Metin Günday: Yargı Reformu Stratejisi bir itirafnamedir
Türkiye’nin en önemli idare hukukçularından, Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün de eski hocası olan Prof. Dr. Metin Günday’a göre Erdoğan’ın açıkladığı ve TBB Başkanı Metin Feyzioğlu’nun hararetle alkışladığı Yargı Reformu Stratejisi geçmişin enkazının üzerine atılmış bir makyajdan ve mevcut vaziyetin itirafından ibaret.
30 Mayıs’ta Tayyip Erdoğan tarafından açıklanan Yargı Reformu Strateji Belgesi’nde sıralanan vaatlere kanılacak olursa, hükümetin radikal bir dönüşle rotayı demokrasiden yana çevirdiği, Türkiye’nin içine sokulduğu faşizm karanlığına son verme kararlılığının gösterildiği düşünülebilir.
Fakat iktidarın pratiğine, yargıyı yönetme kararlılığına, kolluk güçlerinin yürüttüğü hukuksuzluklar karşısındaki cezasızlık politikasına, tutuklamanın bir tedbir değil cezalandırma yöntemine dönüştürülmüş olmasına bakan her aklı başında insan, bu metni okurken ciddi bir ihtiyat payı bırakır.
Nitekim ülkenin önde gelen pek çok hukukçusu bu metni ekonomik kriz karşısında başta uluslararası finans çevreleri olmak üzere sermayedarlara ve Batı'ya sunulmuş bir dilekçe olarak okuma yanlısı. Elbette iktidarın hedefi bununla da sınırlı değildir. İstanbul seçimleri öncesinde açıklanan metin, yargıya güvenin yerlerde seyrettiği bir dönemde ortaya atılmış bir seçim vaadi olarak da okunabilir. Toplam 98 sayfadan oluşan Yargı Reformu Strateji Belgesi metnini elimize alıp Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Metin Günday’ın kapısını çaldık ve hem bu metni hem de metinde altını çizdiğimiz bölümleri yorumlamasını rica ettik…
Erdoğan’ın önceki gün açıkladığı Yargı Reformu Strateji Metni’nin içeriğine geçmeden önce, bunun siyasi boyutunu konuşalım. Sizce iktidar neden bu alanda bir reform paketi açıklama ihtiyacı duydu?
Açıkçası yargının kırıntısının kalmadığı, yargı alanında hemen her gün yeni bir rezaletin yaşandığı bir dönemde fiyakalı bir isimle böyle bir paketi açıklarken nasıl bir siyasi amaç taşıdıklarını anlamak zor. Gözaltılar, tutuklamalar gırla giderken, cumhuriyet savcıları adeta tetikçi haline gelmişken fiyakalı isimler verdiğiniz metinlerin ne anlamı olabilir? Cumhuriyet savcıları denince hakikaten ürperiyorum ben.
Neden?
Adamlar neredeyse tetikçi gibi davranıyor ve ben tetikçiden ürperirim! Şu söyleşide iki cümle etsen kim bilir başına ne gelir! Hiç güvencesi yok. Tek tek savcılardan söz etmiyorum, genel izlenimimi aktarıyorum. Alıp hapse atıyorsun, bir, bir buçuk sene iddianame düzenlemiyorsun. Bunun örnekleri saymakla bitmez. Böylesi bir ortamda açıklanan Yargı Reformu Strateji Metni’nde “yargılamaları hızlandıracağız”, “yeni mahkemeler kuracağız”, “tutuklama istisnai olacak” filan diyorlar. Yahu tutuklama zaten istisnai olmak zorunda! Fakat uygulamada tutuklama kural, serbest bırakma istisna. Üstelik tutuksuz yargılamada da adli kontrol, yurtdışına çıkış yasağı gibi uygulamalar devreye konuyor. Öte yandan metinde işaret edilen pek çok düzenleme için yasa çıkarılması gerekiyor.
TÜRKİYE’DE YARGI BAĞIMSIZLIĞININ ZERRESİ YOK
Erdoğan paketi açıklarken “Bu strateji belgesini sonraki reform hazırlıklarının başlangıcı olarak görebiliriz” diyerek bunun yeni adımlarla destekleneceğini ifade etmiş olmuyor mu?
Tabii ama bu adımları atmadığınız sürece açıkladığınız metin havada kalır. Dediğim gibi, metinde işaret edilen pek çok unsur yasayla düzenlenmek zorunda. Yani bunlar cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle filan yapılamaz. Çünkü yargılama usulleri kanunla belirlenir; bitti! İmarla, çevreyle, özelleştirmelerle ilgili uzman mahkemelerin kurulmasından söz ediliyor. Bunlar yasa konusudur. Bunların görevlerinin belirlenmesi yasayla olmak zorunda. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilirken büyük bir şatafatla “mükemmel bir kuvvetler ayrılığı olacak” dendi. Buna göre cumhurbaşkanı, yürütmeyi temsil edecek ve yasamaya hiç karışmayacaktı. Bu sisteme geçilmeden önce milletvekilleri kanun teklifi, hükümet de kanun tasarısı yapardı ve bunlar meclise sunulurdu. Fakat mevcut sistemde bu mümkün değil, çünkü bizzat Cumhurbaşkanı bunları yürütüyor. Her şeyden önce söz konusu paketin TBMM’de yapılması gerekirdi, Saray’da değil. Dolayısıyla bu ilan edilen şey gerçek anlamda bir reform filan değil, basbayağı bir makyaj.
ŞERİATIN KESTİĞİ PARMAK BAL GİBİ ACIR!
Gerçek bir yargı reformu nasıl yapılmalı?
Kâğıt üzerinde yazması bir şeyi değiştirmez: Türkiye’de yargı bağımsızlığının zerresi yok. Mahkeme bağımsızlığı ve tarafsızlığını sağlayacak düzenlemelerin yapılması lazımdır ki, bunların bir kısmı yasal ve anayasa değişiklik gerektiriyor. Örneğin Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’nun oluşumu, Anayasa Mahkemesi’nin üye seçimi yeniden düzenlenmeli. Keza tutuksuz yargılamanın esas olması zaten demokratik bir ceza muhakemesi hukukunun temel ilkesidir. Tutukluluk gerekli koşulların oluşması halinde istisnai olarak uygulanacak bir önlemken, bizde tam anlamıyla bir cezalandırmaya dönüşmüştür. Tut yakasından adamın, at içeriye, beş yıl yatsın! Sayısız örneği var bunun. Onlarca gazeteci bu şekilde tutuklu kalmadı mı? Peki sonra ne oldu? Beraat ettiler! Ee, “Pardon. Allah bizi affetsin.” Allah affetse de kul affeder mi yahu! “Ama şeriatın kestiği parmak acımaz.” Olur mu öyle şey yahu! Şeriatın kestiği parmak bal gibi acır! Şimdi çıkıp tutukluluğun istisnaya dönüştürülecek olmasını bir lütuf, ileri adım gibi sunuyorsunuz. Yahu bu bir lütuf değil, bir kural!
Peki yargının içinde bulunduğu vaziyete bakılınca bu paketin açıklanmasının bir anlamı, değeri yok mu?
Bu paket olsa olsa enkazın itirafnamesidir. Üstelik bakın, tutuklama sayısını azaltmak da sizin iyi yolda olduğunuzu göstermez. Daha az tutuklarsınız ama bunu yine bir tedbir değil, cezalandırma yöntemi olarak uygularsanız, sorun çözülmüş olmaz. Ben bir ceza hukukçusu değilim ama diyelim ki, ceza muhakemesi kanununda tutukluluğu istisna olmaktan çıkartan bir hüküm var. İşe onu değiştirmekle başlarsın da, tutuklamayı kural olarak işleten yargı mensuplarının kafasını nasıl değiştireceksin?
Pek çok örnekte de gördüğümüz gibi, mahkeme bir tutuklunun tahliyesine karar veriyor ama kişi henüz cezaevi kampüsünden çıkarılmadan savcı itiraz ediyor ve mahkeme tekrar tutuklama kararı veriyor…
Savcı tahliye kararına itiraz edince Eren Erdem’e öyle yapıldı işte! Selçuk Kozağaçlı’lara, pek çok insana bu yapıldı. Bakın, OHAL öncesinde savcının, mahkemenin tahliye kararına itiraz hakkı yoktu. Savcının tahliyeye karşı itiraz hakkını bir OHAL KHK’sıyla getirdiler ve sonra da bunu kanun haline getirdiler. Böylece mahkeme tahliye ediyor, savcı itiraz edince bir başka mahkeme tekrar tutuklama kararı veriyor. Bazen de tahliye kararını veren mahkemenin bizzat kendisi, itiraz üzerine tekrar tutukluyor!
AVUKATLARIN ÇOĞU ASGARİ ÜCRETİN ALTINDA ÇALIŞIYOR
Bu, siyasi iktidarın etkisiyle mi oluyor?
Tahliyeye karar veren heyetin saatler sonra tekrar tutuklama kararı vermesini başka türlü nasıl izah edebilirsiniz ki! Dolayısıyla “tutuklamayı istisna haline getireceğiz” dediğiniz paket, tam da bu nedenle bir itirafnamedir. Bu paket, şimdiye kadar yapılmış olanların itirafıdır ama “bunu bir daha yapmayacağız”ın teminatı mı, bilemiyorum. Göreceğiz. Fakat dediğim gibi, bir yargı reformu paketi ne Saray’ın teşkil ettiği komisyon tarafından hazırlanır ne de Saray’da açıklanır. Böyle bir iş parlamentoda yapılır.
Pakette avukatlık için sınav getirilmesi ve hukuk eğitiminin beş yıla çıkarılacak olmasının nasıl sonuçları olur?
Bir kere iyi hukuk eğitimi yargı reformunun değil, eğitim sistemi konusudur. Hukuk fakültesindeki eğitimin nasıl olacağına da Saray’da karar verilmez. Bu işin uzmanları, hukuk fakültelerinin öğretim elemanları geniş bir komisyon kurar ve iyi bir hukukçunun nasıl yetişebileceğini tartışır. Mevcut sistemle eğitim süresini beş yıla değil 10 yıla da çıkartsan, kontenjanı yüz binden elli bine de indirsen yine bir şey değişmez. Olsa olsa yüz bin yerine elli bin cahil türemiş olur! Kaldı ki hukuk fakültesi açmadığın yer kalmadı. Bu alanda seri üretime geçmişsin. Sırtın pek ise hakim, değilse avukat oluyorsun. Aç, yoksul, işsiz avukattan geçilmiyor yahu! Çoğu asgari ücretin altında çalışıyor. Bunca birikmiş sorunu böylesi bir paketle mi çözeceksiniz?
HER SORUNUMUZ HALLOLDU DA YEŞİL PASAPORTUMUZ MU EKSİK KALMIŞTI?
Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun, Erdoğan’ın “bazı” avukatlara yeşil pasaport verileceğini açıklaması üzerine yaptığı hararetli alkış epey gündem oldu. Bu düzenleme avukatlar açısından ne anlama geliyor?
Pasaport Kanunu'na hüküm koyup halledeceğin basit bir şeyi yargı reformu kapsamında sunmanın da, hararetle alkışlamanın da anlamı yok. Kaldı ki yeşil pasaportun da pek bir hükmü yok. Yeşil pasaport, pek çok ülkeye giderken vizeden muaf olmanızı sağlıyor. Arap ve Balkan ülkeleri zaten vize istemiyor. Fakat mesela İngiltere’ye ABD’ye, Kanada’ya giderken, yeşil pasaportum olduğu halde vize almam gerekti. Üstelik yeşil pasaport taşıdığın için bazen şaibeli görülüyorsun. Bir seferinde Almanya’dan gelirken adam beni kapıda 45 dakika bekletti. “Bir sorun mu var” diye sorunca, “özür dilerim ama Türkiye’nin yeşil pasaportlularını titizlikle incelememiz konusunda talimat var” dedi. Yani bizim yeşil pasaportun matah bir yanı da yok. Feyzioğlu bunu bilmiyor mu? Tüm sorunlarımız halloldu da bir yeşil pasaportumuz mu eksik kalmıştı?
Yargı Reformu Strateji Metni’nde en fazla vurgu yapılan unsurlardan biri ifade özgürlüğü. Metnin bu yöndeki içeriğine geçmeden önce kişisel bir şey soralım: Bir hukukçu, öğretim üyesi ve avukat olarak, şu anki söyleşimizde, teyp açıkken, Erdoğan’ın açıkladığı metne ilişkin fikirlerinizi rahatlıkla ifade edebiliyor musunuz?
Ağzından çıkan lafı kulağın duysun derler ya; şu anda kafamdaki her cümleyi önce sessizce kulağıma duyuruyor ve emin olduktan sonra size açıklıyorum. Akademik özgürlük açısından da aynı kısıtlama geçerli, zira öğrencilerime ders anlatırken de aynı süzgeci kullanma ihtiyacı hissediyorum. Keza tweet atarken, yazdığımı kırk defa okuduktan sonra paylaşırım.
DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ ESAS OLARAK MUHALİFE LAZIM
Eski öğrenciniz olan Adalet Bakanı Abdulhamit Gül’ün hazırladığı ve Erdoğan’ın açıkladığı reform paketi, otosansürü bir kenara bırakmanız konusunda size yeteri kadar güven vermiyor mu?
İyi niyetin asıl, kötü niyetin istisna olduğunu düşünmek istiyorum. Pakette düşünce özgürlüğünün güçlendirileceğine ilişkin vaatler bu açıdan güzel. Ama daha geçen gün gazeteci Sedef Kabaş’a Erdoğan’a hakaretten hapis cezası verildi. Barış Akademisyenleri ne yaptılar? Belli bir konuda düşüncelerini açıkladılar. Açıkladıkları metin gizli değil, herkese açık. Peki ne oldu? KHK’yla ihraç edildiler, yargılandılar, hapse atılanlar oldu. Abdulhamit Bey o metni okusun lütfen. O metinde düşünceyi ifade etmenin ötesine geçen en ufak bir unsur, bir terör örgütünü övme, terör faaliyetini yüceltme var mı, hayır! Orada yapılan şey, devletin Güneydoğu’da, Sur’da, Cizre’de yaptıklarının eleştirilmesidir. Pasaportlarına tahdit konduğu için yurtdışına çıkamayan, yurtdışında olup da dönemeyen Barış Akademisyenleri var. Geçen hafta Füsun Üstel hoca hapse atıldı. O halde şunu soralım: Açıklanan pakette güçlendirileceği söylenen düşünce özgürlüğü, devleti eleştirme özgürlüğünü de kapsayacak mı? Eğer kapsayacaksa, şimdiye kadar olanlar ne olacak? Yeni Şafak gazetesi için zaten sınırsız ifade özgürlüğü var! Ama düşünce özgürlüğü esas olarak muhalife lazım. Parlamentoyu, yürütmenin etkinliklerini, kolluk güçlerinin kanuna aykırı tutumlarını eleştirmek için lazım düşünce özgürlüğü. Bakın, eleştiri yanlış veya haksız da olabilir. Hakaret başka bir şey ama Sayın Cumhurbaşkanı’nı, onun icraatlarını eleştirmeyecek miyiz? Bu paket bize bu güvenceleri sağlayacak mı?
Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü’nün açıkladığı rakamlara göre 1986 yılından 2017 yılına kadar TCK kapsamında cumhurbaşkanına hakaretten dolayı açılan davalarda toplam 13 bin 889 kişi sanık olmuş. Buna göre Kenan Evren döneminde 340, Özal döneminde 207, Demirel döneminde 158, Sezer döneminde 163 kişi sanık olmuş. Abdullah Gül döneminde bu sayı 848 olurken, Erdoğan’ın üç yıllık görev süresinde sanık sayısı 12 bin 173’e çıkmış! Bu rakamlar aynı zamanda yargının da cumhurbaşkanlarına dair “hassasiyetindeki” dönüşümü göstermiyor mu?
Kesinlikle öyle. Sayın Cumhurbaşkanına hakaret gerekçesiyle açılan soruşturma, kovuşturma, dava ve hatta mahkumiyetler var ama aynı zamanda genel olarak devleti, özellikle de kolluk güçlerinin etkinliklerini eleştiren görüşler de suç addediliyor. “Terör örgütünü övme”, hatta “subliminal mesaj verme” gibi “suçlar” söz konusu. Bazı gazeteciler için “terör örgütü üyesi olmamakla birlikte, yaptığı açıklamalarla örgütü destekleme” gibi saçma sapan suçlamalar yapılabiliyor. Bu ülkede Sözcü gazetesi bile savcı tarafından FETÖ’cülükle suçlanıyorsa, herkes FETÖ’cü olabilir. Elbette görevini layıkıyla yapan savcılar vardır ama bu da bir lütuf değil, kuraldır. Bu kurala uymayanlar çoğunluğu oluşturuyor. Bakın, 12 bin 173 insan sanık olmuş. Kim açıyor bu kadar davayı? Barış Akademisyenleri’yle ilgili davayı kim açıyor? Kadri Gürsel dahil, Cumhuriyet gazetesi yazarları hakkındaki davayı kim açıyor? Beni ürperttiğini, korkuttuğunu söylediğim cumhuriyet savcıları.
MERKEL, MACRON 'DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ KORUNACAK' DESE, GÜLÜNÇ DURUMA DÜŞER
Açıklanan paketi, enkazın bir itirafı olarak tanımladınız ama bu metin aynı zamanda enkazın kaldırılmasına ihtiyaç duyulduğu anlamına gelmiyor mu?
Şu ana kadar gördüğümüz tek şey, makyajlı bir paket. Cumhurbaşkanı, Adalet Bakanı çıkıp “düşünce özgürlüğü korunacak” filan diyor. Yahu, Almanya’da Merkel, Fransa’da Macron çıkıp bunu söylese gülünç duruma düşer. Düşünce özgürlüğü, mülkiyet hakkı, adil yargılanma hakkı vs, gibi temel insan haklarını sağlamak bir vaat olamaz ki! “Yaşam hakkını savunacağım!” Allah Allah, bunu yapmayıp da ne yapacaksın? Yahu bu zaten insanın en doğal hakkı. Bunu savunmakla lütufta mı bulunuyorsun? Fakat eğer hakikaten bu paket bir itirafnameyse, ortada bir yargı enkazı olduğu kabul ediliyor ve bu enkazın kaldırılması gerektiği düşünülüyorsa, bunu bugünden itibaren test edip göreceğiz. Akademisyen, gazeteci yargılamaları nereye varacak örneğin? Cumhurbaşkanına hakaretten kaç insana dava açılacak?
Pakette cumhurbaşkanına hakaret suçunu yeniden düzenleyen herhangi bir ibare yok ama…
Tabii, yok.
Paketin itirafname olduğunu söylüyorsunuz ama metnin kendisi mevcut hali bile sorun olarak görmüyor. Mesela ifade özgürlüğüyle ilgili kısımda tam olarak şöyle deniyor: “İnsan haklarının vazgeçilmez bir parçasını oluşturan ifade özgürlüğü, demokrasilerin en önemli koşulu ve unsurudur. Son on altı yıllık süreçte ifade ve medya özgürlüğünün geliştirilmesine yönelik önemli adımlar atılmış ve başta Anayasa olmak üzere mevzuatta köklü değişiklikler yapılmıştır. Belge’de, ifade özgürlüğünün güçlendirilmesine ilişkin irade ve bu iradeyi hayata geçirmeye yönelik yeni yaklaşımlar ortaya konulmuştur.”
Elbette bunu bir itiraf metni olarak kaleme almış değiller. İfade ve medya özgürlüğüyle ilgili önemli adımlar attıklarını, Anayasa ve mevzuatta köklü değişiklikleri OHAL dönemini de kapsayan son altı yılda yaptıklarını söylüyorlar. Bu bir kara mizah!
Pakette işkenceyle ilgili de benzer bir inkârcı yaklaşım hâkim. Daha birkaç gün önce Urfa-Halfeti’de ortaya çıkan işkence görüntüleri var. Van-Gevaş’ta, Hakkâri-Şemdinli’de köylüler, Muğla’da örgüt üyesi olduğu iddia edilen kişiler alenen işkence gördü. Üstelik işkence yasağı herkes için geçerli olduğu halde siyasi iktidar aksine beyanatlar vermekten, gizlenemeyecek kadar alenileşmiş işkence vakalarını gerekçelendirmekten de geri durmadı…
Daha geçen gün Ankara Barosu, FETÖ’cülük iddiasıyla gözaltına alınan eski Dışişleri Bakanlığı personeline Ankara Emniyeti’nde işkence yapıldığına dair rapor yayınlamadı mı? İstanbul’da, Çırağan Sarayı önünde bir avukat, Cumhurbaşkanı’nın korumalarının işkencesine maruz kalmadı mı? Hatta adamcağız bir de yargılanıp ev hapsiyle cezalandırılmadı mı?
HAKİKAT, KEŞKEYLE DEĞİŞMİYOR Kİ!
Fakat açıklanan pakette, bırakın işkencenin yapıldığının itirafını, işkenceye dair ortada iddia bile olmadığı söyleniyor: “Türkiye, “işkence ve kötü muameleye sıfır tolerans” anlayışını benimsemiştir. Bu anlayış temelinde gerçekleştirilen mevzuat değişikliklerine ilişkin uygulama yakından takip edilmiştir. Geçmişte ileri sürülen sistematik işkence ya da kötü muamele iddiaları artık bulunmamaktadır. Bu alandaki kazanımların korunması iradesine güçlü bir şekilde dikkat çekilmektedir.”
Bakın, tek partili dönemde de, çok partili hayatta da, ara rejimlerde de işkence hep vardı. 12 Mart’ta Ziverbey Köşkü’nde insanları falakaya yatırdılar. 12 Eylül’de Diyarbakır’da, Ankara-Ulucan’larda, Mamak’ta yapılan işkencenin haddi hesabı yok. Karakollarda işkence yapılıyor, infazlara intihar süsü veriliyordu. Gazeteci Metin Göktepe’yi hatırlayın! 1990’lardaki işkenceleri, faili meçhulleri bilmeyen yok. Ne var ki, ilginç bir şekilde 2000’li yıllardan sonra bunlar pek duyulmamaya başlandı. Ancak son üç-dört yıldır, özellikle de OHAL’den itibaren işkence tekrar duyulmaya başlandı. Az önce konuştuğumuz örneklere mislini ilave edebiliriz. Duymadığımız, bilmediğimiz çok daha fazla işkence vakası da vardır. Keşke açıklanan reform paketinde, işkenceye ilişkin söylenenler doğru olsaydı. Ama hakikat keşkeyle değişmiyor ki! Bahsi geçen işkence vakalarının bir kısmı zaten fotoğrafıyla, videosuyla sabit, bir kısmı raporlanmış durumda… Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu diye bir yapı var, onun görevi bu olayları, yahut iddiaları araştırmak ama çıtı çıkmıyor! İşkencenin iddiası bile çok ciddidir, çünkü bu bir insanlık suçudur, zaman aşımı yoktur. O halde bu kurumun iddiaları araştırması gerekir. Cumhurbaşkanı açıkladığı belgede ise bırakın vak’ayı, iddiası bile yoktur diyor. E, peki bu gördüklerimiz ne? Eğer “böyle iddialar var ve hassasiyetle üzerine gidiyoruz” yahut “gideceğiz” dese başka olurdu. Süleyman Demirel bir seferinde “işkenceyi ben mi yaptım” demişti. Şu an bırakın işkencenin varlığını, işkenceye dair iddia olduğu bile inkâr ediliyor.
Metinde “Adalet Sisteminin İşleyişine İlişkin Temel Perspektif” başlıklı bölümde demokratik bir toplumda adil yargılanma hakkının şu hak ve ilkeleri kapsadığı belirtiliyor: “Mahkemeye erişim hakkı, bağımsız ve tarafsız yargı yerinde yargılanma hakkı, kanuni hakim güvencesi, masumiyet karinesi, makul sürede yargılanma hakkı, savunma hakkı, silahların eşitliği ilkesi, çelişmeli yargılanma hakkı, gerekçeli karar hakkı, kararların icrası hakkı, aleni yargılanma ve karar hakkı, isnat edilen suçu öğrenme hakkı, tanık dinletebilme ve sorgulama hakkı, tercümandan yararlanma hakkı.” Bu haklar sıralandıktan sonra şöyle deniyor: “Önemi nedeniyle Belge’nin birçok bölümünde adil yargılanma hakkına atıfta bulunulmuştur. Belge’de yer alan tüm çalışmalar hayata geçirilirken bu hakkın geniş yorumu suretiyle oluşturulacak çerçeve esas olacaktır.”
Bir kere adil yargılanma hakkından söz edebilmek için bazı vazgeçilmez öğeler vardır. Bunun da en başında bağımsız ve tarafsız mahkemeye erişim hakkı bulunuyor. “Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercilerinin önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” Anayasa, madde 36! Bu, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin de 6'ncı maddesidir. Bizde mahkemelerin bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkesi sadece ve sadece Anayasa’da bir deyim olarak geçiyor. Bir mahkemenin bağımsız ve tarafsız olabilmesi için, bırakın baskıları filan, siyasi erkten gelebilecek bütün etkileşimlere kapalı olması lazım. Kâğıt üzerinde kalmıştır ama Anayasa’da deniyor ki, hiçbir makam, merci yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere emir ve talimat veremez, tavsiye ve telkinde bulunamaz. Peki bizde böyle mi! Mahkemelerin verdiği kararlar bağlayıcı olmalıdır ki, insanlar hak arama yollarını kullanmış olsunlar, değil mi? Var mı böyle bir şey bizde, yok! Pek çok mahkeme kararı uygulanmıyor. Sırf benim elimde, uygulanmamış bir yığın idare mahkemesi kararı var. Anayasa Mahkemesi'nden de, adli veya idari yargıdan da çıksa, hoşlarına gitmeyen kararlar karşısında kıyamet koparmayı da biliyorlar. Muhalefet partisinden biri açıklama yapınca, cumhurbaşkanı çıkıp “savcılar buna el koysun” diyor.
ERDOĞAN’IN SAVCILARI GÖREVE ÇAĞIRMASI DÜŞÜNCE AÇIKLAMASI DEĞİL
Diyemez mi?
Bir suç işlenmişse veya böyle bir iddia varsa, cumhuriyet savcısı kendiliğinden el koyar. Efendim, cumhurbaşkanı bu konuda düşünce açıklayamaz, bitti! Üstelik de cumhurbaşkanı, o savcı ve hakimlerin, atamalarından terfilerine, nakillerinden disiplin cezalarına kadar bütün özlük işleri hakkında karar veren olan Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun altı üyesini kendi atıyor, diğer üyelerini de güdümündeki parlamento seçiyor. Böylesi bir pozisyondaki Sayın Cumhurbaşkanı’nın “savcıları göreve çağırması” düşünce açıklaması olabilir mi? Geçenlerde HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli’nin bir açıklaması için Sayın Cumhurbaşkanı “savcılar gereğini yapacaktır” dedi. Bağımsız ve tarafsız mahkemede davacı veya davalı sıfatıyla yargılanmak, kendisine yönelik suç isnadı karşısında da savunma yapabilmek, adil yargılanmanın birinci öğesidir. Dolayısıyla metinden aktardığınız adil yargılanma hakkıyla ilgili unsurların daha ilkinden geçemiyoruz. İki: Türkiye’de idarenin yapmış olduğu pek çok işleme karşı mahkemeye erişim hakkı engelleniyor. Yüksek Askeri Şura kararları yargı denetiminin dışında mesela. Tarafsız bir hukukçu çıkıp “Bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin Anayasa’ya aykırı olduğu iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesi halinde, mahkemenin kararnameyi iptal etme ihtimali var” diyebilir mi? Aynı şey Danıştay için de geçerli. Peki ceza yargılamasında silahların eşitliği ilkesi uygulanıyor mu? Savcıyla avukat aynı konumda mı?
HSK SİL BAŞTAN DÜZENLENMELİ, MAHKEMELERE TAVSİYE VE TALİMATLAR SON BULMALI
Peki adil yargılanma hakkının sağlanması için neler yapılmalı?
En başta bağımsız ve tarafsız bir yargılama sistemi oluşturacaksın. Bir kere HSK’nın yapılanmasının sil baştan düzenlenmesi lazım. Mahkemelere tavsiye veya talimatlar son bulmalı. Üçüncüsü de, mahkemelerin verdiği kararlara saygı duymasanız da, uymak zorundasınız.
Aslında altını çizdiğiniz tüm sorunlara metinde yer veriliyor ve bunların çözümü için dokuz tane amaç ve hedef şöyle sıralanıyor: “Hak ve özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesi, yargı bağımsızlığı, tarafsızlığı ve şeffaflığının geliştirilmesi, insan kaynaklarının nitelik ve niceliğinin artırılması, performans ve verimliliğin artırılması, savunma hakkının etkin kullanımının sağlanması, adalete erişimin kolaylaştırılması ve hizmetlerden memnuniyetin artırılması, ceza adaleti sisteminin etkinliğinin artırılması, hukuk yargılaması ile idari yargılamanın sadeleştirilmesi ve etkinliğinin artırılması, alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemlerinin yaygınlaştırılması.” Bu amaç ve hedefler, iktidarın adil yargılama hakkıyla ilgili enkazın farkında olduğunu göstermiyor mu?
Hayır! Bu bir farkındalık değil, makyajlama metnidir. Bakın, madem düşünceyi ifade hürriyetinin geliştirilmesi vaat ediliyor, o zaman daha radikal bir şey söyleyeyim: 2002 yılında AKP tek başına iktidara geldiği andan itibaren, bu zihniyetten demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, hukuk devleti için olumlu bir adım geleceğine hiç inanmadım ve ne yazık ki hiç yanılmadım. O nedenle 2010 anayasa değişikliği için “yetmez ama evet” diyenleri asla affetmiyorum. Şu anda hepsi muhalif oldu ama halkın onlardan bir özeleştiri bekleme hakkı var. 2002’den itibaren Avrupa Birliği’ne uyum için atılan adımların hepsinin cila olduğu daha 2007’den itibaren ortaya çıktı. Düşünsenize, benim gibi pek çok insan 2010’daki anayasa değişikliğine “hayır” oyu verdi. Üstelik onun alternatifi 12 Eylül faşizminin anayasasıydı. Yani 12 Eylül anayasasını değiştirmelerine bile “hayır” dedik.
ABDÜLHAMİT GÜL’LE KARŞILAŞIRSAK “SENDEN BİR ŞEY BEKLEMİYORUM” DERİM.
Dolayısıyla 2010 referandumunda hayır oyu verenler darbe anayasasının savunucusu olarak yaftalandılar…
Tabii! O zaman içine düştüğümüz hali düşünebiliyor musunuz? Peki sonra ne oldu? Haksız mı çıktık? Kenan Evren’i ve 12 Eylül faşizmini mi yargıladılar? Geçenlerde ölen işkenceci Raci Tetik’ten hesap mı soruldu? Hapiste mi öldü? Hayır, bunların hiçbiri olmadı. 2002’den sonraki süreçte AB uyum süreci dolayısıyla, bir saattir konuştuğumuz paketin fersah fersah ilerisinde şatafatlı metinler, vaatler, söylemler havalarda uçuşuyordu. Bir süre arkadaşımız, yoldaşımız “bunlar askeri vesayet melanetine son verecek” diyerek, bu iktidara sonsuz destek verdiler yahu! Peki sonuç ne oldu? Gelip nereye vardık? Akademisyeninden tutun da gazetecisine kadar, bu iktidara destek veren arkadaşlarımızın hepsi yine bu iktidarın tokadını yemedi mi? Dolayısıyla Yargı Reformu Stratejisi dedikleri metindeki vaatlerin hiçbirinin gerçekleştirileceğine inanmamak için elimizde sayısız örnek var.
Eski öğrenciniz olan Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’le karşılaşırsanız, kendisine ne dersiniz?
“Senden bir şey beklemiyorum” derim. Beni aksine ikna edecek hiçbir örnek yok çünkü. Olsa, can kurban! Ortada bir enkaz var ve moloz atılmamış. Bu molozun üzerine yeni bir bina inşa edebilir misiniz?