Metamorfoz ve zamanın yegâne muazzam ruhu

Yas için bir süre ilan edildi ama asıl yas daha başlamadı. İlan edilen resmi süre bir haftada bitiverdi ama kâbus bitmiyor. Kâbus daha yeni başlıyor. Başımıza gelen bu devasa felakette kendinden geçerek orada olmayı seçen, klavye başında tarif edilemeyecek kadar zorlu koşullarda sahada, depremzedelerle hemzemin ve hemhal olmayı seçen herkesin önünde tek tek eğilerek, bu dünyanın en güzel ülkesini ve içimizdeki ruhu onların dirayetinin kurtaracağını teslim ederek selam durmak gerek.

Can Sertoğlu csertoglu@gazeteduvar.com.tr

Yalandan herkes ölür, yalan öldürür demiştik. Yalanın başka marifetleri de var. Yalan güveni erozyona uğratır. Güveni erozyona uğramaya başlayan kişi veya toplumun zamanla onu tamamen yitirmesi kaçınılmaz hale gelir. Önce başkalarına, uzaklara, yabancılara. Sonra otoriteye. Sonra yakınlara, yakınlarına, eşine dostuna. Ailesine. En sonunda da kendine güvenini yitirir ki bunun neticesi ölüme yakın bir enkazdır. Ülkenin bildiğimiz haliyle yüz yıl önce kuruluşundan beri bu milletin birçok şeyi yoktu, eksikti, ama bir yerlerde her zaman belli bir güven duygusu vardı; vicdana, sevgiye, doğruya, adalete. Hayatı ve benlikleri bu mefhumlardan yoksunların çeyrek asra yakın tahakkümü altında toplum da ister istemez yitirmeye başladı güvenini. Sonra bir gün ansızın ülkenin devasa bir böceğe dönüşmüş olduğunu fark ederek uyandık sanki. Sonra yavaş yavaş fark etmeye başladık ki aslında böceğe dönüşmeye başlayan bizleriz, hepimiz. Bir koca böceğin böğründeki larvalar gibi, hareketsiz, biçare, bakıma muhtaç. Böylesi bir sevgisizlik, böylesi bir vicdansızlığın dünya üzerinde olamayacağı gafletiyle etrafa bakınıyorduk, oysa daha dün annemizin kollarında.

Bugün bu denli kötülüğün dünyada olabileceğine inanamadıklarını dillendirenler, yazıp çizenler muhtemelen bazı şeyleri hiç görmeden, duymadan, tecrübe etmeden büyüdüler. Ne mutlu. Ama sonucunda ne umarsızlık! Kötülüğü, kökten düşmanlığı, yakıcı kini kitaplarda, filmlerde görmekle, bilfiil yaşayarak ve maruz kalarak anlamak arasında büyük bir fark var. Ülkeyi kimler yönetirse ne gibi sonuçları olacağını kestirememenin de beslendiği akılsızlık ve gaflet girdabı gibi. Burasının bir laboratuvar olmadığını, buradan kuramlar kuvözü devşirilemeyeceğini, buranın kendine has dinamikleri ve koşulları olduğunu düşünen, buna inanan, bunu söylemek isteyen herkesi cehalet, sağcılık ve faşistlikle yaftalayıp bunların tam olarak ne demek olduğunu bugünleri yaşayarak anlayanların gafleti. Sadece gaflet değil, adeta dalalet ve hatta hıyanet. Öyle ki, gözlerinin içine ilk günden beri katil palyaçolara has sırıtmalarla bakanlardan buralara eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve hatta adalet, kalkınma ve demokrasi gelebileceğine kanan zekâ kumkumalarının, tahsilli cahillerin, akılsız dâhilerin tepemize inmesine zemin hazırladığı bir enkaz.

Durumu okumaya çalışıyoruz. Verilen mesajları anlamaya çalışıyoruz. Doğal olarak duyduklarımızı, gördüklerimizi kendi bilişsel dağarcığımıza yaslanarak değerlendiriyoruz. Lakin hiçbir yere varamıyoruz. Çünkü duyduklarımız, gördüklerimiz bizim duyularımızın ve görgümüzün bize öğrettiği yerlerden gelmiyor. Sanki bir başka gezegenden. Bir başka galaksiden. Bir başka varlıktan geliyor. İnsanlardan değil. İnsanı sorgulatacak kadar bocalatıyor. İnsan bu mu, insanlık böyle mi? Biz insan mıyız? Bunlar nedir? Kimdir bu insanlar? Nasıldır? Nasıl olabilir? Bütün bu karanlık karmaşada yol tarif etmek, şu şöyle olmalı, bu böyle yapılmalı diyerek önlere atılmak da ilginç bir seçim. Fazlasıyla inisiyatifli davranılabilecek bir konjonktürde değiliz toplum olarak, en azından henüz. Yas için bir süre ilan edildi ama asıl yas daha başlamadı. İlan edilen resmi süre bir haftada bitiverdi ama kâbus bitmiyor. Kâbus daha yeni başlıyor.

Çek yazar Franz Kafka’nın Metamorfoz adlı hikâyesinin ölümsüz karakteri Gregor Samsa, bir sabah uyanıp bir böceğe dönüştüğünde tüm melekelerini yitirir. Sürekli yaralanmaya ve sakatlanmaya yatkın hale gelir. Kendi işini göremez, çalıştığı mevcut işini hiç göremez. Maruz ve muhtaçtır artık. Neticesinde ölür. Ölümsüz karakter ölmüştür. Bu toplum buna benzer bir dönüşümü yaşıyor. Aslında çok geç yaşıyor. Yirmi sene önce dönüşmeye başladı ama tencerede ağır ağır kaynayan, kaynamakta olduğunu fark ettiğindeyse iş işten geçmiş olan kurbağa misali âtıl ve fikirsiz kaldı. Gittikçe vahşileşen, nüfuz aygıtları yetmemeye başladığında imdadına sosyal medya yetişen kapitalizm zehirli artığı neo-liberalizmin mayalanmasına elverişli bir habitat sunan bu verimli toprakların insanı önce uyuştu, sonra her şeyi unutmaya başladı. Şahsına münhasır Türkiyeli demans hali devreye girdi. Gözümüzün önünde, şehirlerimizin meydanlarında, kalbimizin ortasında bombalar, bombalar, bombalar patladı, patlattılar; susarak hepimizi atlattılar. Karınlarından konuşarak patlamada ölmeyenleri de öldürdüler. Adamlar diskoteğe daldı, insanları taradı, IŞİD (Irak ve Şam İslam Devleti) denen ticani katillere DAEŞ demeyi olayın kendisine verilen tepkiden öncelikli buldular. Sustular. Susturdular. Trenler devrildi, madenler çöktü, öğrenciler ve madenciler öldü. Tokatladılar, tekmelediler. Ağlayarak adalet arayan annelere mesaj verircesine “ananı da al git” dediler. Unutursak kalbimiz kurusun dedik ve unuttuk, unutturulduk. Bir sonraki derbiyle, meftun olduğumuz dizilerin bir sonraki bölümüyle, “milyon yuvarlamacı” Acun’un dünyanın öbür ucundaki adasında kimlerin “survive” edeceğiyle uyuştuk. Uyuduk, uyandık, ama uyanamadık. Sandıklar çalındı, oylar uçtu, kartlar dağıtılırken masa devrildi, maldon oldu. Sonra bir daha maldon oldu. Sonra kazandık. Ülkenin en büyük şehirlerinin kazançlarına hakaretler yağdırdılar. Sonra paralar uçtu. Çoğunluğun telaffuz etmeyi, onu edebilse dahi tasavvur etmeyi beceremediği meblağlar. Paralardan sonra şekilli saçlı genç iktisat dehası uçtu. Hâlâ da konmadı bir dala. Nerede acaba, var mı bir bilen? Kadınlar katledildi, günbegün, birer ikişer. İçin için tasvip ettiklerinden örtbas da etmeyi seçtiler, ülkece sözleşmeden tüymeyi seçtik. Çocuklara cinsel istismarda bulunuldu, defalarca, orada burada, her yerde, her an. “Müessese değil münferit” dendi. Hayvanlar katledildi, faili gerçekten cezalandırmaktan köşe bucak kaçındılar. Fakat her elim olayda, her faciada, her müteselsil sorumluluk gerektiren ihmalkarlıkta bıkmadan, usanmadan ve utanmadan hep aynı şeyi yaptılar: tabanları ve seçmeni olarak görmedikleri hiçbir insanın ve kesimin yüreğine su serpecek, için rahatlatacak, biraz olsun iyi hissettirecek en ufak şeyi söylemekten, göstermekten, yapmaktan istikrarla ve inatla imtina ettiler. Çünkü siyaset, çünkü koltuk, çünkü para, çünkü güç, çünkü erk her şeyden üsten geldi. Çünkü bu toplumun kendilerinden olmayan her kesiminden, her bireyinden hararetle nefret ediyorlar. Çünkü, aslında, kendilerinden nefret ediyorlar.

Zehra Çelenk’in bu haftaki yazısında kullandığı bir ifade üzerinde uzunca düşündürdü beni: “Halkı kendinden ve benzerlerinden başkasını düşünmeye teşvik suçu”. Yukarıdakilerin bir özeti, merkezî bir tespiti gibi bu ifade. Ne tuhaf; iletişimin önemini kavrayıp tez elden bir İletişim Başkanlığı kuruldu ama daha da tez elden bir iletişim kazasına dönüştü. Hem de zincirleme kaza. Kamyon minibüsün, TIR binek otonun, ticarî hususînin üzerinde, tepeleme katliam. Bilanço: On binlerce ölü, yüz binlerce yaralı, milyonlarca kırık kalp. Ve farkında olmadıkları şu ki, yaralılar ve ölülerden önce kendi mezarlarını kazacak olan o kırık kalpler. Çünkü kırık kalplerdir insanlık adına olmaz gibi görünen her şeyi mümkün kılan. Ve bu toplumun bu sefer tabanmış seçmenmiş ayrışmadan kalbi kırıldı. Dolayısıyla bu toplum ölmeyecek, çünkü içinde ne kadar eşsiz, benzersiz ve nadide bir cevher olduğunu bu sefer çok acı bir şekilde anladı. Kötülüğe sadece şiirle, şarkıyla, birtakım kanaat önderinin kendine verdiği yetkiye dayanarak öne çıkardığı parmak havada söylemleriyle ve dönüp dolaşıp kendi ikbaline hizmet edecek değil, kendi bilincinin, vicdanının, yüreğinin dibinde var olan kadim bilgiyle karşı duracağını biliyor. Sahte peygamberlere takılmadan, sözü ama zamanı gelince devri geçenlerden, ünlülerden, bol takip edilenlerden, kendi ekmek kapılarının şifasını sıradanların kafasına kakanların zamanında kendisini reddetmek için oyuncak devrimci oluşumlarında akıl ve at yarıştırdıkları ergen hezeyanlar yerine muhtaç olduğu kudretin kendi damarlarında mevcut olduğunu geç de olsa kapkara uyanışlarında anlayan birtakım kullanışlı ultra-demokratlardan hesap sorması gerektiğini de biliyor.

Albert Camus tarafından “zamanın yegâne muazzam ruhu” olarak nitelendirilen ve 34 yaşında tüberkülozdan ölen Fransız filozof ve aktivist Simone Weil, kısacık ömrünün büyük bir kısmını uğruna savaştığı, yazdığı ve konuştuğu yoksunların, işçilerin gerçekliğini anlamak için onlarla birlikte, fabrikalarda çalışarak geçirmiş. Derdine kafa yorduğu, ruhunu adadığı insanlarla kendini hemzemin kılmanın tek yolunun onlarla bire bir, aynı koşullarla yaşamaktan geçtiğini içselleştirerek söylemini eylemde tamamladığı bir hayat yoluna cüret etmiş. Kendi koşulları ve gerçekleri itibariyle önüne serili rahat ve müreffeh bir yaşamı reddedip kendini adadığı davada var olmayı seçmiş. Başımıza gelen bu devasa felakette kendinden geçerek orada olmayı seçen, klavye başında tarif edilemeyecek kadar zorlu koşullarda sahada, depremzedelerle hemzemin ve hemhal olmayı seçen herkes bu yüce ruhu taşıyor ve yansıtıyor. Her birinin önünde tek tek eğilerek, bu dünyanın en güzel ülkesini ve içimizdeki ruhu onların dirayetinin kurtaracağını teslim ederek selam durmak gerek.

Ne kadar zor gelse de, uçurumun eşiğindeymişiz hatta darağacındaymış gibi hissetsek de, son sözümüz özgürlük, adalet, kardeşlikten ve sevgiden yana oldukça, bu toplumun, bu milletin, bu ülkenin sırtı yere gelmez. Türkiye’nin bereketini çuvallara doldurup maskelerini kuşanarak kaçan hırsızların mumu yatsıya, tahakkümü sandığa kadar sürecek. O vakte kadar birbirimize, birbirimize anlatabilmek için bin bir yol denediğimiz ruhumuza sımsıkı sarılmaya devam.

Tüm yazılarını göster