Toplumlar, devletin ideolojik aygıtları tarafından kuşatılıp hegemonik sistem içinde reflekslerinden büyük ölçüde mahrum bırakıldıklarında, onları “uyandırmak” için “aydınların” devreye girmesi beklenir. Bu beklenti, “aydına” haddinden fazla mana yükleyen klasik anlayışın klasik beklentisi olarak okunabilir. Peki karanlığı aydınlatmak üzere devreye girebilecek bir Türk aydını var mıdır? Yanıtını sona bırakmadan, Mehmet Ali Kılıçbay’ın 21 yıl önceki, “Türk aydınının dünyasını anlamak” başlıklı makalesinin son cümlesiyle verelim: “Türk aydını aydınlatmaya soyunduğu için, kendini aydınlatamamış ve karanlıkta kalmıştır. Türkiye, aydının entelektüele dönüşmesini veya entelektüelin galip gelmesini beklemektedir.” Kılıçbay ve bu konuya kafa yormuş pek çok “aydının” işaret ettiği aydın bolluğu-entelektüel kıtlığına yazının sonunda değinmek üzere burada tutalım. Ve Metin Çulhaoğlu’nun bana bu yazıyı yazdıran, “bağımsız aydın” değerlendirmesini biraz anlamaya çalışalım.
Açıkçası Çulhaoğlu’nun “bağımsız aydın” tanımı epey enteresan ve şu günlerde üzerinde tartışma yürütmemiz gereken bir unsura işaret ediyor.
Çulhaoğlu’nun “Şu Nuray Mert hadisesi” başlıklı yazımız bağlamında kaleme aldığı ve ne yazık ki geç farkettiğim yazısında enteresan bir tanımlama üzerinden “aydın” tartışmasına girişmesi çok şaşırtıcı geldi doğrusu. Bu yazıyı, bu konudaki bir girizgâh olarak kabul ediyor ve tartışmayı derinleştirmeyi öneriyorum.
MİDE SUYU OLARAK AYDINLAR
Çulhaoğlu’nun “48 yıldır içinde bulunmadığı” bir konuma dair yazdıklarından birkaç parça nakletmem gerekiyor. Şöyle diyor Çulhaoğlu: “Bir ayrım çizgisiyle başlayalım: Bağımsız bir aydın için birincil, giderek asıl belirleyici sorunsal, gündemdeki başat bir olgu ya da durumdur. Birincil diyoruz; çünkü gündemdeki olgunun siyasal tarafı ya da temsilcisi o aydın için hep ikinci plandadır.”
Çulhaoğlu bu “tespitiyle” sanırım Gramsci’nin “organik aydın” tanımını ve genel olarak Gramsci’nin aydına dair değerlendirmelerini, tespitlerini bir kenara bırakıyor. Bir kere hegemonik bir siyasal düzenin tesis edildiği bir süreçte “bağımsız” aydın, olsa olsa Gramsci’nin tabiriyle “üst yapının memuru” veya her şeyi sindirmeye yarayan “mide suyu” olabilirler.
Devam edelim: Şu paragrafı okurken, doğrusu yazarının Çulhaoğlu olduğundan epey kuşkulandım: “O zaman tekrar edelim: Bağımsız aydının ‘sahiplenmesi’, ‘desteği’, ‘bağlanması’ vb. bir siyasal taraf ya da temsilciden önce ve bunlardan bağımsız biçimde, doğrudan doğruya olgunun ya da durumun kendisiyle ilgilidir. Bağımsız aydın, kendini böyle ‘kurar’ ve daha öte bir tercihte bulunmadığı sürece hep böyle kalır.”
Biz açıkçası Gramsci’den bunun tam tersini okuduk. Gramsci “aydınların bağımsız olmadıklarını, ekonomik, korporatif ve kast ayrıcalıklarıyla temsil ettikleri sınıflara bağlı olduklarının altını çiziyor. Gramsci’nin “sınıfını” Türkiye için etnik aidiyet veya hâkim Türk kimliğinin kodları olarak belirlediğimizde, salt sınıf bağlamlı değil etnik bağlamlı da bir “bağımsız aydından” söz edilemeyebileceği iddiasına varabiliriz.
TÜRK AYDINI-TÜRKİYE AYDINI
Gramsci’den devamla: “Aydınlar bağımsız bir sınıf değildirler. Tersine, her toplumsal zümre kendi özel aydınlar tabakasına sahiptir veya bu tabakayı yaratmaya çalışır.” Gramsci, belirli bir aydın zümresine toplum üzerinde çok ciddi bir belirleyecilik gücü atfeder: “Tarihi olarak ilerlemeye elverişli sınıfın aydınları bazı koşullarda öylesine bir çekicilik gücüne sahiptirler ki, sonunda bütün öteki toplumsal zümrelerin aydınlarını kendilerine bağlar ve böylece tüm aydınlar arasında, psikolojik tutumlardan (kibir, kendini beğenme vb) ve bir kast zihniyetinden (adli-teknik, korporatif ilişkiler vb.) temellenen bir dayanışma yaratırlar.”
Gramsci’nin bu güç atfını halihazırda Türkiye’deki ezilen gruplar lehine yorumlayıp Türkiye aydınına bir “görev” de biçebiliriz ki, bu pek gerçekçi olmaz. Çünkü böyle bir aydın zümresi maalesef yok! Ama Gramsci’nin bu değerlendirmesini baz alarak AKP iktidarının yarattığı hegemonyanın aparatı olan zümre bağlamında ele alıp Türk aydınının mesuliyetinin altını da çizebiliriz. Ama muhakkak, mevcut siyasal ortamda Gramsci’nin “sınıf” dediği yere “etnisite”yi koyarak değerlendirme yapmak durumundayız. Bununla politik bir tutum almış olmayıp bizatihi hakikatin altını çizmiş oluruz.
Hazır yeri gelmişken, “Şu Nuray Mert hadisesi” başlıklı yazıdaki “Türk aydını” tabirine gelen itirazın üstünden atlamamış olmak için küçük bir izahatta bulunayım: “Türk” vurgusu kendisini egemen etnik aidiyetten koparamamış, onun kodları içinde bulunduğu halde değilmiş gibi davranan kesimlere yönelik ince bir eleştiri olarak okunabilir. Bu bakımdan “Türk solcusu” tabiri de “Türk aydını” nitelemesi de aslında kendi içinde bir eleştiriyi veya en naif haliyle bir imayı barındırıyor. Zannediyorum “Türk aydını” veya “Türk solcusu” gibi tabirlerimize gelen tepkileri, bu imanın tahrik ediciliğine bağlamak doğru olur. Ancak unutulmamalı ki, kendini egemen etnik kimlik aidiyetinden koparmış veya en azından bu aidiyetin refleksleriyle hareket etmemek için iç mücadele yürüten aydınlara “Türkiye aydını”, sola da “Türkiye solu” diyerek bu karmaşanın üstesinden gelmeye çalışabiliriz.
AYDIN-ENTELEKTÜEL AYRIMI
Metin Çulhaoğlu’nun yazısının son cümlesine gelelim: “Kıssadan hisse: Önce kendi işimizi iyi yapalım ki sonra dönüp ‘bağımsız aydına’ yüklenmeye hakkımız olsun…” Sanırım Çulhaoğlu’nun kafasında yarattığı ama hakikatle pek alakası olmayan bir “aydın” zümre var. “Şu Nuray Mert hadisesi” başlıklı yazımızda işaret ettiğimiz “Türk aydınıyla” alakası olmayan bir zümre bu. Yine, zannediyorum Çulhaoğlu’nun “aydın” dediğini biz “entelektüel” olarak okursak, belki bir yere varabiliriz. Bunun basit bir sağaltması var aslında. Çulhaoğlu ne kadar katılır, bilmiyorum ama yine Mehmet Ali Kılıçbay’ın sarih aydın-entelektüel tasnifi işimizi çok kolaylaştıracağa benziyor: “Entelektüel kelimesi, Orta Çağın sonlarına doğru, Latince intellectualis biçiminde türetilmiştir. Bağlantısı akıl ve idrak iledir. Akıl ise, bilgi edinmeyi ilme ve anlamayı anlama ile bağlantılı olmaktadır. Daha açık bir ifadeyle, entellektüel soyut alanda yer tutan ve mevcut fikirler ve düşüncelerle hesaplaşma uğraşı içinde olan bir kimsedir. Entelektüel, kendi fikrini kendi oluşturan kimsedir. Aydın ise, XVII. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Fransızca eclaire sıfatından türemiş bir kavramdır, bilgi edinme ve eğitim yoluyla zihni aydınlanmış kişi anlamına gelir. Bu kavram Türkçe’ye Tanzimat oluşumu sırasında münevver olarak geçmiş, dilde arılaşma akımıyla da, bir iç çeviriyle aydın haline getirilmiştir. Fikir veya düşünce üretimiyle bir bağlantısı yoktur, varolan bilginin edinilmesine atıfta bulunmaktadır. Demek ki entelektüel üretici, aydının tüketici olduğunu ve aralarında derin faklılıklar bulunduğunu söyleyebiliriz.”
Şimdilik burada bırakalım ve belki de Türk aydınının siyasal sorumluluğunu da, bağımsız bir Türk aydınının zinhar olamayacağını da bundan sonra tartışmaya başlayabiliriz.