Metin abiden öğrenmek…
Metin abi, ne yukarıdan 'doğruyu' vaaz eden bir 'eğitici' misyonunu ne de yalnızca kavramsal yaklaşımları sentezleyip sunan bir 'aktarıcı' konumunu temsil ediyordu. O, daha çok bir 'öğreticiydi'.
Cenk Saraçoğlu
Metin Çulhaoğlu, 1997 yılında yazdığı ve üniversite öğrencisiyken not ala ala okuduğum Marksizm ve Türkiye Solu isimli kitabının otuzuncu sayfalarından itibaren bir sorunun peşinden gider: “Bağlanma ve bağlanmanın belirli bir kolektivite içinde yaşanması, aydını zorunlu olarak sığlaştırır mı?” Ya da kitabında eleştirdiği Hilmi Ziya Ülken’in sözcükleriyle başka bir şekilde sorarsak “İçtimai eyleme bağımlılık, aydının derinleşmesini engeller mi?”
“Çulhaoğlu senin için kimdir” diye sorsanız, öncelikle “kendi sorduğu bu sorunun yanıtı”dır. İlk gençlik dönemlerinden son nefesini verene kadar örgütlü siyasetin dışına tek bir gün bile düşmemiş bir devrimciden ve ele aldığı en gündelik, en pratik meseleyi bile kuramla, sanatla ve bilimle donatarak derinleştirme ve illa ki parlak bir “avangard” çıkarımla bütünleştirme becerisine sahip Marksist bir entelektüelden bahsediyoruz. Öte yandan bana kalırsa Çulhaoğlu’nun yaşamı, kolektif eylem ile düşünsel derinliğin bir aradalığının “mümkünlüğünü” kanıtlamakla sınırlı değildir. O; bunun ötesinde entelektüel donanıma sahip bir kişinin ancak kendi bireyselliğini aşan bir toplumsallıkla bağ kurduğunda ve siyasal eylemden kendisini yalıtmadığında bir “öğreticiye” dönüşebileceğini gösteren bir hayata sahiptir.
“Öğreticilik”; ölümünün haberi alındığı gün onu anmak için duygularını belirten tanıdıklarının, yoldaşlarının, takipçilerinin ve hatta siyasal muarızlarının en sık kullandığı sözcüklerden biriydi. Bu sözcük Çulhaoğlu’nun hem bir tanışı ve yoldaşı hem de düşünsel takipçisi olarak bende bıraktığı etkiyi de tarif ediyor. Zira, Metin abi, ne karşısındakini “malumatla” aşağı çekip, yukarıdan “doğruyu” vaaz eden bir “eğitici” misyonunu ne de yalnızca halihazırda olgunlaşmış kuramsal, kavramsal yaklaşımları sentezleyip sunmakla yetinen bir “aktarıcı” konumunu temsil ediyordu. O, daha çok bir “öğreticiydi”. Neredeyse bütün yazı ve konuşmalarında, çoğunlukla kafaların son derece karışık olduğu meseleleri özellikle seçen, bunların üzerinde kendi tezlerini sunan, ama tezlerini onlara nasıl bir düşünsel silsile içerisinde ulaştığını madde madde anlatarak sunan bir “öğretici”.
Burada “öğrenme” Çulhaoğlu’nun baştaki öğretme niyetinin/hedefinin bir neticesi olarak değil; onun parlak zihnini ve engin birikimini siyasal ve toplumsal eylemle bütünleştirme çabasının içerisinden doğal ve zorunlu olarak çıkıyordu. Peki “öğrenilen” neydi? Öğrenilen, ne saf malumat, ne üzerinde konuşulan ihtilaflı meseleye dair söylenmesi gereken nihai söz, yani slogan, ne de muarızın iflah olmaz yanlışlığıydı. (Bunlar bu yazıdaki içeriğiyle “eğiticiliğe” denk düşer). Öğrenilen, herhangi bir toplumsal/siyasal mesele üzerinde fikir yürütmenin ve bir sonuca ulaşmanın Marksist yöntemiydi. Çulhaoğlu, en “özel ve güncel” meseleyi bile genel bir tarihsel bağlama yerleştirerek, en “somut ve pratik” sorunu bile Marksizmin soyut kategorileri ile işleyerek siyasetle ilgilenen herhangi bir insanın bir fikri nasıl layıkıyla olgunlaştırabileceğini buna özel olarak niyet etmeksizin “öğretiyordu”. Metin abi, bu yönüyle yazı ve konuşmalarında Marksist diyalektiğin somut durumun somut analizinde nasıl işletilebileceğinin zanaatını canlandırıyordu.
Evet, o kendi tezlerini sunan bir konumda oluyordu, ama bu tezleri ne bir doktrin olarak dayatıyor, ne de onları ancak arka-planına vâkıf olabilecek olanlara kendi pozisyonunu bildirmek üzere sunup geri çekiliyordu. Tezlerini arkasındaki bütün akıl yürütme basamakları ve olgusal dayanaklarıyla birlikte sunarak, onların temelden sorgulanmasına açık bir tartışma sahası yaratmış oluyordu. Böylelikle öğrenmek ve öğretmek onun için aynı sürecin iki yüzü haline geliyordu. Onun hakkında, ona en fazla muhalefet edenlerin bile teslim ettiği “dinleme ve okuma iştahı” bana kalırsa tam da onun bu birlikte düşünmeye davetiyle ilgili. Böyle bir düşünme ve anlatma sistemi olgun, zengin ve geliştirici bir düşünsel tartışmanın önkoşulu elbette. Fakat bunun beraberinde getirdiği tavır, aynı zamanda “politik”-stratejik” bir değere sahip: zira bağnaz bir örgüt fetişizminin ve sol içi kısır rekabetin en sağlam panzehiri, ve böylelikle de sahici bir birlikte mücadelenin imkanı ancak böyle bir düşünsel olgunluk ve açıklıkla mümkün olabilir.
Metin Çulhaoğlu’nun düşünsel “öğreticiliğine” dair buraya kadar söylediklerimi onu yazı ve konuşmalarından bilenler de teslim edecektir. Onu biraz yakından tanıyan ve son 10 yılın çalkantılı ve zor siyasal dönemeçlerinde ne gibi deneyimler yaşadığını az çok bilen biri olarak ondan “öğrendiğim” başka bir şeyi de burada belirtmeden geçemeyeceğim. Metin abi, mücadele yaşamı boyunca bölük pörçük Türkiye sosyalist hareketinin önde gelen, iddialı figürlerinden birisi olarak bir kısmının hakkını kendisinin de teslim ettiği siyasal/kuramsal eleştiriye maruz kaldı; ve bu da zaten kaçınılmaz ve aynı zamanda “öğreticiydi”. Metin abi bu eleştirileri hem yazılarında hem de kişisel sohbetlerinde hiçbir komplekse girmeden ciddiyetle değerlendirir ve kendi düşüncesini bunlarla daha da zenginleştirmeye yönelirdi. Metin abi, hakiki eleştiriyi sever, not ederdi. Benim için asıl “öğretici” olan ise şudur: O, kendisiyle aynı örgüt içinde bulunmuş veya bulunmamış, sosyalizm mücadelesi veren hiçbir siyasal muarızını, kendisiyle aynı siyasal konumda değil diye karakter olarak itibarsızlaştırma çiğliğine düşmemiş, kendisine bunu yapmaya yeltenenler de dahil olmak üzere hepsini “iyilikle, güzellikle” anmıştır. Bu ancak, devrimci bir iradeye fikri derinlik ve özgüvenin eşlik etmesiyle ulaşılabilecek bir seviyedir; ve bundan yalnızca siyasete dair değil şu karanlık dönemlerde insan olmaya dair öğrenilecek çok şey vardır.