanın arkasına bindirilmişim en küçük olarak, Ofis’in girişinde duruyoruz, beyaz kapaklı Uğultular’ı alıyorum, yol boyunca okuyorum. Süleyman-Şakir bölümünde, Zarifoğlu gibi söylersem, “içime ani bir olgunluk hücum ediyor”.
İlk konuşmamız telefondan. Yüksek lisans için ona akıl soruyorum. Ümraniye’den Kadıköy’e giden 20Ü otobüsünü bekliyorum 1 Mayıs durağından. Artık Esmer çıkmış, ben öteki kitaplarını okumuşum, kimi şehirlerde dizeleri kalmış aklımda, Çiftlere Cinayet Dersleri romanını Antakya’da kör bir sahafta satın almışım, Uğultular’dan sonra çıkan şiir kitaplarını okumuşum, Cemal Süreya üzerine yazdığı master tezine ulaşmışım, Kürt Şiiri Antolojisi ise henüz yayımlanmış. Aslında dolaylı olarak Ankara’ya gitmememi söylüyor o telefon konuşmasında. Ben zaten karar vermişim, onun beni doğrulamasını istiyorum içten içe. Bozuk kapatıyorum telefonu: Yıllardır okuruyum, aynı dergiye bile yazdık, ilk telefon konuşmamızda beni neden olduğu yere çağırmaktan imtina etti? O gün anlıyorum, doğru bildiği şeyi söyleyen biri o. O doğru, mevcut bulunduğu yer bile olsa. Çünkü hayat ciddi bir şeydir.
İlk karşılaşmamız, onu dinlemeyip gittiğim okulun lojmanında. 15. Yurt; kimi odasında Şivan sesleri yükselen, kimi odasında kitap kulesinin içinde yaşamaya çalışan ihtiyar gençlerin oluşturduğu bir bina. 505’teyiz biz Erol’la, Veysel karşı tarafta, çaprazda Alphan. Balkonda Doğu kampusa bakıyorum, Alphan’ın odasından sesler geliyor. Genelde bir misafir geldiğinde ses çıkan mekânlardan 15. Yurt, bir tür kütüphane estetiği. Gel, gel yapıyorlar içeriden. Meğer Selim Abi gelmiş. Kimse bizim ilk defa orada karşılaştığımıza inanmıyor. “Beni dinlemeyip buraya geleceğini biliyordum, doğrusu iyi de yapmışsın,” diyor. Gündelik hayatta “doğrusu” diyen birine ilk defa şahit oluyorum. Daha o gün olmalı, bana Dedemin Definesi’ni yazdıran Xelef’in, bizim bahçeye onların evinden geldiğini keşfediyoruz.
Talebesiyim: Doktora tezi yazıyor Mersin’de. Kaynaklara ulaşamadığı zaman kütüphane kâtipliği yapıyorum. O zamanlar telefondan fotoğraf göndermenin hayal edilemediği zamanlar; kaynakların fotokopisi çekiliyor, postalanıyor, bazı zamanlar taranıp e-mail’e ekleniyor. Hayatta en sevindiğim “teşekkür” bölümünün olduğu kitap çıkıyor sonra o tezden. Türk Şiirinde Taşra. O tez yazılırken, artık Cem Şivan’ın oyun arkadaşı ve abisiyim. Şimdilerde kendi janrında dünya gitar birincilikleri kazanan ve tanıdığım en kavi okurlardan biri olan Cem Şivan’a bir minibüs yolculuğu hatırlattığımızda mahcubiyetle gülüyor.
Mardin’de bir üniversite açılacağını, o üniversitede Kürdoloji bölümü planlandığını, bu planın parçası olabileceğimiz haberi geliyor. Esat’taki ev, Boğaziçi Apartmanı’dır artık. “Selim Temo pilavı” şakasının ve bizzat o pilavın hayatımıza dahil olduğu günler. “Ben bile yapabiliyorsam, pilav yapmak asla zor bir şey değildir,” dediği için, onun yaptığı pilava özel bir isim koyuyoruz ev arkadaşlarımla. O bölüm hiç açılmıyor sonradan, ondan da sonra KHK ile ihraç edileceği Artuklu’ya gidiyor. Bizim evden arıyorlar beraber; kardeşim, annem, babam, Selim Abi. Bizimkilerin misafir etmekten en çok mutluluk duyduğu insanlardan biri oluyor.
Batman garajı: Yıllar önce alınmış ve steyşın arabanın arkasında okunmuş Uğultular orada, Batman garajında imzalanıyor. Yükümüz, iki ciltlik Antoloji. 20’şerli iki koli taşıyoruz minibüslerde. Diyarbakır’dan Kızıltepe’ye, Kızıltepe’den Batman’a, Batman’dan Silvan’a. O gün anlıyorum dizesini: “Silvan, çocukluğumun başkenti”. Ristemê Zal mağaralarını anlatıyor, Malabadi Köprüsü’nü, Batman’dan gidiş gelişlerini, Farqîn’in yemyeşil doğasını. Hasankeyf’e gidemiyoruz ama yıllar sonra birçok erkek kardeşinden biri olan Ali, belgeselini çekecek.
Nihayet editörüyüm: Muhreç bir akademisyen olarak, yıllarını vererek yazdığı Horasan Kürtleri’ni yayına hazırlıyorum. Her gün yeni bir e-mail, her gün yeni bir ek geliyor. İkimiz de farkındayız; bir yerde dur demezsek, kitap sonsuza ulanacak. Söylemek üzereyim ki, “en en en son” konu başlıklı e-mail’i geliyor: “Farkındayım, bir yerde kesmem lazım, kitap artık tamamen sana emanet.” Diyarbakır’da, İstanbul’da Horasan üzerine konuşuyoruz beraber. Daha da konuşacağımızı planlıyoruz. Ve yıllar evvel yazdığı romanı yayımlamak hevesimin olduğunu söylüyorum. En son onunla uğraşıyordu. Ki, çirkin haber geldi. Kriz, kalp, hastane bahçesi, hasta ziyareti. Bu kısmı geçiyorum çünkü şükür ki iyi Selim Abi şu an.
Uzun ara verdikten sonra müzisyen portreleri, daha doğrusu bir şekilde müzikle ilişkili yazılar yazmak istiyordum, ilk yazı da onun başka bir yazısıyla konuşuyordu. Düşünüyorum, ne kadar müzik konuştuk? Sanırım en son uzunca Mem Ararat konuştuk. O yüzden, yazının şarkısı Mem Ararat’ın “Strana Bêdengiyê”si olsun isterim. Çünkü aslında, o kalbin neden yorulduğunu az çok biliyorum.
Başlığa çektiğim şiirini çoğumuz iyi biliyoruz. Artık bu şiirin başka bir manası da var. O çirkin kelimenin, kriz denen şeyin gelip onu hastane bahçesinde bulması. Buna mes’ut bir tesadüf denmez de ne denir?
“babam elin eskilerini giyerdi. ben bu yüzden ezik/ olurum bayram sabahlarında. yani bir sömürgede/ doğan kırılgan olur.”