Metin Altıok: Madımak'ın yakamadığı şair

İlk kitabının yayımlanmasından iki yıl sonra ikinci kitabı “Yerleşik Yabancı” yayımlanır. “Çıraklığı olmayan şair” sözü, onun şiir çevrelerinde nasıl karşılandığını açık ve yalın bir dille ifade eder. Duygusu, düşüncesi ve duyarlılığı; her şeyin buharlaştığı, ama bu buharlaşmanın yeni oluşumlara yol açmadığı postmodern zamanların öncesinde oluşmuş bir şairdir Metin Altıok…Hangi şiirinden isterseniz oradan başlayabilirsiniz okumaya.

Abone ol

Metin Altıok’un (1941) 14 Mart doğum günüydü. Bence şimdi kaç yaşında olduğu önemli değil. Çünkü o katledildiği günkü yaşında bir şair. Çünkü yaşlanmaz şeriat ateşiyle yakılan şairler… Katledildiğinde kaç yaşında mıydı? Şiir okuru, şiir dostu olan yüreğimizde şiirleriyle ses verdiği yaşta…

Pir Sultan Abdal Şenliği için gittiği Sivas’ta 2 Temmuz 1993 günü İslamcı şeriatçıların saldırısına uğrayan ve kundaklanarak yakılan Madımak Oteli’nden ağır yaralı olarak kurtulduysa da 9 Temmuz 1993 günü yaşamını yitirdi Metin Altıok.

“Gezgin” (1976) adıyla yayımlanan ilk kitabı ve oradaki, ilk sayfada yer alan “Öndeyiş” şiiriyle başlar onun dilimizde ses veren şairliği…

“Yeni bir ülke yoktur,

Diyor o ünlü şair;

Ne de yeni denizler.

Nereye gitsen bu kent,

Seni peşinden izler.

Ama gitmektir benim

Yenilmezliğim dünyada.

Ve ben durmaz giderim,

Bu can tende durdukça.”

Metin Altıok ilk kitabından önce şair olarak görünmez. Yani dergilerde yayımladığı şiirlerle okurlarını hazırlamış bir şair değildir… Resimler, heykeller yapar. Sergi açar. Sanat çevrelerinde de daha çok açtığı sergilerle tanınır, bilinir. Birlikte sergi açtığı isimlerden biri de Devrim Erbil’dir.

İlk kitabının yayımlanmasından iki yıl sonra ikinci kitabı “Yerleşik Yabancı” yayımlanır. “Çıraklığı olmayan şair” sözü, onun şiir çevrelerinde nasıl karşılandığını açık ve yalın bir dille ifade eder. 

Duygusu, düşüncesi ve duyarlılığı; her şeyin buharlaştığı, ama bu buharlaşmanın yeni oluşumlara yol açmadığı postmodern zamanların öncesinde oluşmuş bir şairdir Metin Altıok…

Hangi şiirinden isterseniz oradan başlayabilirsiniz okumaya. İşte ikinci kitabı “Yerleşik Yabancı” (1978) kitabından “Masa” başlıklı şiirinin ilk betiği:

“Ne zaman bir masaya otursak

Seninle karşı karşıya,

Masa durmadan uzuyor aramızda.

Tozlu bir yol oluyor giderek

Ve ben başlıyorum koşmaya.”

Cemal Süreya’nın Turgut Uyar’ın şiiriyle ilgili bir sözü vardır. “Hep bir şiirin ortasını yazdı” der. Bu sözü biraz değiştirerek söylersek Metin Altıok için de geçerliymiş gibi geliyor bana. Altıok, Türkçe şiir birikiminin tam ortasından tam ortasına yazan bir şair olmuştur. Şöyle açıklayabilirim: Metin Altıok şiirin hem geleneksel, hem modern, hem tarihsel birikimden hem güncel pratiğinden yararlanmıştır. Ancak ortalamanın üstünde bir şair olmuştur.

Metin Altıok’un üçüncü kitabı “Kendinin Avcısı” (1979) hem bir son, hem bir başlangıç kitabı gibidir. Kitapta “Sonludur Aşk da” şiirinin ilk betiğini okuyalım:

“Güzel anılar biriktirdim senden,

Dudağıma solgun gülücükler getiren.

Özenle sakladım belleğimde,

Bir yığın oldu daha şimdiden.

Nasıl olsa bir sonu olacaktı bu aşkın,

Bir gün apansız gerçekleşiveren.”

“Sözcüklere bürünüp şiir diye görünen şey yaşamın ta kendisidir” diyor “Şiirin Kaynağı” (Şiirin İlk Atlası shf. 22, YKY) başlıklı yazısında. Yaşamın ta kendisini söyleyerek “bütünleşme”, “tamamlanma”, “paylaşma” arayışındadır. Söylemek, söyleyerek eksiğini gidermek… sanırım onun şiirinin kilometre taşları bu edimler. Şiirin söylenen bir dil pratiği olduğu savını modern Türkçe şiirde en çok onun yapıtlarıyla savunmak mümkün diye düşünüyorum.

“Kendinin Avcısı” kitabının olduğu kadar şairin de en çok okunan, bilinen yapıtı olan “Evde Yoklar” başlıklı şiirini başka açılardan olduğu gibi bu bağlamda hatırlamak yerinde olabilir:

“Durmadan avuçlarım terliyor,

İnildiyor ardımdan

Girdiğim çıktığım kapılar.

Trenim gecikmeli, yüreğim bungun,

Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar.

Ne zaman bir dosta gitsem,

Evde yoklar.

Dolanıp duruyorum ortalıkta.

Kedim hımbıl, yaprak döküyor çiçeğim,

Rakım bir türlü beyazlaşmıyor.

Anahtarım güç dönüyor kilidinde,

Nemli aldığım sigaralar.

Ne zaman bir dosta gitsem

Evde yoklar.

Kimi zaman çocuğum,

Bir müzik kutusu başucumda

Ve ayımın gözleri saydam.

Kimi zaman gardayım

Yanımda bavulum, yılgın ve ihtiyar.

Ne zaman bir dosta gitsem,

Evde yoklar.

Bekliyorum bir kapının önünde,

Cebimde yazılmamış bir mektupla.

Bana karşı ben vardım

Çaldığım kapıların ardında,

Ben açtım, ben girdim

Selamlaştık ilk defa.”

Ankara’dan ayrılıp felsefe öğretmeni olarak Bingöl’e gittikten üç yıl sonra dördüncü kitabı “Küçük Tragedyalar” (1982) yayımlanır. Birçoğunun “Kavaklar” adlı şarkı olarak bildiği bu kitabın “Öndeyiş” başlıklı şiiri, şairin aynı zamanda içinde olduğu duruma ve koşullara işaret eder. Bozkırın ortasında bir kavak ağacıdır sanki, rüzgarda usul usul sallanırken içindeki acıyı mırıldanan…

“Bedenim üşür, yüreğim sızlar.

Ah kavaklar, kavaklar...

Beni hoyrat bir makasla

Eski bir fotoğraftan oydular.

Orda kaldı yanağımın yarısı,

Kendini boşlukla tamamlar.

Omuzumda bir kesik el,

Ki durmadan kanar.

Ah kavaklar, kavaklar...

Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar.”

Metin Altıok resim yaparken şiir söylemeye yönelmiş, sanki ondan sonra hep şiir söylemiş… O zamanda kendini söylemiş, kendinden söylemiş… Çarpmış dünyaya, çarpmış hayata, çarptığı yeri söylemiş, çarptığı yere söylemiş… Usul söylemiş, ağır söylemiş… İçe söylemiş… Öte söylemiş…

12 Mart cuntasının katliamlarının, idamlarının acısına 12 Eylül’ün postallarıyla ezdiği hayatın acısı katılmış bir dünyaya, onun neden olduğu kedere, yürek yangınına katlanmayı sorumluluk saymış, yaşamayı direnmek olarak kabul etmiştir. Ona göre şair gerçeklerden, hayattan kaçarak değil, tarihsel akışın yalpalamalarının neden olduğu derin yaraları ancak kanatarak teselli bulabilir.

“İpek ve Kılabtan (1987) şairin beşinci kitabı olarak yayımlanır. (“Kılabtan” sözcüğünün doğru yazılışı “kılaptan”dır ve sırma katılarak eğrilmiş iplik anlamına gelmektedir.) Altıok’un bu yapıtındaki şiirler için dağlara dönük balkonu olan evde, düşünceli düşünceli “hançerin sapı”yla oynayan şairin sesi diye de tanımlayabilirmişiz gibi geliyor bana. Belki de şairin kendine çarpa çarpa söylediği şiirler tanımı en çok da bu kitaptakiler için geçerli. Kitaptaki “Hançerin Sapı” başlıklı ilk şiirden küçük bir bölüm:

“Sabahın buğusu

Gözlerimi yaşartıyor,

Boynuma dolanıyor

Akşamın zinciri.

Dağlardır beni avutan.”

“Gerçeğin Öteyakası” (1990) şairin “Ben”i, “Sevda”yı ve “Dünya”yı art arda üç nokta olarak sıralayıp önü ve arkasındaki boşluğa yavaş yavaş yaydığı altıncı kitabıdır. (Kitabın ilk baskısında olmayan, ancak sonraki baskısında eklenen “Tarih” bölümü de yer alacaktır.) Kitapta her bölümde üçer dizeli otuz betik bulunur. Şairin sesi, biçimi, biçemi dizeleri nasıl yazarsa yazsın aslında ilk şiirlerinden beri aynıdır. Çünkü ona göre “şiir diye bir şey yoktur, ozanlar vardır.” “şiirin varlığı daima bir şair kişiliğinin imzasını taşır.” O yüzden belki de şair sesini, sözünü çoğaltır…

Ancak yine de aynı yıl içinde yayımlanan bir sonraki kitabı “Dörtlükler ve Desenler” (1990) öncekilerden içindeki kendi çizdiği desenlerle farklılaşır. İlk defa şiirleriyle birlikte desenlerini de bir kitabında okurun ilgisine sunmuş olur. Kitapta kırk dörtlük bir de üçüncü dörtlükten sonra gelen numaralanmamış üç dörtlüğün olduğu bir şiir yer alır. Alıntıladığım dörtlük kitabın üçüncü dörtlüğü.

“Ömrümce kendimi hep sözde buldum;

Söz cehennemdi yanıp kavruldum.

Yeniden doğdum kendi külümden,

Ben Anka'ydım konuşuldum.”

Metin Altıok, bir duygu şairidir denebilir. Bunu kendisi de kabul eder. Ona göre şairin yaptığı iş, gerçeği imgesel olarak duygu üzerinden okura aktarmaktır. Buna “şiirsel duygu” der. Şiirsel duyguyu, içinde moral bir öğe taşıyan ve insandan alıp insana veren amaçlı bir duygu olarak tanımlar. Aslında onun “şiirsel duygu” tanımı ve bu tanıma uygun tutumu, duygusallığı abartmamış, şiirin dengesini bozmamış olmasını nasıl gerçekleştirdiğini de açıklamaktadır. Onun için duyguyu sahici kılmak önemli olmuştur. Bununla birlikte imgenin terazisine koymadan şiire dönüştürmediği sözü yoktur. Şiirdeki sözünü aynı zamanda zembereği boşalmış trajiğin imbiğinden geçirdiğini de belirtmeliyiz.

Şairin “Ben Gül ve Zakkum” başlıklı şiirinde yürek dökümü yaparak başlayan sekizinci kitabı “Süveydâ”nın (1991), Sarıl bana başlıklı şiirden birkaç dize:

“İnsanın bir yanı nedense hep eksik

Ve o eksiği tamamlıyayım derken,

Var olan aşmıyor azar azar zamanla.”

“Süveyda”, şairin Cemal Süreya’nın şiirleriyle konuştuğu, onu resmettiği şiirlerle de dikkat çeker. Kitaptaki “Şapka” başlıklı şiirden bir dörtlük okuyalım:

“Cemal'in imzasındaki fotör

Bazen başında da olurdu

Yalnız biraz amatör

Biraz da mahçup dururdu.”

İlk şiirlerinden itibaren şiirlerinde görülen ve şairliğinin önüne geçmeyen bir felsefeci ustalığından da söz etmek gerekir. “Azalan Ömre Gazel” başlıklı şiirinden bir beyit:

“Yetti artık altıok metin, sürdüğün şu pıtraklı zor ömür

Tuzak ol bir ölüme, denizler gibi, var git çoğala çoğala”

“Alaturka Şiirler” (1992) kitabının ilk bölümünde yer alan şiirler “alaturka şarkılar” gibi de okunabilir. Hatta dinlenebilir. Sanki bu bölümdeki şiirler şiir değil de bir uzunçaların parçalarıdır pikaba konulmuş… Şairin canı alaturka şarkı dinlemek istemiş, oturmuş şiir yazmış sanki… Şiirlerin adları da alaturka şarkıların makam adlarıyla aynı olunca ister istemez bu düşünceler oluşuyor. Ama elbette bir beis yok bunda. Çünkü yine yerli yerinde, Metin Altıok’un biçim ve biçem tutumunu sürdürdüğü şiirler var kitabın bu bölümünde…

Onun şiirlerinde ilk sapma biçimsel olarak bu kitabında görülür. İlk defa dizeleri alt alta değil de basamak yaparak yazdığı şiirler yer alır kitabın “Fermuar” başlıklı şiirinde. Aslında şiiri biçimsel olarak görselleştirir. Dizelerin sıralanışı kapalı bir fermuara benzer. Metin Altıok’un şiir tutumunda, biçimsel de olsa önemli bir değişikliktir bu. Sözcükler, dizeler aracılığıyla şiirin içeriğini biçimiyle bütünleştirmeye yönelmiştir.

Bu şiirden sonra gelen ölümün sularında başlıklı bölüm vefayı, saygıyı öne çıkardığı şiirler içerir. Kitapta Turgut Uyar’la, onun “Büyük Saati”yle söyleşir, Edip Cansever’i ve şiirlerini içtenlikle selamlar. Metin Eloğlu’yla “Metin usta, canım usta, / Bu soyadı sana haram” dizeleriyle konuşur. Onların sesine yaslanır, onların sesini hatırlatmak ister okura… Ruhi Su’yu, sesini, türkülerini de unutmaz:

“Günlerin savrulan

Köpüğünden geldiler,

Ruhi ve Ruhi'ler.

Türkülerin Ruhi'si,

Sevdaların Ruhi'si

Birbirine el verdiler.”

Kitabın bu bölümündeki diğer şiirlerinde de abi dediği Celal Atik, Nusret Hızır gibi isimlerin adı geçer. Metin Altıok’un biçemsel olarak değil ama biçim olarak okurunu esaslı bir şaşkınlığa uğrattığı ilk kitabı “Hesap İşi Şiirler” (1993) olur. Daha önce “Fermuar” başlıklı şiirde denediği şiirin biçimsel olarak görselleştirilmesi ve şiire katılmasını bu kitabındaki bütün şiirlerde uygular. Şiirlerin adına uygun biçimsel formlar oluşturulur. Kimi şiirinde kadeh kimi şiirinde sürahi biçimini alır dizeler.

Büyük bir çarpı işareti olarak görselleşmiş olan iki dizeli “bir uyumsuz rastlaşma” adlı şiiri aynı zamanda şairin sezgisel gücünü de sergiler…

Şiirin bir dizesi şöyledir:

“Yangınlardan geliyorum dedi adam ve yangınlara gitti yanık”

Şairlerin sezgisel gücü biliciliği kehanetleri yalnızca antik zamanlarda değil modern zamanlarda da dikkat çeker. Türkçe şiirde sezgisel gücü en yüksek şiirlerin şairidir Metin Altıok… Bunu poetik olarak da hem savunur hem de içselleştirmiştir. Şairin sezgisel gücünün ne anlama geldiğini ve önemini şu sözlerle savunur: “Her iyi şair dünün yorumcusu ve geleceğin imgesel yorumcusudur. Şurası unutulmamalıdır ki dünü yorumlayıp geleceği okumada hep şairler haklı çıkmıştır.” (“Şiirin İlk Atlası” shf.24)

“Hesap İşi Şirler” hem hayatının trajik biçimde sonunu sezdiği şiirinin yer aldığı hem de yaşarken yayımlanan son kitabı olur.

“Ne zaman bir dosta gitsem evde yoklar” diyor bir şiirinde. Belki de o nedenle, kimseyi evinde bulamayınca, söyleyecek, söyleşecek kimseyi bulamayıp kendisiyle söyleşmiş bir şairdir Metin Altıok…

Ancak elli iki yaşında Ankara’dan otobüse binip davet edildiği halk şenliğine katılmayı, o şenlikteki etkinlikte yer almayı da önemseyecek ve kendini bunun için sorumlu hissedecek bir şairdir. Yani onun “ne zaman bir dosta gitsem evde yoklar” dediği ve bundan duyduğu keder, çevresinde dostlarının olmamasından, sosyal olarak yabancılaşmışlığından, tek başına kalmışlığından değildir aslında… Belki de dostlarını buluyordu da onları, evde bulamıyordu.

Zaten kendisi de kendisini “yerleşik yabancı” ya da “gezgin” olarak dolayısıyla göçebe yani yersiz yurtsuz olarak tanımlamıyor muydu?

Yaşamını yitirdikten sonra bir kitabı daha yayımlanır, “Soneler” (1994). Kitapta adının çağrıştırdığı gibi soneler de yer alır ama başka şiirler vardır. Kitabın son şiiri olan “Kimliksiz Ölüler” Metin Altıok’un hem şiir anlayışını, hem duyarlılığını hem de şair tavrını açık ve yalın biçimde sergilemektedir.

1.

öyle ak, öyle ak ki teni;

ipekten biçilmiş sanki.

duyulmamış bu yüzden

üstünü örtmek gereği.

çırılçıplak, incecik

sedyede bir kız cesedi.

on parmağı boyalı;

bulaşmış ıstampa mürekkebi.

bir kızım sağsa eğer;

bir kızım morgda şimdi.

2.

göğsü kana belenmiş,

gözlerinde meneviş.

genç yüzünde bıyıkları,

daha yeni terlemiş.

sabıka kayıtlarına adı

yaşarken hiç geçmemiş.

iyi hal kağıdı bile

alırmış isteseymiş.

akıl alır da dostum;

yürek almaz bir tuhaf iş.

3.

çoktan soğumuş gövdesi;

ama elleri hala diri

sağ avucundan geçmiş

mermilerden biri

gören bir göz olmuş

sanki o mermi deliği

bakıyor avucundan

kısacık yaşam emeği.

sevmeyi deneseydiniz;

bu yolu seçmezdi belki!

4.

açacak yine baharda

dağlarda, koyaklarda

adı yok bir çiçektir

zulmün kara toprağında.

onun da bir sözü vardı.

bu gök kubbe altında.

işte o öldü artık;

bir yas bıraktı arkasında.

ve çağ dışı bir korku

hısma, akrabaya.

5.

yanında dağılmış kağıtlar

ve tütün tabakası var.

bir bez parçasıyla

ağzını tıkamışlar.

cesedi sırtüstü

boyunca uzatmışlar.

bir deniz kabuğunda

dalgaları duyanlar;

boş bir mermi kovanı

sizce nasıl uğuldar!

Bu şiirin, şairin kendi anlatımıyla bir de öyküsü vardır. Okuyalım; “Bingöl’de öğretmen iken devlet hastanesine gitmiş, kalabalık avluda bekliyordum. Birdenbire kalabalıkta büyük bir dalgalanma oldu. Baktım, bir askeri cemse girmiş avluya. İçinden bir yüzbaşı ve bir manga kadar asker yere atladı. Yüzbaşı o kadar kasıntı ve mağrurdu ki anlatamam. Askerler hemen bir çember oluşturdular ve birkaç asker de araçtan üzeri battaniyeyle örtülü bir sedye indirdiler. Sedyeyi yere koyup battaniyeyi üzerinden çektiler. Gencecik bir kız cesediydi, çırılçıplaktı. Yani hiçbir şey yoktu üstünde. İnsanlar dehşetle yüzlerini çevirip uzaklaşmaya çalıştı. Kimi de gözlerini kapadı. Yüzbaşı herkesi toplayıp çıplak cesede bakmalarını emretti: ‘Yüzünüzü çevirmeyin. Bakın bakayım bunu tanıyor musunuz’ diye bağırmaya başladı. Çok iğrenç bir durumdu.

Ben hem yabancı, hem Türk olduğuma hem de düzgün Türkçeme güvenerek yüzbaşıya yaklaştım ve yumuşak bir edayla: ‘Komutan lütfen böyle yapmayın’, ondan yanaymış gözükmeye çalışarak, ‘terörist de olsa, o artık bir cesettir ve cesede böyle davranmak ne töremizde ne de herhangi bir inançta vardır. Bari mahrem yererini örtün’ dedim. Çiviye basmış gibi hopladı ve bağırmaya başladı: ‘Ne diyorsun sen? Kimsenin bunu tanımasına gerek olmadığını bilmiyor muyuz? Bizim maksadımız bize başkaldıranların namuslarının ne hale geleceğini göstermektir. Senin aklın ermez bu işlere, dayanamıyorsan çeker gidersin buradan’ dedi. Hiçbir şey demeden hızla uzaklaştım oradan. Eve giderken bir yandan kızımı düşünüyordum. Onun yaşlarındaydı. Bir yandan da şiirin satırları diziliyordu kafamda.”

Metin Altıok şair olarak kendini içinde olduğu dönemi iyi okumak ve değerlendirmek için sorumlu görmüş ve bundan kaçınmamıştır. Şairin şiirsel duyarlılığını besleyen kaynağın güncelden doğduğunu savunmuş ve bu düşüncesini şiirlerine yansıtmıştır. “kimliksiz ölüler” şiiri bu açıdan da önemlidir.

Şiiri çağına tanıklık eden ve çağına tanıklık için kendini sorumlu sayan şair, zamanın karşısında ölümsüzleşiyor bunu kanıtlayanlardan biri de Metin Altıok olmuştur. Metin Altıok’un şiir anlayışını betimlemek için altmış sekizli ve Türkiye İşçi Partisi’nden yana olduğunu belirtmemiz gerekir. Politik bir kişiliktir, ama aynı zamanda bağımsız bir şair duruşunu da temsil eder şiirlerinde. Felsefe bilgisini siyasi tutumunu dilin imbiğinden geçirerek şiirleştirmiştir. Şiirinde cumhuriyet sonrasının “Hececi”, “Yedi Meşaleci” şairlerinin, “toplumcu kuşağın” “İkinci Yeni” dalgasının sesini kendi sesine yedirmiştir. Ahmet Muhip Dranas’tan da Behçet Neçatigil’den de Cemal Süreya’dan da Turgut Uyar, Edip Cansever’den de etkilenmiştir.

Ama etkilendiği hiçbir şairin arkasında kalmamıştır. Etkilerin altında ezilmemiştir. Hem güncel, hem toplumsal duyarlılığı yüksek şiirler yazmıştır. Yetmişli yılların şiir anlayışı içerisinde özgün ve özerk söylemiyle ayrılabilmiştir. Kendisinden önceki şiir birikimini kişiselleştirmek bakımından önemli bir örnek oluşturur. Unutmadık! Saygıyla selamlıyoruz…

SÖYLEŞİ… ETKİNLİK…

Dünya şiir günü

21 Mart Dünya Şiir Günü, şairlerin katıldığı çeşitli etkinliklerle kutlandı. Gün dolayısıyla İstanbul da PEN Türkiye Merkezi ve Türkiye Yazarlar Sendikası’nın düzenlediği etkinlikler gerçekleştirildi. PEN Türkiye Merkezi’nin etkinliğinde, 2017 yılı şiir ödülü belirlenen şaire verildi. Ödülün Egemen Berköz’e verileceği daha önce duyurulmuştu. Etkinliğinde ödülünü alan Berköz, aynı zamanda dünya şiir günü bildirisin de okudu.

Türkiye Yazarlar Sendikası da her yıl olduğu gibi şairlerin katıldığı İstanbul Kadıköy’deki etkinlikte kutladı dünya şiir gününü. Şiir günü dolayısıyla İzmir’de, Çanakkale’de ve daha birçok ilde şairlerin katıldığı etkinlikler düzenlendi.